Kriter > Dış Politika |

Avrupa’nın Suriye Sessizliği


Avrupa ülkeleri, Suriye krizine dair sıyası çözüm bulunması, Türkiye’nin güneyindeki olası “güvenli bölge” meselesi ve Suriyeli mültecilere ilişkin konularda somut yaklaşımlarda bulunmaktan kaçınıyor. Avrupa’da bir sessizlik hakim.

Avrupa nın Suriye Sessizliği

2011’den bu yana başta Türkiye’de olmak üzere tüm dünyada etkileri hissedilen Suriye’deki insanlık krizi, Avrupa’yı da doğrudan sarstı. Krizle ilgili oluşan tüm sorunlara rağmen özellikle üç hususta sessizliği tercih eden Avrupa ülkeleri, uzun vadeli projeksiyon ve mülteci sorununa yönelik çözüm önerilerinden ziyade, soyut ve kısa vadeli söylemleri tercih etmektedir. Özellikle sessiz kalınan ya da somut bir strateji noksanlığının bariz olduğu alanlar, Suriye krizine dair siyasi çözüm, Türkiye’nin güneyindeki olası “güvenli bölge” meselesi ve Suriyeli mültecilere ilişkin konulardır. Avrupa ülkeleri bu hususlarda somut yaklaşımlardan kaçınmaktadır.

Sessiz ve pasif kalınması bir yana, Türkiye’nin Suriye krizi ve mülteciler konusunda sergilemiş olduğu -bilhassa insani- yardım performansına ilişkin ağırlıklı olarak olumsuz bir söyleme başvurulması da olağan hale gelmiştir. Ayrıca krizin başta Türkiye olmak üzere Avrupa haricindeki ülkelerin gayretlerine rağmen sürmesi ve yeni mülteci akımlarının olabileceği gerçeği ise, Avrupa’nın bu sessiz ve pasif tavrını daha da anlaşılmaz hale getirmektedir.

Tüm Avrupa ve özellikle lokomotif ülke konumundaki Almanya’nın bu sessizliğini, 2015’ten bu yana Suriye krizine yönelik yaklaşımlarını irdelemek ve geleceğe dönük bazı çıkarımlar yapmak gerekmektedir. Nitekim günübirlik politikaların tercih edildiği intibaı artarken, Avrupa ülkelerinde aşırı sağın giderek normalleşmesi de önümüzdeki yıllarda Avrupa’nın Suriye sessizliğinin daha da sorunlu bir aşamaya evrileceği gerçeğini gözler önüne seriyor.

 

Avrupa’nın Pasifliği

Suriye’deki iç savaştan dolayı oluşan mülteci krizi Avrupa ülkeleri arasında en çok Almanya’yı etkilemiştir. Uluslararası hukukun gereği olarak Avrupa ülkelerinin Almanya gibi benzer bir sorumluluk üstlenmeleri gerekirken, bu konuda beklentilerin çok altında hareket edilmiş, iç politika ve mülteci karşıtı dinamikler baskın çıkmıştır.

Almanya Şansölyesi Angela Merkel, mülteci akımının en zirvede olduğu bir dönemde yaptığı 31 Ağustos 2015’teki konuşmasında, mülteci akımını “büyük bir ulusal görev” olarak tanımlayarak “bunu başaracağız” sloganına başvurmuştur. Hristiyan Demokrat Birliği’nin (CDU) kardeş partisi ve koalisyon ortağı Hristiyan Sosyal Birliği’nin (CSU) o dönemki genel başkanı Horst Seehofer ise Almanya’nın binlerce mülteci kabul etmesine tepki gösterirken bu yüksek mülteci sayısının uzun vadede kabul edilemez olduğunun altını çizmişti. Aynı sene kasımda CSU partisi mülteciler için bir üst sınır/kota belirlenmesini talep etse de Merkel bu öneriyi kabul etmemiş ve “açık kapı” politikasını mülteci dostu bir perspektifle sürdürmek istemiştir.

Ancak Almanya’da artan mülteci sayısıyla irtibatlı olarak aşırı sağcıların saldırıları da artmış, 2015’te mültecilerin konakladığı yurtlara 90’ı kundaklama olmak üzere binden fazla saldırı düzenlenmiştir. 2015’in son çeyreğinden sonra yaşanan olumsuz gelişmeler Mart 2016’da gerçekleşen eyalet seçimlerine yansımıştır. Aşırı sağcı AfD partisi Saksonya-Anhalt eyaletinde yüzde 24,3 oy alarak ikinci parti konumuna gelirken RheinlandPfalz ve Baden-Württemberg eyaletlerinde de benzer “başarılar” elde etmiştir.

Böyle bir denklemde, seçimlerden birkaç gün sonra mülteci sorununu çözmek adına Türkiye ile Merkel öncülüğündeki AB arasında yapılan anlaşmada, illegal yollarla Avrupa’ya gelip Türkiye’ye geri gönderilen her mülteci karşılığında Avrupa’ya bir legal mülteci kabul edilmesi kararlaştırılmıştır. Söz konusu anlaşmanın özellikle Almanya’nın üzerindeki mülteci yükünü azaltmak düşüncesiyle hayata geçirildiği yorumları yapılmıştır. Avrupa açısından anlaşma başarılı olmuş, zira Ekim 2015’te günde ortalama 10 bin mülteci Avrupa’ya gelirken anlaşmadan sonra bu rakam ortalama 81’e düşmüştür.

Mülteci krizinin başından bu yana AB ülkeleri arasında en çok sorumluluk üstlenen ülke şüphesiz Almanya olmuştur. Slovenya, Hırvatistan, Sırbistan, Makedonya ve Macaristan gibi Avrupa veya AB ülkeleri ise mültecilerin ülkeye girişini engellemek adına sınırlarını dahi kapatmışlardır.

Mülteciler konusundaki dengesiz yaklaşımın yanı sıra Suriye savaşı kapsamında AB’nin benimsediği pasif rol de genel itibariyle eleştirilmekte, bu durum bilhassa ABD’nin etkisizliğiyle ilişkilendirilmektedir. Burada ortak bir eylem planının ve politikanın olmaması AB dış ve güvenlik politikalarının işlevsizliğinin bir göstergesi olarak yorumlanmaktadır. Diplomasiye ve insani yardıma yoğunlaşan AB’nin diplomasi yollarına başvurması sivil ve barışçıl bir dış politika kapsamında olumlu karşılansa da, Suriye’de yetersiz olduğu ve güç odaklı (askeri) bir siyaset izlemesi gerektiği yorumları da yapılmaktadır.

AB’nin şimdiye kadar Suriye krizinin çözümüne yönelik gayretlerinin zayıf, özellikle Rusya-ABD-İran-Türkiye denkleminde etkisiz kaldığı açıktır. Yine aynı şekilde AB’nin bugüne kadar yalnızca Nisan 2018 ve Mart 2019’da Brüksel’de gerçekleştirilen Suriye konferanslarını hayata geçirmesi ve burada kabul edilen 8 milyar avronun üzerinde bir insani yardım kararının ötesine geçilmediği unutulmamalıdır. Benzer bir şekilde BM’nin Cenevre’deki Suriye barış zirvesinde AB’nin önemsiz kalması ve hatta Astana zirvesinde ise hiçbir rol oynamaması, zayıf pozisyonun bir göstergesi olarak değerlendirilmiştir.

Bu olumsuz perspektife rağmen AB ülkelerinden Fransa ve Almanya da belli aralıklarla Rusya ve Türkiye tarafından muhatap alınarak Suriye’ye ilişkin bazı zirvelere davet edilmişlerdir. Burada örneğin Ekim 2018’de İstanbul’da gerçekleşen “Dörtlü Zirve”de İdlib Mutabakatı ve Anayasa Komisyonu gibi konular ele alınmıştır.

Dolayısıyla AB’nin Suriye’ye yönelik pozisyonu ve politikaları net olmamakla birlikte somut bir şekilde öne çıkan tek söylemin “Esed’siz bir Suriye” tasavvuru olduğu söylenebilir. Özellikle Suriye krizi sebebiyle -Türkiye’den sonra en çok etkilenen bölge- olmasına rağmen AB ve bilhassa Almanya’nın geliştirdiği “Ursachenbekämpfung” stratejisini, yani sorunların sebepleriyle yerinde mücadele etme hedefi, etkin bir şekilde uygulanamamıştır. Haliyle Avrupa’nın kayda değer tek yapabildiği, 2015’in sonbaharında Avrupa’ya akın eden mülteciler sebebiyle Türkiye ile hayata geçirdiği mülteci anlaşmasıdır ki, bu sayede Avrupa’yı daha fazla mültecilerden “korumaya” çalışmıştır.

 

Avrupa’nın Suriye Sessizliği

BM zirvesinde Erdoğan ile Merkel bölgesel meseleleri görüştü, 24 Eylül 2019

Suriye Politikası

Suriye krizinden en çok etkilenen ve AB’nin lokomotif ülkesi konumundaki Almanya’nın Suriye politikasına bakıldığında ise diplomatik ve insani yardım alanlarına yoğunlaştığı gözlenmektedir. Alman Dışişleri Bakanlığı’nda reforma gidilerek “kriz yönetimi” alanında oluşturulan yeni bir genel müdürlük birimiyle, istikrarı sağlama ve çatışmayı önleyici girişimlerde bulunup “siyasi ve insani kriz durumunu düzeltme yönünde” gayret sarf edildiği gözlenmektedir.

Almanya’nın Suriye krizinin çözümünde oynadığı askeri rol ise DEAŞ’a karşı kurulan koalisyonda Fransa’ya destek mahiyetinde keşif uçuşları ve hava yakıtı işlemlerini yapmakla sınırlı idi. Bu iki husus dışında Irak’ta DEAŞ’a karşı peşmergelere eğitim desteği veren Almanya, UNIFIL kapsamında da Lübnan’da sahil güvenlik noktasında destek vermiştir. İktidar ortağı olan muhafazakar CDU’nun Federal Meclis gurubunun dış politika komisyonu başkanı olan Roderich Kiesewetter, artık Almanya ve Avrupa’nın insani yardım dışında bir alanının bulunmadığını, Türkiye ve Rusya’nın ise kendi alanlarını geliştirirken Almanya’nın ise siyasi bir çözüm bulma hedefinde de başarısız olduğunu ifade etmiştir. Kiesewetter ayrıca gelecekte tüm Avrupa ülkelerinin güvenlik politikaları noktasında daha etkin ve bir arada hareket etmeleri ve gerekirse askeri anlamda da aktif olmaları gerektiğini vurgulamıştır. Haliyle Almanya’nın bu pasif tavrı genel olarak eleştirilirken gelecekteki bu tür krizlere yönelik çok daha erken ve etkin hamleler yapılması gerektiği de ileri sürülmektedir. Nitekim böylelikle mülteci akımlarının ve Rusya’nın girişimlerinin engellenerek sorunlara müdahale edilmesi gerektiği yönünde taleplerde bulunulmaktadır.

Suriye krizinin başlamasından bu yana pasif bir rol üstlendiği gerekçesiyle eleştirilen Almanya ve AB, özellikle 2014’te Rusya’nın Suriye iç savaşına dahil olmasıyla beraber hiçbir alan bulamadığı yönünde yorumlara da muhatap olmuştur. Türkiye’nin de ulusal güvenliğini koruma amacıyla askeri operasyonlarla önce Fırat Kalkanı ve akabinde Zeytin Dalı operasyonlarıyla olası bir terör koridoruna askeri olarak müdahale etmesi, mevcut denklemde zorunlu bir değişime sebep olmuştur. Diğer taraftan Almanya ise kendi iç kamuoyunda Türkiye’nin bu hamlesini eleştirmekle yetinmiştir. Örneğin Alman Federal Meclisi’nin Bilimsel Kurulu’nun (Wissenschaftliche Dienste des Bundestages), “Zeytin Dalı Harekatı’nın uluslararası hukuk temelinde değerlendirmesi” başlıklı analizinde Türk ordusu tarafından icra edilen harekata sonuç itibariyle eldeki verilere göre “şüpheyle” yaklaşılması gerektiği belirtilmiştir.

 

Avrupa’nın Suriye Sessizliği

Daha iyi bir yaşam umuduyla Batı Avrupa ülkelerine ulaşmanın hayalini kuran sığınmacıların umuda yolculuğu AB’nin aldığı kararların ardından Balkanlar’da son buluyor.

YPG/PKK Yaklaşımı

Bu tür resmi analizler ve siyaseten parti fark etmeksizin benzeşen pozisyonların yanı sıra AB ve Almanya’nın Türkiye’nin somut politikalarına yönelik yaklaşımlarına da bakılabilir. Burada gözlenen ise kapsamlı bir bilginin olmadığı ya da siyaseten Türkiye’ye eleştirel yaklaşan tez ve söylemlerin öne çıktığıdır. Türkiye’nin uzun yıllardır önerdiği güvenli bölge hususunda ise Avrupa medyası, Türkiye’nin Suriye’deki nüfusu değiştirmeye yönelik ve bilhassa Suriyeli Kürtlere karşı mücadele etmeyi önceleyen bir stratejiyi benimsediğini ileri sürmektedir. Türkiye’nin ulusal ve sınır güvenliği kaygılarına yer verilmezken Türkiye’nin PYD/ YPG terör örgütüne karşı verdiği mücadele de eleştirilmektedir. PKK’nın Almanya ve AB’de terör örgütü olarak değerlendirilmesine rağmen, YPG Kürtlerin temsilcisi olarak kabul görmekte ve diğer gruplara kıyasla -seküler yapısı sebebiyle- tolere edilmektedir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Suriye’deki güvenli bölge konusunda ifade ettiği hususlar Avrupa’da görmezden gelinirken, mültecilerin geleceğine ilişkin tespitleri ise tehdit olarak değerlendirilmektedir. Türkiye’nin mülteciler konusunda ve Almanya’nın teoride desteklediği “sorunlarla bizzat yerinde mücadele etme” hedefine güvenli bölge bağlamında destek talebi Avrupa ülkeleri nezdinde görmezden gelinmektedir.

Diğer yandan Avrupa’nın ABD ile bu konuda benzer ancak Türkiye ile ayrışan bir güvenli bölge tasavvuruna sahip olduğu fark edilmektedir. Güvenli bölge ve bunun mültecilerin geri gönderilmesine katkı sağlayabileceği meselesine dair Avrupa’da rasyonel olmayan bir eğilimden de bahsetmek mümkündür. Buna göre Türkiye’nin pozisyonlarıyla uyumlu olmayan Avrupa ülkeleri, Türkiye tarafından güvenli bölge ve mülteciler konusuna dair destek de vermemektedir. Ayrıca Türkiye’nin, beklenilen desteğin verilmediği ve Türkiye’de bulunan 4 milyona yakın Suriyeliyle birlikte kapasitesinin de dolduğu gerçeğinden yola çıkarak Avrupa’ya mülteci akımının önünde durulamayacağını belirtmesi, kolaycı ve hatalı bir yaklaşımla tehdit olarak yorumlanmaktadır. Kapıların açılması gibi zaruri bir ihtimalin hakikate dönüşmesi durumunda; yani Türkiye’nin gerçekten mülteci anlaşmasını feshetmek zorunda kalarak kapılarını açması ve mültecilerin Avrupa’ya akın etmesi halinde, Avrupa ülkelerinin Türkiye’yi günah keçisi ilan etme kolaycılığından öteye gitmek dışında ne yapacakları da belirsizdir.

Sonuç olarak Avrupa ülkelerinin uzun yıllardır Suriyeli mülteciler konusunda kolaycı yaklaşımlarla hareket ettiklerini ve bunun neticesinde ise günümüze kadar süregelen sorunları bir şekilde ertelediklerini söylemek mümkündür. Burada bilhassa Avrupa ülkelerindeki aşırı sağcılığın iç kamuoyunda bir yükseliş trendine girmesi ve haliyle mültecilere yönelik kategorik bir karşıtlığın neredeyse siyaseten bir ön şarta dönüşmesi, Almanya dışındaki çoğu Avrupa ülkesinin Suriye konusunda sessizliği tercih etmesine neden olmuştur. Burada Türkiye ile AB arasında varılan mülteci anlaşmasının ağırlıklı olarak AB lehine işlemiş olmasının da dikkate değer bir payı söz konusudur. Krizin Türkiye’nin güney sınırında cereyan etmesi ve Avrupa’ya doğrudan etkisinin olmaması da genel itibarıyla sessiz kalınmasında önemli bir faktördür.

Ancak Avrupa için daha aktif olmanın vakti geldiği söylenebilir. Zira Suriyeli mültecilerin olası güvenli bölgeler sayesinde geri dönüşlerinin dahi konuşulmaya başlandığı şu günlerde daha aktif ve Türkiye ile diyalog içerisinde hareket edilmesi Avrupa’nın beklentileriyle uyumlu olacaktır. Bu bağlamda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 30-35 kilometre derinlikte bir güvenli bölgenin oluşturulmasıyla neredeyse 2 milyondan fazla Suriyeli mültecinin söz konusu bölgeye yerleştirilmesi dahi gündeme gelmekte ve bu husus başta 1 milyondan fazla mülteciye ev sahipliği yapan Almanya tarafından da dikkat ve ilgiyle takip edilmektedir. Bu doğrultuda son olarak yine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 74. BM Genel Kurulu toplantısı esnasında Almanya Şansölyesi Merkel ile New York’ta bir görüşme gerçekleştirdiğini ve Suriye’ye dönecek mültecilerin dönüş planını ele aldıklarını vurgulamak gerekmektedir. Buna göre Merkel’in Suriye’de güvenli bölgenin oluşturulması konusunda Cumhurbaşkanı Erdoğan’a destek verdiği dahi konuşulurken, ilerleyen süreçte Suriye konusunda dörtlü bir zirvenin yeniden toplanması konusunda mutabakata varıldığı da gündeme gelmiştir. Dolayısıyla önümüzdeki günlerde sessizliğin bir nebze de olsa bozulması ihtimaller dahilindedir.


Etiketler »  

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası