HAMAS’ın askeri kanadı olan Kassam Tugayları, 7 Ekim’de İsrail’e yönelik, “Aksa Tufanı” operasyonunu gerçekleştirdi. Buna karşılık İsrail, bugüne dek Filistin’e uyguladığı zulmü çok daha ileri boyuta taşıyan ve soykırıma varan saldırılarını başlattı. Sivil yaşam alanlarını hedef alan İsrail saldırılarında, 7 Ekim’den bu yana 14 binden fazla sivil Filistinli hayatını kaybetti. Yaşamını yitirenlerin büyük çoğunluğunu ise bebek, çocuk ve kadınlar oluşturdu.
İnsani ve ahlaki kriz olarak büyümeye devam eden bu şiddete tüm dünyanın, özellikle de küresel hak, hukuk ve değer dünyasının mimarı iddiasındaki Batı’nın güçlü bir tepki vermesi beklenirdi. Ancak ilk günlerde Batılı birçok düşünür, siyasi lider ve hatta basın kuruluşu, dünyanın gözü önünde yaşanan soykırıma dair ya sessizliğini korudu ya da İsrail’in yanında konumlandı. Diğer taraftan toplumsal açıdan bakıldığında birçok Avrupa ülkesinde İsrail karşıtı kitlesel gösteriler gerçekleştirildi. Söz konusu gösteriler Filistin sessizliğinin bozulmasını, entelektüel çevrede ve basında soykırımın daha görünür olmasını sağladı. Ancak her ne kadar soykırımı tanıyan ve bunun sona ermesi gerektiğini ifade eden sesler, son dönemde yükselmeye başlasa da İsrail sorunu, Batı düşünce ve değer sisteminin sorgulanması gerektiğini bir kez daha dünyaya gösterdi.
Batı Düşünürlerinin Filistin Sınavı
İsrail’in Filistin’e yönelik saldırıları şiddetini artırarak devam ederken, Batı düşünce dünyasının önde gelen filozof ve entelektüelleri, genel olarak yaşanan şiddete sesiz kalmayı tercih etti. İlk aşamada bu sessizliği bozan düşünürlerin önemli bir kısmı İsrail’in yanında konumlanırken, çok az bir kısmı Filistin’e destek verebildi. Ancak söz konusu destek, oldukça cılız kaldı.
İsrail ve Filistin savaşı ile ilgili ilk konuşan isimlerden biri felsefe dünyasının popüler ismi Slavoj Zizek oldu. Zizek, konuyla ilgili kaleme aldığı yazısında oldukça çekimser ve aynı zamanda tutarsız bir tutum benimsedi. HAMAS’ın İsrail’e yönelik saldırısını “pogrom” (soykırım) olarak nitelendirdi. Buna karşın İsrail’in Filistin’e yönelik saldırılarını çok daha hafif bir tabirle ve neredeyse bu saldırıları haklı çıkaracak bir şekilde “kendini savunma hakkı” olarak betimledi. Yazısında İsrail’in “koşulsuz olarak desteklenmesi” gerektiğini söylerken, Filistinlilere “koşulsuz sempati” duyulması gerektiğini ifade etti. Ancak aynı madalyonun iki yüzü olarak gördüğü bu savaşta HAMAS’a verdiği tepkiyi, İsrail’e verememesi, samimiyetinin sorgulanmasına neden oldu.
Zizek’ten daha tutarlı ve daha cesur sayılabilecek bir açıklama ise Judith Butler’dan geldi. Yahudi kökenli düşünür, HAMAS’ın saldırısını koşulsuz bir şekilde kınadığını belirtse de bu saldırının tarihsel bağlam içinde ele alınması gerektiğini söyledi. Bu doğrultuda Filistinlilerin yıllardır sistematik bir şekilde şiddet ve ölümle karşı karşıya kaldığının altını çizdi. İsrail’in uyguladığı devlet şiddeti bitmeden savaşın da bitmeyeceğini savundu. Butler, İsrail’in hastane saldırıları sonrasında ise Gazze’de yaşananların soykırım olduğunu ve derhal son bulması gerektiğini açıkladı.
Öte yandan İsrail’in yanında konumlanan düşünürler, daha yüksek bir tondan bu desteklerini açıkça dile getirdi. Siyaset felsefesi düşünürlerinden John Gray, HAMAS’ın operasyonunu, “Holokost’tan bu yana Yahudilere yapılmış en büyük ve en kötü saldırı” olarak tanımladı ve Zizek gibi HAMAS’ın saldırısını “pogrom” olarak nitelendirdi. Ayrıca HAMAS’ın sömürgecilik karşıtı bir hareket olarak ele alınmasının büyük bir hata olduğunu, HAMAS ve DEAŞ arasında çok fazla ortak nokta bulunduğunu savundu. HAMAS’ı olabildiğince terörize eden ve DEAŞ ile aynı zemine indirgeyen Gray, böylece İsrail’in “kendini savunma hakkına” vurgu yaptı.
Tarihçi Yuval Noah Harari ise her ne kadar bölgedeki şiddete son verilmesi çağrısında bulunsa da bu çağrıyı tek taraflı bir şekilde yapmayı tercih etti. “Barış isteyen herkes, HAMAS'ın zulmünü açıkça kınamalı, tüm rehinelerin derhal ve koşulsuz olarak serbest bırakılması için HAMAS'a baskı yapmalı” ifadelerini kullanırken, İsrail’in şiddetine yönelik bir çağrıda bulunmadı. Öte yandan İsrail'in Gazze'yi yok etmesi fikrinin kabul edilemez olduğunu ifade etti. Akabinde yaptığı röportajlardan birinde ise İsrail’in, nükleer gücü de dâhil olmak üzere sahip olduğu tüm silahlarla kendini savunabileceğini söylemesi, açık bir tehdit olarak algılandı.
En dikkat çeken açıklamalardan biri ise Jürgen Habermas’tan geldi. Literatüre “müzakereci demokrasi”, “iletişimsel rasyonellik” gibi kavramları kazandıran Alman filozof Habermas, üç arkadaşı ile yayımladığı bildiride İsrail’in yanında yer aldığını açıkladı. Bildiride HAMAS’ın “Yahudi yaşamını yok etme niyetiyle” gerçekleştirdiği saldırının, İsrail devletini misilleme yapmaya sevk ettiği, bu bağlamda İsrail’in temelde haklı olduğu ve İsrail’in eylemlerine “soykırım niyeti atfetmenin hatalı” olduğu ifade edildi. Ayrıca bildiride kullanılan bazı ifadeler, Alman filozof ve arkadaşlarının, Almanya’nın Yahudilere karşı şiddet dolu geçmişine yönelik bir hatırlamayı ve bu tarihsel utancı, Filistin katliamına göz yumarak aklamaya çalıştığını gösterdi.
Dokunulmazlık Zırhı Olarak Holokost ve Antisemitizm
Habermas’ın altına imza attığı bildiri, Holokost’un İsrail tarafından dokunulmazlık zırhı olarak araçsallaştırdığını bir kez daha gözler önüne serdi. Nitekim Batı dünyasında, İsrail’in eylemlerini sürekli olarak Holokost üzerinden meşrulaştırma çabası olduğu gayet açık bir şekilde anlaşılıyor. Habermas’ın imzaladığı bildiride yer alan “İsrail’in eylemleri hiçbir şekilde, özellikle de Almanya’da, antisemitik tepkileri haklı çıkarmaz. Almanya’daki Yahudilerin bir kez daha hayat ve vücut tehditlerine maruz kalmaları ve sokaklarda fiziksel şiddetten korkmak zorunda kalmaları kabul edilemez” ifadeleri bunun en net örneklerinden biri.
Özellikle Holokost’un acı yükünü hafifletmek adına Filistin soykırımının sineye çekilmesi, Yahudi kökenli entelektüel Norman G. Finkelstein’ın “Holokost Endüstrisi” kavramını yeniden akıllara getirdi. Finkelstein, ailesi ve yakınları gibi Holokost’u yakinen ve acı bir şekilde tecrübe eden Yahudilerin, acı ve mağduriyetlerinin ABD ve İsrail tarafından istismar edilmesine itiraz etmesiyle bilinen bir entelektüel. Bu bağlamda Holokost’un ekonomik çıkarlar için araçsallaştırıldığının altını çizmekte, İsrail ve ABD’nin Holokost’u ne şekilde kullandığını vurucu bir şekilde açıklamaktadır. Bir Yahudi olarak Finkelstein, İsrail’in Filistin’e uyguladığı şiddete sessiz kalanların, Holokost’a karşı çıkmasının da samimi olmayacağını dile getirmektedir.
Yine Holokost zırhı ile bağlantılı olarak İsrail’in kendini aklamak için kullandığı en önemli enstrümanlardan biri “antisemitizm” oldu. Nitekim antisemitizmle ilişkilendirilerek birçok eleştirinin önü kesildi. Filistin’de yaşanan katliama dikkat çeken Yahudi düşünürler dahi antisemitizm suçlamalarıyla karşı karşıya kaldı. Bu sebeple antisemit olmadığını nihai bir şekilde kanıtlamak isteyenler, İsrail’e koşulsuz destek verme gereği duydu.
Toplumsal Gösterilerin Gücü
Her ne kadar Batılı entelektüel çevre, Filistin soykırımına yönelik çok güçlü bir tepki ortaya koyamamış olsa da Avrupa genelinde toplumun çok büyük bir kısmı, Filistin için gösteriler ve protestolar düzenledi. Belki de bu tür kitlesel gösterilerin ve dolayısıyla toplumsal baskının artması neticesinde akademik çevrelerde de “bildiri” hareketlenmeleri başladı. 2 Kasım’da aralarında Judith Butler ve Nancy Fraser’ın da bulunduğu 87 felsefe profesörü, Gazze’de gerçekleştirilen katliamı kınayan ve meslektaşlarını da bu kınamaya davet eden bir bildiri yayımladı. Bildiride yaşanan şiddetin tarihini HAMAS'ın 7 Ekim saldırısıyla başlatmanın yanlış olduğu, Batı Şeria ve Gazze'nin işgalinin 56 yıldır sürdüğü ve artık barışın sağlanması gerektiği vurgulandı. Bildiri, bu açıdan da önemli bir dönüm noktasıydı.
Yine 17 Kasım’da, tıp dünyasının önde gelen dergilerinden The Lancet, Gazze’de yaşananları soykırım olarak tanımlayan bir makale yayımladı. Makalede Gazze’ye yönelik katliamın derhal durdurulması ve sağ kalan sivillerin kurtarılması gerektiği ifade edildi. Öte yandan 20 Kasım’da tarih alanında çalışmaları bulunan farklı kurumlardan 15 akademisyen, “Holokost Hafızasının Kötüye Kullanımına İlişkin Açık Mektup” başlıklı bir bildiri yayımladı. Bildiride bilhassa İsrailli liderlerin Gazze'ye uyguladığı kolektif cezalandırmayı, “barbarlığa karşı medeniyet savaşı” olarak göstermek için Holokost çerçevesini kullandığı ve böylece Filistinliler hakkında ırkçı anlatıları teşvik ettiği belirtildi. Özetle Holokost endüstrisine karşı çıkılan bildiride, Holokost karşılaştırmasının kullanılmaması gerektiği ifade edildi. Ancak çoğunlukla geç kalınmış olan bu bildiriler, İsrail şiddetinin önüne geçemedi.
Tüm bu süreç içinde İsrail şiddeti, adeta bir “İsrail Sorunu” haline gelerek özellikle Aydınlanma dönemi ile birlikte egemen hale gelen ve bir noktada evrenselliği dayatılan, başta insan hakları olmak üzere, Batı düşünce ve değer sisteminin pratikte bir kez daha işlevsiz kaldığını gösterdi. Böylece Batı değerlerinin teori ve pratikteki mesafesinin ne kadar fazla olduğu anlaşıldı. Söz konusu düşünce ve değerler sistemi, Filistinli halkın yaşama ve barınma gibi en temel hakları ihlal edilirken, bu ihlale sessiz kalarak kendisine en büyük ve telafi edilemeyecek zararı verdi.
Öte yandan Filistinlilerin haklarını savunan az sayıda düşünür ve akademisyenin sesi, Holokost ve antisemitizm silahı ile kısılmaya çalışıldı. Bu ise düşünce ve ifade özgürlüğünü derinden etkileyerek batılı değerler sistemine ikinci ağır hasarı verdi. Nitekim Filistin yanlısı açıklama yapan düşünürler “HAMAS destekçisi”, “terörist”, “antisemitist” gibi suçlamalarla karşı karşıya kaldı.
Tüm bunlarla birlikte Batı düşüncesinde insan hakları ile birlikte insanın da belirlendiği ve bu insan tanımına layık görülmeyenlerin söz konusu haklardan da yararlanamadığı yeniden anlaşıldı. Dolayısıyla ötekileştirmeden, tüm insanları içine alan yeni ve özgün bir değerler sisteminin yeniden inşa edilmesi gerekliliği, kendisini yeniden hatırlattı.