2023 seçimleri tamamlandı ve Türkiye seçimini yine Erdoğan’dan ve Cumhur İttifakı’ndan yana yaptı. Böylelikle Cumhur İttifakı meclis çoğunluğunu kazanırken, Erdoğan da yeniden Cumhurbaşkanı seçildi. Ancak sonuçların gösterdiği en önemli çıktı, salt bir ideoloji olmanın ötesinde milliyetçi anlayış, yaklaşım ve hassasiyetin Türkiye’deki en güçlü siyasi eğilim haline geldiğidir. Bu noktada, gerek tarafların seçimlerde tercih ettiği söylem ve strateji, gerek dış ve iç tetikleyiciler neticesinde milliyetçiliğin heterojen bir yapıyla dahi olsa da gerçek “dip dalga” olduğunu söylemek mümkündür.
Ancak Türkiye’de yükselen söz konusu milliyetçiliğin; heterojen, kendi içerisinde farklılıklar barındıran yapısına rağmen başarılı bir şekilde yönetilmesi sonucu, negatif bir ideolojiye dönüşmesi engellenmiştir. Diğer bir ifadeyle Türkiye’de bir eğilim olarak yükselen milliyetçiliğin önemli oranda Batı’da olduğu gibi aşırı, uç, ırkçı ve/veya zenofobik popülist bir ideolojiye dönüşmesi engellenmiştir. Bunu başaran ise söz konusu eğilimin toplum nezdinde güçlenmeye başlandığını gören, dolayısıyla bunun pozitif ve negatif çıktılarını da öngörerek kendi siyasetini ve söylemini “yerli-milli” çatı kavramı altında bir değer siyasetine adapte eden Cumhurbaşkanı Erdoğan’dır. Dolayısıyla 2023 seçimlerini söylem ve siyasetiyle milliyetçi eğilim ve bu eğilime sahip seçmen kümeleriyle etkileşim kurabilen ve bu eğilimi en yöneten taraf kazanmıştır.
2023 Seçimleri ve Milliyetçilik
2023 seçimleri incelendiğinde görülmektedir ki milliyetçilik, ideoloji veya değer fark etmeksizin bir çatı/hassasiyet olarak ele alındığında yakın siyasi tarihimizde belki de hiç olmadığı kadar sandığa yansımıştır. Öyle ki kendisine yönelik tüm negatif kampanyaya rağmen geleneksel milliyetçi çizgi ve bu çizginin on yıllardır temsilcisi olan MHP’nin ve ondan yakın veya uzak geçmişte kopmuş partilerin toplam oy oranının neredeyse yüzde 25’lere ulaşması oldukça dikkat çekicidir. Dolayısıyla heterojen yapısına rağmen milliyetçilik, gerçek dip dalga olarak geleneksel ve/veya modern çizgide kendini sandıkta göstermiştir.
Seçimlerin milliyetçilik bağlamında gösterdiği bir diğer çıktı ise Kılıçdaroğlu ile HDP yakınlaşmasının seçmen nezdinde milliyetçi bir reaksiyona sebep olduğudur. Bu reaksiyon ise kendini milliyetçi partiler ile Erdoğan ve Oğan’ın oylarında göstermiştir. Öyle ki Oğan, İnce’nin popülaritesini kaybetmesi ve adaylıktan çekilmesinin de etkisiyle, yüzde 5,2’lik bir oy oranına ulaşmıştır. Bu da seçim süreci başladığında toplum nezdinde tanınırlığı oldukça düşük olan bir ismin yalnızca milliyetçi kimliğini ön plana çıkararak, önemli bir oy oranına ulaştığı şeklinde yorumlanabilir. Diğer bir ifadeyle Kılıçdaroğlu-HDP birlikteliğine yönelik tepki, kanalı farklılaşmakla birlikte kendini Erdoğan, Oğan ve ideolojik konumlanması milliyetçilik ekseninde olan siyasi partilerin oylarında kendini göstermiştir.
Buna paralel olarak sandığın ortaya koyduğu en önemli sonuç, seçmen nezdinde terörün hala en büyük ve öncelikli tehdit olduğudur. Bu bağlamda enflasyon, pandemi, enerji krizi gibi daha da artırılabilecek alt başlıkları kapsayan ekonomik sorun ve kaygılara rağmen ideoloji ve kimlik bazlı oy verme davranışının daha ağır bastığını söylemek mümkündür. Dolayısıyla terör tehdidi başta olmak üzere çeşitli negatif duygularla pekişen algının, milliyetçi hassasiyetleri öne çıkaran reaksiyoner bir oy verme davranışına dönüştüğü ve bu reaksiyonun ekonomik kaygıları ikincil plana ittiği söylenebilir.
Türkiye’de Milliyetçilik Neden Yükseliyor?
Türkiye’de milliyetçiliğin yükseldiği artık yadsınamaz bir gerçektir. Bunun sebepleri incelendiğinde ise Türkiye’nin küresel bir trendi takip ettiği kadar kendine has tetikleyicilerin de olduğu görülmektedir. Dolayısıyla Türkiye’de yükselen milliyetçiliği, özellikle Batı siyasetinde etkisini hissettiren ancak yakın geçmişte küresel bir trend haline gelen sürecin bir parçası olarak kabul etmek yeterli değildir. Zira Türkiye’de uzun yıllardır devam eden bir terör sorunu olduğunu ve bu sorunun milliyetçi hassasiyetleri her zaman diri tuttuğunu da göz önünde bulundurmak gerekmektedir.
Bu doğrultuda Batı’da özellikle 2008 küresel ekonomik krizin sebep olduğu toplumsal reaksiyon ve ekonomik krize, liberal demokratik sistem ve merkez siyasetin güçlü ve hızlı bir çözüm üretememesi popülizme zemin hazırladı. Buna özellikle Afrika ve Suriyeli mültecilerin sebep olduğu göç krizi de eklenince Batı’da zenofobik popülist ve aşırı sağ siyasetin toplumla girdiği etkileşim neticesinde milliyetçilik yükselişe geçti. Diğer bir ifadeyle Batı’nın kendi krizine çözüm üretmedeki başarısızlığı, milliyetçi reaksiyonlara sebep olurken popülist siyasete de alan açtı ve toplum ile popülizm etkileşimi neticesinde milliyetçilik, özellikle de zenofobik ve aşırı versiyonu, yükselişe geçti. Öte yandan bu eğilim, süreç içerisinde küresel bir trende dönüştü ve Amerika ve Asya’da da kendi örneklerini üretti.
Türkiye’nin de bu eğilimden geç de olsa etkilendiğini söylemek mümkündür. Öyle ki Türkiye 2010’larda Suriye krizinden en çok etkilenen ve Suriyeli göçmen sayısının en fazla olduğu ülke konumuna geldi. Bunun dışında toplumsal yapı dönüşmeye başladı ve orta sınıflaşan, eğitimli, genç, beyaz yakalı, çoğunlukla büyükşehirlerde yaşayan ve ekonomi, Batı ile ilişkiler ve göçmen bazlı sorunlardan memnuniyetsiz bir toplumsal küme oluştu. Bu da daha seküler, Batı’yı geleneksel milliyetçi çizgiden farklı olarak düşmanlaştırmayan, refah seviyesi üzerinden örnek alan, yine geleneksel milliyetçilikten farklı olarak toplumsal ve devlet odaklı değerler yerine daha çok bireysel değerleri ön plana çıkaran yeni ve daha modern türde bir milliyetçi eğilim üretti.
Söz konusu trend neticesinde, özellikle de son dönemde ağırlık kazanan bir diğer milliyetçi eğilim ise tamamen Batı tipi ve taklidi, göçmen karşıtlığı üzerine kurulu, zenofobik ve popülist bir aşırı sağ olarak ortaya çıktı. Özellikle Suriyeli göçmen karşıtlığı üzerinden popülarite kazanan, Avrupa’daki aşırı sağ partilerin popülist söylem ve siyasetini taklit eden bu yapı, mevcut siyasi aktörleri yeteri kadar radikal olmamakla suçlayarak ve kendilerini sorunun yegane çözümü olarak sunan bir stratejiyi tercih etti. Öte yandan söz konusu siyasi stratejinin seküler ancak aşırı milliyetçi söylem ve politikaları destekleyen, ekonomik olarak alt ve orta grupta yer alan seçmen kitlesinde karşılık bulduğu söylenebilir.
Ancak bu iki grubu, küresel milliyetçi trendin Türkiye’deki izdüşümü olarak kabul etmek kabaca mümkünse de Türkiye’deki milliyetçi eğilimin artışını yalnızca söz konusu iki grup üzerinden açıklamak eksik ve hatalı olacaktır. Zira seçim sonuçları bize göstermektedir ki özellikle Erdoğan, Cumhur İttifakı ve MHP oylarında kendini gösteren değer odaklı geleneksel milliyetçilik, Türkiye’de hala en güçlü milliyetçi çizgidir. Bunun temel sebebi ise uzun yıllardır süre gelen terör sorunun yurt içinde büyük oranda bitirilse dahi özellikle Suriye iç savaşı sonrası ortaya çıkan yeni terör tehdididir. Ayrıca FETÖ’nün darbe girişimi ve uluslararası arenada Türkiye’nin bağımsız dış politikasının geleneksel ittifakları rahatsız etmesi gibi sayısı artırılabilecek çeşitli olası tehdit algısı, kamuoyunda karşılık bulmuş ve korumacı, değer odaklı, yumuşatılmış ve tabana yayılmış bir milliyetçilik güç kazanmıştır.
Milliyetçiliği Yönetmek: Yerli-Milli Siyaset
Bu noktada milliyetçi eğilimdeki artışın Batı’da olduğu gibi aşırı, etnik ve zenofobik bir yapıya bürünmesini engelleyen husus Erdoğan, Bahçeli ve Cumhur İttifakı’nın ortaya koyduğu ve yerli-milli siyaset olarak kavramsallaştırılan strateji oldu. Özellikle milli ve manevi değer odaklı, farklılıkları değil söz konusu ortak değerleri ön plana çıkaran, “millet”in bu değerlerini ve “devlet”in kazanımlarını ve muhafazasını önceleyen bir siyaset üretildi. Böylelikle Erdoğan, Bahçeli liderliğindeki MHP ve Cumhur İttifakı, milliyetçi eğilimi yumuşatarak tabana yaydı. Bu sayede hem milliyetçiliğin Batı’da olduğu gibi aşırı bir hal alarak toplumsal bir tehdide dönüşmesi engellendi, hem de Erdoğan ve Bahçeli, tüm olumsuzluklara rağmen milliyetçi trendi yöneterek, bunu siyasi bir avantaja çevirdi.
Söz konusu süreci daha detaylı incelediğimizde özellikle Suriye’deki gelişmelerin dönüm noktası olduğunu söylemek mümkündür. Zira Erdoğan’ın tüm siyasi riskleri alarak başlattığı Çözüm Süreci, PKK ve uzantısı terör örgütünün Suriye’deki iktidar boşluğundan faydalanma hedefiyle tekrar saldırılarına başlaması neticesinde sonlandı. Paralelinde Suriye’nin kuzeyinde bir terör koridoru kurulması riski ve bu bölgeden gelen saldırılar, FETÖ’nün devleti ve meşru iktidarı, DEAŞ’ın ise toplumu hedef alan saldırıları güçlü bir milliyetçi reflekse sebep oldu.
İşte tam bu noktada Erdoğan, küresel ve yerel anlamda güç kazanan milliyetçi eğilimi başarılı bir şekilde okuyarak pozisyonunu tazeledi. Özellikle 2015’ten itibaren aldığı acil önlemler ile devletin güvenliğini önceleyen adımlar attı. Her ne kadar 15 Temmuz sonrası adı konulmuş olsa da 2015 seçimlerinin ardından Erdoğan ve Bahçeli, yerli ve milli odaklı ortak bir duruş sergilemeye başladı. 15 Temmuz’un ardından ise Cumhur İttifakı çatısı altında stratejik bir birliktelik kuruldu. Söz konusu stratejik birliktelik, ürettiği “yerli-milli” söylem ve politikalar ile milli ve manevi ortak değerleri temel alan bir tür “değer” milliyetçiliği üretti.
Böylelikle artan milliyetçi hassasiyet ve reflekslerin, Batı’da örneği görülen dışlayıcı, aşırı ve zenofobik bir türe dönüşmesini ve bu tür bir milliyetçiliğin ülke içinde sebep olabileceği riskleri bertaraf etti. Buna ek olarak da milliyetçi eğilimi tabana yayarak ve yumuşatarak, rüzgarı arkasına aldı ve pandemi, ekonomi gibi yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen milliyetçi hassasiyetlere sahip seçmen nezdinde güvenilir taraf haline geldi. Doğal bir sonuç olarak da sandıktan galip taraf olarak ayrıldı.
Sonuç olarak Türkiye’de milliyetçilik, heterojen bir yapıyla yükselmeye devam etmektedir. Öte yandan kapsayıcı ve değer odaklı milliyetçilik türü olarak “yerli ve milli” anlayış, yeni bir ideolojik trend şeklinde kendini diğer ideoloji ve kimliklerden olumlu anlamda ayrıştırmaktadır. Burada asıl kritik nokta, yükselen küresel ve yerel milliyetçi eğilimi iyi okuyan Erdoğan ve Cumhur İttifakı’nın bu eğilimi ve tabanı iyi yönetmesi, bununla etkileşime girerek kendi siyasi pozisyonunu tazelerken milliyetçiliği yumuşatması ve tabana yayması, “yerli-milli” kavramı ile tanımlanan bir değer milliyetçiliği üretmesidir. Böylelikle yükselen milliyetçi eğilimin Batı tarzı uç, dışlayıcı ve zenofobik popülist bir yapıya bürünmesi önlenmiş, hem de Erdoğan ve Cumhur İttifakı, milliyetçilik rüzgarını arkasına alan taraf haline gelmiştir.