Kriter > Dış Politika |

İrancılığın Türkiye Serüveni


İran’ın Türkiye’deki İslamcı yapılar üzerindeki etkisi küçük ve çoğu kriminal örgütler dışarıda tutulacak olursa daha çok kültüreldir. Devrimin önde gelen isimlerinin yazdığı eserlerin Türkçeye tercüme edilerek yaygınlaştırılması Sünni anlayışın güçlü olduğu Türkiye’de “mezhebi reflekslerin” kırılmasında etkili olmuştur.

İrancılığın Türkiye Serüveni

İran Devrim Muhafızları Komutanı Kasım Süleymani’nin ABD’nin düzenlediği bir saldırı sonucu öldürülmesine, Türkiye’de birbirinden bütünüyle farklı ideolojik zeminlere sahip olduğu düşünülen kesimlerin benzer tepkiler vermesi, bu yapıların ideolojik temellerinin ve siyasal ilişkilerinin yeniden sorgulanmasına yol açtı.

Vatan Partisi lideri Doğu Perinçek’in ve Saadet Partisi lideri Temel Karamollaoğlu’nun bu suikast karşısında İran’ı sahiplenen ve Süleymani’ye “şehit” yakıştırması yapan yaklaşımları, İran devrimini bir tehdit olarak algıladığı düşünülen Kemalistlerin ve Türkiye’deki İslamcı siyasetin erken tarihli pratiğini ortaya koyan anlayışın “söylem birlikteliğini” izaha muhtaç hale getirmiştir. Türkiye’deki İslamcı düşüncenin temel kodları ile İran devrimiyle kurduğu ilişkiyi anlayabilmek; bunu yaparken ulusalcı ve bir yönüyle Avrasyacı Kemalist solun siyasi yaklaşımlarının nasıl bir seyir izlediğini takip etmemiz gerekir.

 

20. Yüzyıl İslamcılığı

İslamcılık, Osmanlı Devleti’nin büyük ölçüde zayıfladığı ve çöküşün eşiğine geldiği 19. yüzyılda, devletin yıkılmaktan nasıl kurtulabileceği sorununa karşı aydınların ve bazı devlet adamlarının ürettiği bir reçeteydi. Ancak 18. yüzyılda Kırım’dan başlayan çekilmenin, 20. yüzyılın başında Balkanlar, Kafkasya, Kuzey Afrika ve tüm Ortadoğu’daki toprakların yitirilmesi ve nihayet Osmanlı’nın girdiği Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmasıyla birlikte İslamcılığın ürettiği bu “koruma ve muhafaza etme” temelli tezler de çökmüştü.

20. yüzyılın ortalarında, İslam dünyasında emperyalist işgallerin sürdüğü ve kimi bölgelerde yerel direniş hareketlerinin uzun soluklu mücadelesinin devam ettiği, yani “devletsizliğin” hüküm sürdüğü bir vasatta İslamcılık yeni bir anlayışla zuhur edecekti. Bu ikinci dönem, Cezayir’in 132, Tunus’un 75, Libya’nın 40, Irak’ın 16, Suriye’nin ise 28 yıl yabancı işgali altında kaldığı dönemde şekillenmişti. 1960 sonrası süreçte Hint Alt Kıtası’nda ve Mısır’daki, çoğunlukla Batılı eğitimden geçmiş ulema eliyle ortaya konulan ve Müslüman halkların emperyalist işgallere karşı direnirken, “geleneksel İslam anlayışıyla” da hesaplaşması gerektiği düşüncesini merkeze koyan yaklaşımın en büyük açmazı, savunduğu tezleri pratik edebileceği bir saha bulunmamasıydı.

1970’lerin ortasında din adamları öncülüğünde giderek güçlenen ve 1979’da Ayetullah Humeyni eliyle halk inkılabına dönüşen İran Devrimi, İslam dünyasındaki İslamcı hareketler için heyecan vericiydi. Çünkü savuna geldikleri “aşağıdan yukarıya” ıslah temelli devrimci dönüşüm, hiç beklemedikleri bir coğrafyada başarıya ulaşmıştı.

Bu durum, İslamcı hareketlerin İran devrimine karşı sempati duymasını sağlarken İran açısından ise Sünni dünyaya nüfuz etmek için bulunmaz bir fırsat sunuyordu. Ancak devrimin başarıya ulaşmasıyla birlikte İran’ın yayılma ve devrimi ihraç etme stratejisini “Şii düşüncesi ile Fars milliyetçiliği”nin sentezinden mülhem bir teorik zemine dayandırması hayal kırıklıklarını da beraberinde getirecekti.

 

İran Devriminin Uzantıları

İran, Şii nüfusun etkin olduğu ülkelerde yaptığı “devrimi ihraç etme” programında başarılı oldu. Lübnan’daki Şii Hizbullah Örgütü üzerinden bu ülkenin; Irak’ın güneyinde Saddam yönetimine muhalif Şii örgütler eliyle de Irak’ta nüfuzunu arttırmayı başardı. Irak’ın 2003’te işgal edilmesiyle birlikte, Sünni Arapların yönetimden tasfiye edilmesi Irak’ın neredeyse bütünüyle İran’ın etki alanına girmesini sağladı. Yemen’deki Şii Husi Hareketi eliyle, Arabistan yarımadasını güneyden çevrelemeyi de başardı. Suriye’de ise 1971’de iktidara gelen Nusayri azınlığa mensup Hafız Esed sayesinde bu ülkedeki nüfuzunu sağlamlaştırdı ve 2012’de başlayan iç savaşa doğrudan müdahale ederek Baas iktidarının en önemli hamisi oldu.

İran devriminin, Sünnilerin çoğunlukta olduğu ülkeler üzerindeki etkileri ise küçük ancak örgütlü yapıları desteklemesi şeklinde oldu. Filistin’de Müslüman Kardeşler’in örgütü Hamas’la İsrail karşıtlığı zemininde ilişki kuran İran, Fethi Şikaki’nin önderliğindeki İslami Cihad ile çok daha güçlü bir organik ilişki kurmayı başardı. Suriye’deki Müslüman Kardeşler’in Hama’da 1982’de Baas rejimi tarafından yok edilmesini zımnen destekleyen İran’ın, Irak Baas’ı ile savaş halinde olması sadece iki ülkenin Basra Körfezi’ndeki çıkarlarının çatışmasıyla değil mezhebi farklılıklarla da izah edilmelidir.

 

Devrim İhracı

İran’ın Türkiye’deki İslamcı yapılar üzerindeki etkisi ise küçük ve çoğu kriminal örgütler dışarıda tutulacak olursa daha çok kültüreldir. Devrimin önde gelen isimleri olan Murtaza Mutahhari, Ayetullah Humeyni, Ali Şeriati, Muhammet Beheşti ve Irak’taki Şii otorite Muhammet Bakır es Sadr gibi kişilerin eserlerinin Türkçeye tercüme edilerek yaygınlaştırılması Sünni anlayışın güçlü olduğu Türkiye’de “mezhebi reflekslerin” kırılmasında etkili olmuştur.

Bununla birlikte Humeyni’yi dönemin “rehberi” ve Müslümanların “imamı” olarak gören küçük bazı yapıların Türkiye’de İran istihbaratı adına çeşitli eylemler düzenlediği konusundaki güçlü şüpheler daima var olmuştur. İran’da devrim sırasında Şah yönetimine karşı mücadele eden, ancak 1980’den sonra şiddet kullanılarak tasfiye edilen rejim muhalifi Halkın Mücahitleri mensuplarına karşı Türkiye’de yapılan çeşitli suikastlar bunların başında gelmektedir. 1990’da Atatürkçü Düşünce Derneği kurucuları Bahriye Üçok ve Muammer Aksoy’un öldürülmeleri üzerindeki şaibe hala kalkmış değildir. 1993’te bir başka Kemalist gazeteci Uğur Mumcu’nun öldürülmesi ve aynı yıl Musevi iş adamı Jak Kamhi’ye yönelik suikast girişimlerinde, İran istihbaratının parmağı olduğu iddia edildiyse de bunlar asla ispat edilemedi.

Ancak Türkiye’de İslamcı siyasetin yükselişe geçtiği bir dönemde vuku bulan bu olaylar, Kemalizm taraftarı “kitlelerin militarize edilmesinde” önemli bir rol oynadı. 1937’de anayasal bir kimlik kazanarak kurumsallaşan Kemalizm, gücünü “askeri vesayet”ten alıyordu ve toplumsal bir taban desteğine ihtiyaç hissetmiyordu. Fakat 1980’lerden itibaren ülkenin vesayet rejiminden uzaklaşmaya başlaması ve 1991 seçimlerinde İslamcı siyasetin görünür biçimde ivme kazanması, ülkede Kemalistlerin toplumsal tabanını “görünür” kılmaya itti. Kemalist aydınlara yönelik düzenlenen bu suikastlar eliyle oluşan “laik-dindar” gerilimi, askeri-sivil bürokrasiye hakim olan ve ekonomik açıdan halkın diğer kesimlerine göre daha müreffeh yaşayan bu kitlenin sokaklara inmesine ve kitleselleşmesine ciddi bir zemin hazırladı.

Refah-Yol Hükümeti’nin 1997’deki askeri müdahale ile yıkılmasını hazırlayan sürecin son ancak en vurucu noktası şüphesiz, İran Büyükelçisi Muhammed Rıza Bagheri’nin de hazır bulunduğu Ankara’daki Kudüs Gecesi’ydi. Medyanın, hükümeti yıkmak için kullandığı “İran tehlikesi” algısına hizmet eden bu geceyi düzenleyen kişiler, süreç içerisinde hem Suriye’deki halk ayaklanması hem de Kasım Süleymani suikastı karşısında 28 Şubat darbecileriyle aynı noktada buluştular.

Merhum Necmettin Erbakan, başbakanlığında ilk yurt dışı gezisini ABD’nin tepkisine rağmen İran’a yapmıştı. Milli Görüş’ün “İslam Birliği” düşüncesinin tezahürü olarak takdim edilen bu ilişki ivme kazanarak devam etti. Refah-Yol’un yıkılmasını sağlayan “İran tehlikesi algısına” rağmen, 2009’da üstelik 28 Şubat’ın yıldönümünde düzenlenen bir programa İran Cumhurbaşkanı Mahmut Ahmedinejad onur konuğu olarak katıldı. Aynı yıl Erbakan, parti başkanı sıfatıyla İran’a gidecek ve İran eski Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani ve Dışişleri Bakanı Menuçehr Muttaki tarafından karşılanacaktı.

Erbakan’ın vefatından sonra Saadet Partisi’nin genel başkanlığına seçilen Mustafa Kamalak’ın Suriye’de çatışmaların büyüdüğü 2012’de Beşar Esed’i ziyaret etmesi ise kamuoyunda çok tartışıldı. Saadet Partisi’nin İran’la olan münasebeti, Temel Karamollaoğlu döneminde ise en güçlü noktasına ulaştı.

Tahran Azadi (Özgürlük) Kulesi
Tahran’daki Azadi (Özgürlük) Kulesi’nde, Ayetullah Humeyni’nin 1979’da İran İslam Devrimi’yle yönetime geçişini gösteren bir poster, 1988

 

Sol ve İran Devrimi İlişkisi

İran devriminin sol ile kurduğu ilişkinin teorik bir zemini her zaman mevcuttu. İranlı akademisyen Dr. Roham Alvandi, bu bağlantıyı Humeyni’nin “Batıcı Pehlevi monarşisine karşı kitleleri örgütlemek ve hayali otantik bir ‘İslam özüne dönmek’ adına Şii İslam’ı devrimsel bir ideoloji olarak yeniden tahayyül etmek için Marksizm’den borçlandığını” öne sürerek ifade eder.

Kamuoyunda oluşan algının aksine Vatan Partisi’nin öncülü olan Türkiye İşçi Köylü Partisi (TİKP) ve yayın organları Aydınlık gazetesi, İran devriminin hazırlık aşamalarından itibaren bu süreci desteklemişlerdir. 1978 boyunca yaptıkları yayınlarda ABD yanlısı İran Şahı aleyhinde bir tutum sergileyen Aydınlık gazetesi, diğer pek çok sol yapı gibi Şah’ın polis şiddetini eleştirmiş ve Humeyni, Muntazeri ve Talegani gibi din adamlarının muhalefetini desteklemişlerdi.

Humeyni’yi Tahran’a götüren Fransız uçağında Aydınlık gazetesinden Çiğdem Kömürcüoğlu da bulunuyordu. Humeyni devrimini gazete “Muhteşem karşılama” manşetiyle selamlıyordu. Solun, ABD karşıtlığı temelinde devrime verdiği destekten farklı olarak Aydınlık’ın İran devrimini desteklemesinin bir başka sebebi, Humeyni’nin, Maoist çizginin düşmanı olan Sovyetlere karşı mesafeli tutumuydu. Lenin ve Stalin dönemi SSCB’sini devrimci ve doğru bir çizgi olarak tanımlayan Aydınlık, Kruşçev ve Brejnev’in Sovyet yönetimini ise “en tehlikeli emperyalizm” olarak görmekteydi.

Humeyni’yi 23 Mart 1979 nüshasında “İran halkının bağımsızlık ve özgürlük mücadelesinin önderi” olarak tanımlayan gazete, İran Komünist Partisi Tudeh’in devrimden sonra şiddet kullanılarak tasfiye edilmesini, bu yapının Sovyetlerin uzantısı olduğu gerekçesiyle destekliyordu.

Görüldüğü gibi Aydınlıkçıların İran devrimi ile kurduğu ilişki, Suriye’deki halk ayaklanmasına karşı aldıkları tutumdaki örtüşmeden çok daha önce başlamıştı. Türkiye iç kamuoyundaki “laik-dindar” gerilimini, İslami siyasetin geriletilmesi için araçsal olarak kullanan Aydınlık’ın, İslami devrim iddiasındaki İran’la kurduğu ilişkiler, Perinçek’in oportünist siyaset biçimini tam olarak kavramadan anlaşılamaz.

Bugün Suriye’deki Esed rejimine, uyguladığı tüm katliamlara rağmen “direniş ekseninin” bir parçası olduğu iddiasıyla açık destek veren Aydınlık, 1978’de aynı rejimi üstelik “direniş ekseni”ni zedelediği gerekçesiyle eleştirmekteydi. Hatta Esed yönetiminin İsrail aleyhtarlığını samimi bulmuyor, Hristiyan örgütlerle bir olup Filistinlileri katlettiğini öne sürüyordu.

Kudüs İnisiyatifi Üyeleri

Kasım Süleymani’nin öldürülmesi Türkiye’de de geniş yankı buldu. Süleymani’nin ABD tarafından öldürülmesi Ankara’da Kudüs İnisiyatifi üyelerince protesto edildi, 12 Ocak 2020

 

ABD-İran İlişkileri

Kasım Süleymani suikastı sonrası ABD ile İran arasında sıcak bir savaşın yaşanacağı konusundaki öngörüler, İran’ın misilleme olarak Irak’taki ABD askerlerinin bulunduğu üslerin, “haber verildikten sonra” vurulmasıyla boşa çıktı. İran’ın Süleymani’nin cenaze törenlerini araçsallaştırıp, kendi kamuoyunu bir yandan rejim etrafında konsolide ederken, diğer yandan teskin etmek için düzenlediği bu saldırıda, ABD’nin hiçbir kayıp yaşamaması akla rejimin ABD ile kurduğu ilişkilerin tarihini getirdi.

1979 Devrimi’nin her ne kadar ABD karşıtı bir zemine sahip olduğu iddia edilse de, bu algı sahadaki pek çok gerçekle örtüşmemektedir. İran ile Irak arasında, Şah Rıza Pehlevi döneminde giderek şiddetini arttıran Şattülarap Sorunu’nun, İran’daki karışıklıklardan yararlanmak isteyen Irak tarafından bir oldubittiye getirilerek çözülmek istenmesi üzerine başlayan savaş, İran’ın yeni yöneticileri tarafından “devrimi bitirmek isteyen emperyalistlerin” bir hamlesi olarak kamuoyuna sunulmuştu.

1980’de başlayan savaşla birlikte İran’ın resmi propagandası, Saddam Hüseyin’in ABD başta olmak üzere Batı’dan aldığı siyasi ve askeri destekle, İslami devrimi yok etmeye çalıştığıydı. Hatta İran bu savaşı Hz. Hüseyin-Yezid karşıtlığıyla, Irak ise Hz. Ömer’in İran seferi olan Kadısiye ile irtibatlandırıyordu.

Her iki tarafın bu dinsel ögelerle süslediği propaganda savaşının gerisinde ise en az Irak kadar İran yönetiminin de ABD ile ilişki kurduğu, savaşın ilerleyen dönemlerinde ortaya çıktı. Irak bu ilişkisini gizlemiyordu. Ancak savaşını Irak üzerinden ABD emperyalizmine karşı sürdürdüğünü iddia eden İran için durum farklıydı. Humeyni yönetiminin ABD’den silah aldığının ortaya çıkması, İran’ın tüm anti-emperyalist söylemlerinin çökmesi anlamına geliyordu. Kamuoyunda “İrangate skandalı” olarak bilinen ve ABD’nin İran-Irak Savaşı’nda, İran’a askeri yardım ve silah satışı yaptığı iddiaları, dönemin ABD Başkanı Ronald Reagan tarafından 13 Kasım 1986’da yaptığı ulusa sesleniş konuşmasında itiraf edildi.

Türkiye’de bazı sol ve İslamcı yapıların, dış politikada bütünlüklü bir tavır alamamalarında “Soğuk Savaş” döneminin alışkanlıklarıyla siyaset üretmeye çalışmaları, bir küresel gücün himayesi olmadan politika üretilemeyeceğine dair inançları belirleyici olmaktadır. Bu inanç, kendi sekter politika yapma biçimlerini revize edememekle sonuçlanmaktadır.

ABD ile yaşanan gerilim üzerine Rusya’dan S-400 alarak karşı hamle yapan Türkiye, aynı dönemde Rusya’nın Kırım’ı ve Ukrayna’nın Donetsk ile Lugansk şehirlerini ilhak etmesini reddeden bir yaklaşım içinde olabilmektedir. “Türkiye merkezli” olarak tanımlayabileceğimiz bağımsızlaşma siyasetinin hiçbir küresel gücü “doğrudan” karşısına almadan, ancak yine hiçbir küresel gücün “boyunduruğu altına girmeyi kabul etmeyen” duruşunu anlayabilmek, yaklaşık iki asırdır Türk siyasetine hakim olan “edilgen” tutumdan zihinlerimizi temizlemek ve yeni bir vizyona sahip olmakla mümkündür.


Etiketler »  

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası