7 Ekim’de gerçekleşen Aksa Tufanı saldırısı, İsrail ile Filistin arasındaki yalancı baharın foyasını ortaya çıkardığı gibi, bölgesel ve küresel aktörlerin İsrail-Filistin çatışmasına olan yaklaşımlarında da önemli kırılmalara ve değişikliklere yol açtı.
Türkiye de bu değişimlerden nasibini alırken, sürecin başında her iki tarafla da iyi ilişkileri olması hasebiyle çatışmaların sonlandırılması ve ateşkesin tesisi için arabuluculuğa soyunduktan sonra, tedricen politikasını değiştirerek İsrail’in Gazze saldırısını sonlandırması için mücadeleye etmeye başladı.
Türkiye’nin bahse konu politika değişikliğinde, arabulucu olmaya yönelik girişimlerinin İsrail tarafından kabul görmemesi ve müzakereler için Türkiye yerine Mısır ve Katar gibi bölge ülkelerini tercih etmesi de etkili olmuştur. İsrail’in bu tercihinin arkasında ise Türkiye’nin HAMAS’a bakışının ve uluslararası sistemdeki ağırlığı nedeniyle kolayca manipüle edemeyeceği bir aktör olmasının yattığı değerlendirilebilir.
Türkiye’nin İsrail-Filistin Sorununa Yönelik Geleneksel Politikası
Türkiye, Filistin ile İsrail arasındaki anlaşmazlığın Birleşmiş Milletler’in iki devletli çözüm planı kapsamında çözümlenmesini desteklemekte ve bu kapsamda; 1967 sınırlarında, başkenti Kudüs olan, fiziksel bütünlüğü sağlanmış, bağımsız ve özgür Filistin Devleti’nin resmi olarak tanınmasını savunmaktadır.
Bu çözüm planı minvalinde de İsrail’in işgal altında tuttuğu Filistin topraklarından çekilmesini, Gazze’ye uyguladığı ablukayı sonlandırmasını talep etmektedir.
Türkiye’nin Yeni Gazze Politikası
İsrail’in olumsuz yaklaşımına rağmen barışı sağlamaya yönelik çabalarından vazgeçmeyen Türkiye, İsrail’in süreç içerisinde giriştiği katliam ve soykırımlardan, niyetinin sadece 7 Ekim’in intikamının alınması olmadığını anlamış ve hem tavrını hem de dilini değiştirerek, kendini Filistinlilerin yanında ve İsrail’in karşısında konumlandırmaya başlamıştır.
Bu yeni politikanın birincil hedefi, mümkün olan en kısa süre içerisinde İsrail’in saldırılarının sonlandırılması ve mümkünse kesin bir barış anlaşmasına ulaşılmasının sağlanması olmuştur. Gazze’ye yönelik bu yeni politika; beş ana, bir de tali sütun üzerinden kurgulamıştır. Ana sütunlar; diplomasi, hukuk, boykot, insani yardımlar ve medya olurken tali sütun ise askeri kapasite olarak öne çıkmıştır.
Türkiye’nin Gazze politikasını oluşturan bu sütunlar kadar bunların altının nasıl doldurulduğu ve hayata geçirildiği de çok önemlidir. Zira bu kapsamda; siyasi liderler, hükümet, dışişleri, tüm kamu kurumları, kamu ve özel medya kuruluşları ile sivil toplum kuruluşları birlikte çalışarak, sonuç alınan etkili bir politika ortaya çıkartmıştır.
Şimdi bu yeni politikanın sütunlarının mahiyetlerini ve bunların nasıl uygulamaya dönüştüğünü açıklamaya çalışalım.
Diplomasi
Türkiye’nin belki de en kuvvetli ve etkili olduğu alan kuşkusuz “diplomasi” olmuştur. Zira Türkiye’nin geçmişten gelen bir bilgi birikimi ve yeterince tecrübeli insan kaynağı bulunmaktadır. Özellikle kısa süre önce Rusya ile Ukrayna arasındaki savaşın bitirilmesine yönelik yapılan girişimler, Türkiye’ye hem yeni tecrübeler kazandırmış hem de adil ve tarafsız tutumu sayesinde onu saygı duyulan bir aktör haline getirmiştir.
Türkiye’nin bu konudaki en büyük şansı ise pek çok Batılı arabulucu ülkenin aksine hem Ukrayna hem de Rusya ile konuşabilen ve iki tarafın da güvenebileceği nadir ülkelerden birisi olmasıydı. Türkiye, benzer bir şekilde bu tecrübesini ve birikimini İsrail ile Filistin, daha doğrusu İsrail ile HAMAS arasındaki müzakerelerde de kullanmak istemiştir. Ancak İsrail, Türkiye’nin bu yöndeki taleplerini geri çevirerek, barışı isteyen taraf olmadığını bir kez daha göstermiştir.
Türkiye’nin diplomasi konusundaki diğer bir avantajı da; Birleşmiş Milletler, NATO, İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) ve Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) gibi bölgesel ve küresel çapta etkili örgütlerin saygın bir üyesi olmasının yanı sıra Avrupa Birliğine (AB) aday ülke olmasıdır. Türkiye, bu sayede tüm platformlarda, Gazze’de yaşananları birinci elden anlatma ve etki oluşturma fırsatı bulmuş ve böylelikle Batılı ülkelerin desteğini alan İsrail’in söylem üstünlüğünü kırmıştır.
Özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Fidan’ın yaptıkları bütün ziyaretlerde, kabullerde ve iştirak ettikleri her etkinlikte Gazze’deki duruma dikkat çekerek, uluslararası toplumun İsrail’e tepki göstermesi gerektiği şeklindeki açıklamaları, dünya kamuoyundaki İsrail lehine olan algıyı birden değiştirmese de bu algıyı aşındırmış ve değişmeye zorlamıştır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Aksa Tufanı sonrası İsrail ve ona müzahir medya organları tarafından oluşturulan baskı ortamına rağmen, “HAMAS’ın bir terör örgütü olmadığını” söylemesi ve “İsrail’in Gazze’de devlet terörü uyguladığını” belirtmesi, söz konusu değişimde önemli rol oynamıştır.
Ayrıca sahip olduğu 261 dış temsilcilikle dünyadaki en büyük üçüncü diplomatik ağa sahip olan Türkiye, bu geniş ağını kullanarak icra ettiği etkinliklerle Gazze’de yaşananların aslında İsrail’in aktardığı gibi olmadığını muhataplarına anlatmaya çalışmış ve dünya genelinde artan protestolara giden yolu açmıştır.
Hukuk
İsrail genel olarak Filistin topraklarındaki insan hakları ihlalleri ve insanlığa karşı işlediği suçlar nedeniyle BM İnsan Hakları Konseyi ve uluslararası mahkemeler nezdinde sorunlu bir durumdaydı. Bunlar yetmiyormuş gibi bir de Gazze’de tüm uluslararası hukuk kurallarını yok sayarak giriştiği soykırım ve işlediği savaş suçları, artık tahammül edilemez noktaya gelmiştir.
İsrail’in işlediği suçları araştırmak ve sorumlularını yargılamakla görevli Uluslararası Ceza Mahkemesinde bu ülkenin yargılanması için elden gelenin yapılacağı bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından açıklanmıştır. Ayrıca Türkiye, İsrail’in saldırılarının meşru müdafaa bağlamında değerlendirilmesi gerektiği şeklindeki açıklamalara da karşı çıkarak, Aksa Tufanı saldırısının İsrail’in işlediği soykırım suçuna gerekçe olamayacağını dillendiren ilk ülke olmuştur.
Türkiye’deki bazı STK’ların ve aktivistlerin UCM’ye başvuruda bulunarak İsrail’i şikayet etmesi de hükümet tarafından memnuniyetle karşılanmış ve teşvik edilmiştir. Ancak bu konudaki en önemli dönüm noktası Güney Afrika’nın Uluslararası Adalet Divanı’nda İsrail aleyhine açtığı “soykırım davası” olmuştur. Türkiye bu davayı sonuna kadar desteklediği gibi, topladığı bilgi, belge ve kanıtları da mahkemeye sunması için Güney Afrika’ya teslim etmiştir.
Bunun yanı sıra, UAD’nin 22-26 Şubat 2024 tarihleri arasında yaptığı ve İsrail’in Batı Şeria’daki işgalinin sonuçlarının ele alındığı duruşmalarda da sözlü sunum yapan Türkiye, İsrail’in sürdürdüğü işgal nedeniyle cezalandırılması gerektiğini ifade etmiştir.
Boykot
İsrail’i dize getirmenin en etkili yollarından birinin boykot olduğu BDS Hareketi tarafından uzun süreden beri dile getirilmekteydi. Fakat Türkiye’de bu konuda genel bir konsensüs oluşmamıştı. Ancak İsrail’in Gazze’deki giriştiği vahşi katliamlar sonrası bazı markaların İsrail askerlerini destekledikleri yönündeki haberler, Türkiye’deki sivil inisiyatifi harekete geçirmiş ve İsrail mallarına yönelik genel bir boykot kampanyası başlatılmıştır.
Bir fast-food zinciriyle başlayan süreç, neredeyse tüm sektörlere yayılmış ve İsrail’in Gazze saldırısı sona erene kadar bu boykotların devam etmesi kararlaştırılmıştır. Boykot kararı, bazı kesimler tarafından itibarsızlaştırılmaya çalışılsa da, ortaya çıkan sonuçlar boykotun etkili olduğunu göstermiş ve bazı markalar, İsrail ordusuna verdikleri desteği çekmek zorunda kalmıştır.
TRT ve Anadolu Ajansı da kamu yayıncıları olarak bu konuda üzerlerine düşeni yerine getirmişler ve boykot listeleri ile boykotun sonuçlarını açıklayarak, sürece katkı vermişlerdir.
İnsani Yardımlar
Türkiye, İsrail’in işgal politikasının sonucu olarak Filistin’de ve özel olarak Gazze’de yaşanan sorunların çözümlenmesi için katkı veren ülkelerden biridir. Ama 7 Ekim’den sonra Gazze’nin nerdeyse tamamen yıkılarak tüm Gazzelilerin yardıma muhtaç hale gelmesiyle bölgeye gönderdiği yardımları artırmıştır. Hatta Türkiye, İsrail’in Gazze’ye giren yardımları takip eden kurumu olan COGAT verilerine göre BAE’nin ardından bölgeye en fazla yardım gönderen ikinci ülke olmuştur.
Kızılay ve AFAD gibi resmi kuruluşların yanı sıra insani yardım alanında faaliyet gösteren STK’ları da mobilize eden Türkiye, toplanan yardımları Gazze’ye iletilmek üzere Mısır’ın Ariş limanına göndermiştir. Saldırılar nedeniyle Gazze’ye girilemese de Refah’ın Mısır tarafında kurulan sahra hastanesi ve aşevleriyle katkı sağlamaya çalışmıştır. Ayrıca Gazze’deki saldırılarda yaralanan ve tedavi imkanı olmayan bazı hastaların Türkiye’ye getirilerek tedavilerini sağlamıştır.
Bunların yanı sıra İsrail’in Gazze’deki varlığını sonlandırmaya çalıştığı Birleşmiş Milletler Filistinlilere Yardım Ajansı UNRWA’ya yapılan yardımları arttırarak kuvvetli destek vermiştir.
Medya (Algı Operasyonlarıyla Mücadele)
Türkiye’nin diplomasiden sonra en fazla önem verdiği ve etkili olduğu alan medya olmuştur. Zira özellikle Batı medyası Siyonist Yahudilerin tasallutu altında olduğundan, Gazze’de yaşananlar tamamen İsrail perspektifinden servis edilmekte ve Gazze’de on binlerce sivil Filistinli katledilirken İsrail mağdur olarak resmedilmekteydi.
Ayrıca İsrail’in sanki her şey 7 Ekim’de başlamış gibi bir algı üreterek, işlediği soykırım suçunu meşru müdafaa maskesiyle gizlemeye çalışması ve kendisini eleştirenleri de antisemitizmle suçlamasına mutlaka son verilmeliydi. Türkiye, bu maksatla 7 Ekim’den itibaren bölgeden en doğru haberleri servis ederek ve Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı Dezenformasyonla Mücadele Merkezi, Anadolu Ajansı bünyesindeki Ayrımcılık Hattı ve Teyit Hattı gibi platformların yaptığı etkileyici yayınlarla İsrail’in tüm yalanları bir bir çürütülerek, algı operasyonları boşa çıkarılmıştır.
Anadolu Ajansı tarafından sahadaki şahitliklere dayanarak hazırlanan “Kanıt” kitabı da bu konudaki en somut çıktılardan birisi olmuştur. Zira Kanıt kitabı, UAD’de İsrail aleyhinde devam eden soykırım davasına delil olarak sunulmuştur.
Askeri Kapasite/Güvenlik
Askeri kapasite, bu süreçte doğrudan kullanılmamış olsa da Cumhurbaşkanı Erdoğan, Dışişleri Bakanı Fidan ve MHP Genel Başkanı Bahçeli tarafından değişik vesilelerle dile getirilen, hem BM barış gücü kapsamında veya garantör ülke olarak hem de “gerekirse Türkiye tek başına inisiyatif alıp, Gazze’ye asker gönderebilir” söylemlerinin öznesi olmuştur. Türkiye bu söylemlerle, İsrail’e “gerekirse müdahale ederiz” mesajını vermiş ve Gazzelilerin yalnız olmadığını göstermeye çalışmıştır.
Ayrıca savunma sanayiinde artan kapasite sayesinde kurulan yeni iş birlikleri de Türkiye’nin Gazze’ye yönelik politikasının ilgili ülkelere aktarılmasına vesile olmuştur.
Bu başlıktaki diğer bir argüman da İsrail’e işlediği soykırım suçu nedeniyle “silah ambargosu uygulanması” çağrısı olmuştur. Dünya genelindeki hak temelli örgütlerin yaptığı çağrılara Türkiye de destek olmuş ve İsrail’in saldırılarının sonlandırılması için yalnızlaştırılması gerektiğinin altı çizilmiştir.
Güvenlik boyutunda ise, Türkiye’nin son dönemde Mossad’a yönelik gerçekleştirdiği operasyonlar örnek gösterilebilir. Zira İsrail’in aralarında Türkiye’nin de bulunduğu ülkelerde Hamas liderlerine suikast düzenleyebileceği haberleri üzerine, Türkiye Mossad’ın bu yöndeki muhtemel kapasitesini sonlandırmak için gerekli tedbirleri almış ve ülkeye sığınmış Filistinlileri korumaya almıştır.
Sonuç olarak, Türkiye’nin 7 Ekim öncesindeki, Filistinlileri destekleyen ama muhtemel bir arabuluculuk misyonu için bir o kadar da tarafsız kalmaya çaba gösterilen Gazze politikası radikal bir şekilde değişmiştir.
Türkiye’nin yeni Gazze politikası; diplomasi, hukuk, boykot, insani yardım ve medya ile göreceli olarak askeri kapasite sütunları üzerine inşa edilmiş olup, yeni politikanın başarılı olması için devletin bütün kurumları, medya ve bu konuda hassasiyet gösteren tüm sivil toplum unsurları seferber edilerek sonuç alınmaya çalışılmıştır.
Türkiye’nin yeni politikasının bir sonucu olarak; “Gazze’ye destek, İsrail’e lanet” mitingleri tertip edilmiş, TBMM’de tüm partilerin katılımıyla ortak açıklamalar yapılmış, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve hükümet üyeleri, İsrail’in durdurulmasını sağlamak için her fırsatı değerlendirip etki üretmeye çalışmışlar, Türk medyası İsrail’in yalanlarını çürütürken dünyaya bölgeden en doğru haberleri servis etmiş, İsrail’in saldırılarını sonlandırması için İsrail mallarına yönelik geniş kapsamlı boykot kampanyası başlatılmış ve bunun dünya geneline yayılması için uğraşılmış, BM Güvenlik Konseyi ve Genel Kurul’un İsrail’in saldırılarını ve soykırımı durdurması için kuvvetli lobi faaliyeti yürütülmüş, İsrail’e silah ambargosu uygulanması için çağrılar yapılmış ve her şeyden önemlisi İsrail’in işlediği soykırım suçları nedeniyle UCM ve UAD gibi uluslararası mahkemelerde hesap vermesi için tüm imkanlar seferber edilmiştir.
Türkiye’nin uygulamaya koyduğu yeni Gazze politikasının bir sonucu mudur bilinmez ama dünyada İsrail’e karşı eleştiriler yükselmiş ve Batılı ülkelerde yasaklara rağmen yapılan protestolar artmıştır. Bunların yanı sıra BM’de oylanan Filistin lehindeki ve İsrail aleyhindeki kararlara verilen kuvvetli destek, UCM’ye İsrail’e yönelik yargılamanın başlaması için yapılan baskılar ve UAD’de görülen soykırım davasına daha çok ülkenin müdahil olmak istemesi umut vaat eden gelişmeler olmuştur.
İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarının durdurulması ve bir an önce ateşkesin sağlanması için çaba gösteren diğer tüm aktörlerle birlikte Türkiye’nin uygulamaya koyduğu yeni Gazze politikasının da başarıya ulaşmasını diliyor ve Gazze’de akan kanın bir an evvel durmasını temenni ediyoruz. Bu acıların müsebbibi ve kendisi de başka bir soykırımın (Holokost) mağduru olan İsrail’in de yargılanarak soykırımcı bir devlet olarak damgalanmasını umuyoruz.