Çok kritik bir seçim sürecini geride bıraktık. Şimdi önümüze bakma zamanı. Cumhurbaşkanlığı sistemi artık resmen yürürlüğe giriyor. Peki, mevcut “Anglosakson” dünya düzeninin iyiden iyiye çatırdadığı şu konjonktürde Türkiye bundan sonra nasıl bir ekonomi hikayesi yazmalı?
Yeni dönemin Türkiye’nin yapısal problemlerinin ortadan kaldırıldığı ve ekonomik kalkınmanın gerçekleştirildiği bir “reformlar/ kalkınma çağı” olması gerekiyor. Sanayileşmiş ülkelerin neredeyse tamamı ekonomik kalkınmayı devlet eliyle gerçekleştirebildi. Hatta, bu ülkelerin mevcut konumlarını koruyabilmeleri noktasında da devlete büyük ihtiyaç duyuluyor. Apple’ı bir dünya devi yapan teknolojilerin neredeyse tamamı devlet bünyesinde (özellikle askeri kurumlarda) veya devletin fonlamasıyla ortaya çıktı. Buna “internet”in kendisi de dahil. Özel sektör başarısı olarak sunulan Apple bile bu mevcut teknolojileri “değerlendirerek” bir dünya devi haline geldi. Ve bu durum bir istisna değil, neredeyse “kural.”
2000’li yıllarda Türkiye ekonomik ve siyasi anlamda çok ciddi bir dönüşümden geçti. Bu süreçte çok önemli kazanımlar elde edildi. Türkiye ekonomisi yılda ortalama yüzde 5,7 oranında büyüdü. Ekonomi toplamda yüzde 131 düzeyinde genişledi. Kişi başı milli gelir 10 bin doların üzerine çıktı. Vatandaşlara yapılan sosyal harcamalar muazzam ölçüde genişledi. Hak ve özgürlüklerde çok ciddi bir artış yaşandı. Önemli altyapı projeleri hayata geçirildi. Özellikle son yıllarda gerçekleştirilen atılımlarla birlikte savunma sanayiinde çok önemli gelişmeler oldu.
Şimdi ise Türkiye ekonomisinin gerçek anlamda ve tamamıyla sanayileşebilmesi yolunda sağlam adımların atılabilmesi için devletin ve bürokrasinin “kalkınma/reform eksenli” bir yapıya kavuşması gerekiyor.
Teknoloji Açığı ve Cari Açık
Türkiye’nin orta gelir tuzağına düşmemesi ve sanayileşmiş bir ülke haline gelebilmesi için mevcut yapısal problemlerini ekonomik reformlarla ve kalkınma hamleleriyle ortadan kaldırması gerekiyor. Türkiye’nin bugün en önemli yapısal problemi “teknoloji açığı”dır ki bu problem de kendisini “cari açık” olarak gösteriyor.
Türkiye 2000’li yıllarda cari açıkla yaşamasını öğrense de cari açık orta vadede ekonomik büyüme oranlarını aşağıya doğru çekme eğiliminde oluyor. Türkiye’nin yaptığı toplam ithalatın yaklaşık yüzde 88’i “ara mal” ve “yatırım malı” ithalatından oluşuyor. Toplam yekunun sadece yüzde 12’si “tüketim malı” ithalatı. Yani, Türkiye gerçekleştirdiği ithalatın çok büyük kısmını “üretmek” için yapıyor. Dolayısıyla Türkiye’de ekonomik büyüme oranlarının yüksek olduğu dönemlerde cari açık yükseliyor ve daha sonra ekonomi üzerinde “baskı” oluşturmaya başlıyor. Bu yüzden de daha sonraki dönemlerde ekonomik büyüme oranları düşme eğilimi gösteriyor.
Yani, cari açık haddizatında teknoloji açığının bir dışavurumudur. Şu durumda, statik perspektiften bakarak cari açığı azaltmak için daha az düzeyde ithalat yapmaya çalışmak bu problemi hafifletmeyeceği gibi ekonomik büyüme oranlarını da aşağıya doğru çekme eğiliminde olacaktır. Bu yüzden Türkiye’nin doğrudan teknoloji açığı problemine odaklanması gerekiyor.
Elektrikli Otomobil ve “Kuantum Bilgisayarı”
Belirli bir ekonomik olgunluğa ulaşan ve orta gelirli bir ülke haline gelen Türkiye’nin bundan sonraki süreçte aynı düzeyde ekonomik büyümeyi sürdürerek nihayetinde sanayileşmiş bir ülke haline gelebilmesi için teknolojik gelişime ve teknolojik üretime giderek daha fazla ağırlık vermesi zorunluluktur. Bu şekilde teknoloji açığı problemi ortadan kaldırıldığında cari açık problemi de ortadan kalkmış olacaktır. “Yerli Otomobil Projesi” ve “Proje Bazlı Teşvik Sistemi” gibi atılımlar da bu noktada oldukça anlamlıdır.
Yeni sistemde devletin doğrudan müdahil olarak, destekleyerek veya fonlayarak teknoloji geliştirilmesine öncülük etmesi gerekmektedir. Elektrikli otomobil noktasında atılan proaktif adımın elektronik, kimya ve ilaç gibi diğer teknolojik sektörlerde de atılması gerekmektedir. Örneğin, elektrikli otomobil veya İHA sektörleri gibi, öncü ve gelecek vaat eden bir sektör olan “kuantum bilgisayarı” teknolojisine ciddi şekilde yatırım yapılması Türkiye’nin -bugünün olmasa bile- “yarının bilgisayarını” üreten öncü bir elektronik ülke haline gelmesini sağlayabilir.
Bunun yanı sıra, Türkiye’nin bilimde de dev adımlar atması gerekiyor. Bu yüzden, Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde devletin pozitif bilimleri ve pozitif bilimcileri ciddi şekilde desteklemesi ve “performans bazlı” bir şekilde fonlaması gerekiyor. Başarılı bilim insanlarının istihdam edildiği ve bilim ürettikleri laboratuvarların ve merkezlerin kurulması gerekiyor. Üniversitelerdeki fizik ve kimya bölümleri de kimsenin okumak istemediği ve kontenjanların boş kaldığı bölümler değil, zeki öğrencilerin “bilim insanı” olmak için birbirleriyle yarışarak girmek istedikleri bölümler haline gelmelidir.
Vergi Rejimi ve “Ekonominin Temeli”
Öte yandan, bir ekonominin temel kodları üzerinde vergi rejiminin ciddi düzeyde etkisi vardır. Bundan sonraki süreçte Türkiye ekonomisinde arzu ettiğimiz düzeyde bir gelişmenin sağlanabilmesi yolunda vergi rejiminin de orta vadede kapsamlı bir dönüşümden geçmesi gerekiyor. Vergi rejiminde dolaylı vergilerin (KDV, ÖTV vb.) toplam vergi gelirleri içindeki payı yüzde 72 düzeyinde. Bu oranın kapsamlı bir reform hareketiyle en azından yüzde 50’ler düzeyine indirilmesi gerekiyor. Bu gerçekleştirilirken de eş zamanlı bir şekilde yüzde 27 düzeyindeki kayıt dışı ekonominin yüzde 10’lar düzeyine indirilmesi elzem. Yine, son bir yıl içinde yüzde 20’den 22’ye yükseltilen kurumlar vergisinin diğer birçok ülkede olduğu gibi yüzde 30 düzeyine çıkarılması gerekiyor. Ciddi düzeyde vergi kaybına yol açan vergi sistemindeki yasal boşlukların da ortadan kaldırılması icap ediyor.
“Performans Devleti” ve “Profesyonel Bakanlar”
Hem ekonomik/teknolojik projelerin başarılı bir şekilde hayata geçirilebilmesi hem de ihtiyaç duyulan reformların gerçekleştirilebilmesi için ise “ekonomik kalkınma/reform” anlayışının devlete ve bürokrasiye “içkin” hale getirilebilmesi hayati önem arz ediyor. İşte, Cumhurbaşkanlığı sistemi de burada devreye giriyor.
Teknoloji açığının kapatılmasına ve kalkınmaya önemli derecede katkı sağlayabilecek uzmanlar, -siyaset ile hiçbir ilişkileri olmasa dahi- yeni sistemde doğrudan Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından bakanlık görevine (veya başka görevlere) getirilebilecekler. Geldiği görevde kendisinden “performans bekleyen” cumhurbaşkanına karşı sorumlu olacak bu kişiler de kendi “profesyonel kadroları”nı oluşturarak onlardan performans bekleyecekler. Böylece cumhurbaşkanı adeta bir CEO gibi devleti yönetme imkanına kavuşmuş olacak ve bürokratik vesayetin yerini etkin ve verimli bir yürütme mekanizması alabilecek. Cumhurbaşkanı performansından hoşnut olmadığı bakanı görevden alabileceği gibi, bakanlar da yine performansından hoşnut olmadığı çalışanlarını görevden alabilecek. Böylece bir şirkette nasıl bütün çalışanlar şirketin maksimum düzeyde kar elde etmesine odaklanıyorsa, devlet de maksimum ekonomik büyüme/kalkınma hedefine odaklanabilecek.
Öte yandan, söz konusu “profesyonel bakanlar”a ve bu bakanların işbaşına getirdiği “uzmanlar”a devlete/ülkeye yaptıkları katkı ölçüsünde ve özel sektörde kazanabilecekleri rakamlar hesaba katılarak “rekabetçi” maaşlar verilmesi gerekmektedir. Milli takım teknik direktörünün yılda milyonlarca avro kazandığı bir atmosferde ekonomiyi ve ülkenin geleceğini emanet ettiğimiz profesyonellere ve uzmanlara memur maaşı vermek anlamlı olmayacaktır. Bu açıdan, ilgili bakanlara ve uzmanlara, özel sektörle rekabet edebilecek düzeyde ücretlerin verilmesi bir zorunluluktur.
Genel olarak bakıldığında yeni sistemde devlet gerçek anlamda bir şirket gibi yönetilmelidir ve şirket gibi bir yapılanmaya sahip olmalıdır. Bu şirketin temel hedefi de “ekonomik kalkınma” olmalıdır. Türkiye olarak arzuladığımız sanayileşmişlik düzeyine ulaşmak için bunu gerçekleştirmek zorundayız.