Türkiye 24 Haziran’da erken seçime gidiyor. Seçim dönemleri her ne kadar devletlerin dış politikaya yönelik hamlelerini ikinci plana attıkları bir dönem olsa da kimi seçim dönemlerine dış politika gelişmeleri damga vurabiliyor. Bunun en güncel örneği 16 Nisan referandumunda Türkiye ile AB ülkeleri arasında yaşanan gerilimde görüldü. Bazı AB ülkeleri AK Parti’li siyasetçilerin kendi ülkelerinde seçim faaliyetleri yürütmesine müsaade etmemiş, bu durum Türkiye ile bu ülkeler arasında çeşitli gerginliklere sebep olmuştu. Bu seçim öncesinde de benzer engellemelerin yaşanacağı anlaşılıyor.
Aynı Ülkeler Benzer Tutumlar
Erken seçim kararından sonra Avrupa ülkeleri peşi sıra ülkelerinde Türk vatandaşlarına yönelik çalışmalara izin vermeyeceklerine dair açıklama yapmaya başladı. Bu kapsamda ilk açıklama son dönemlerde Türkiye düşmanlığı ve aşırı sağ düşüncelere teslimiyetiyle anılan Avusturya’dan geldi. Dışişleri bakanıyken Türkiye ile müzakerelerin durdurulmasını isteyen Avusturya lideri Sebastian Kurz, ORF kanalında “Türk siyasetçilerin Avusturya’da seçimlere yönelik etkinlik düzenleme gibi bir niyetinin olması durumunda buna izin verilmeyeceğini” beyan etti. Avusturyalı siyasetçilerin seçim dönemlerinde Sırbistan’da seçim kampanyaları yürüttüğü dikkate alınırsa bu yaklaşım açık bir çifte standart olarak değerlendirilebilir.
Kurz’un açıklamasını Hollanda lideri Mark Rutte izledi ve seçim kampanyası talebinin “istenmeyen bir durum” olduğunu belirterek “dışarıdan sorun ithal etmek istemedikleri” ve “bunun kamu düzeni için bir tehdit oluşturacağı” yönünde bir açıklama yaptı. Halbuki Rutte’nin dile getirdiği “kamu düzeni” PKK’nın Hollanda’da yürüttüğü terör faaliyetlerinden etkilenmemekte, Türk misyon ve derneklerine yönelik gerçekleştirilen saldırılarda siyasetçilerden örgüte yönelik herhangi bir “kamu düzeni “argümanı duyulmamaktadır.
2017’de yaşanan krizin baş aktörlerinden olan Almanya’dan da benzer açıklamalar geldi ve ülke erken genel seçimde de referandum sürecindeki gibi bir tutum benimseyeceğinin işaretlerini verdi. Bu kapsamda Merkel’in liderliğini yaptığı Hristiyan Demokrat Birliği’nin (CDU) genel sekreterliğini yürüten Annegret Kramp-Karrenbauer “Türkiye’nin erken seçim kampanyasını Almanya’ya taşımaması gerektiğini” ifade etti. Ayrıca Sosyal Demokrat Parlamenter Burkhard Lischka’nın “AK Parti’li siyasetçilerin Almanya’da kampanya yapmasına müsaade edilmemeli” şeklindeki açıklaması da açık bir şekilde yanlı ve ideolojik bir Türkiye karşıtı tutumun yeniden benimseneceğini gösterdi. Terör örgütü yandaşlarının ve muhalif diğer partilerin Almanya’da özgürce kampanya yürütmesine ses çıkarmayan, terör örgütünün illegal faaliyetlerine göz yuman ve örgüte alan açan Alman siyasetçilerin bu açıklamaları yine açık bir çifte standart olarak ön plana çıktı. Avrupa medyası da benzer şekilde dışlayıcı bir söylemle 24 Haziran seçimlerine yaklaşmaktadır.
Ayrıca gerek 16 Nisan referandumunda benimsenen gerekse 24 Haziran seçiminde benimsenecek olan tutumlarda Almanya’nın belirleyici bir rolünün bulunduğunun altı çizilmelidir. Üç milyona yakın Türk vatandaşının yaşadığı Almanya’nın benzer tutumunu ve Türkiye karşıtlığını sürdürüp sürdürmeyeceğinin Hollanda ve Avusturya gibi ülkeler üzerinde etkili olacağı açıktır. Her ne kadar 25 Nisan’da New York’ta gerçekleştirilen BMGK toplantısında Alman Dışişleri Bakanı Heiko Maas ile Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu görüşüp konuyu ele alsa da son dönemde Almanya’nın Türkiye’ye yönelik rasyonel dış politika tercihleri yerine duygusal ve ideolojik bir siyaset takip ettiği görülmektedir. Bu yüzden görüşmeden bir sonuç alınamayacağı ifade edilebilir. Zira seçim kararının akabinde ortaya konan açıklamalarla Avrupa ülkelerinin ekonomik ve jeopolitik çıkarlarını görmezden gelecekleri, Türkiye karşıtlığını dizginleyemeyecekleri ve Türkiye karşıtı lobilere göz kırparak günü kurtarmaya yönelik politikaların peşine takılmaya devam edecekleri anlaşılmıştır.
Öngörülemeyen Hata
16 Nisan referandumunda yaşananlardan sonra 24 Haziran seçimlerinde de Avrupa ülkelerinin benzer bir hatayı yapıyor olmaları biraz daha üzerinde durulması gereken bir konudur. Zira her fırsatta entegrasyonda başarısız oldukları, göçmenlerin kendilerini yaşadıkları ülkeye ait hissetmedikleri gibi sorunlara kendilerini gark eden Avrupalı ülkelerin bu tarz engelleme ve tutumlarının, Avrupa’da yaşayan Türkleri ülkelerinin seçimleri konusunda çok daha motive ve mobilize ettiği ortadadır. Avrupalı karar vericiler ve yöneticiler ise maalesef bu gerçeği görmekten imtina etmektedir. Öyle ki Avrupa’da yaşayan Türklerin 16 Nisan referandumunda seçimlere katılım oranında bir önceki seçimlere göre yüzde 14,3’lük bir artış yaşandığı ve her ne kadar kimi medya organlarında karşı kampanya yürütülse de “evet” oranının yüzde 60’a yaklaşarak Türkiye’deki oranın oldukça üzerinde sonuçlandığı bilinmektedir.
Bu sonuçlar bu tarz tutum ve engellemelerin toplumsal zeminde ters teptiğini özellikle Türkiye karşıtlığı ile bezeli politikaların Türk vatandaşlarını daha fazla motive ettiğini göstermektedir. Avrupa ülkelerinin yine benzer bir tutum benimsemesi sadra şifa olmayacağı gibi arzu etmedikleri bir sonucun çıkmasına da zemin hazırlayacaktır. Öyle ki Avrupa’daki karar verici ve siyasetçilerin Türkiye karşıtı tutumları, PKK ve FETÖ lobilerinin Avrupa’daki faaliyetleri, aşırı sağ düşüncelerle birlikte artış gösteren İslamofobik saldırılar, oralarda Türk ve Müslüman göçmenlerin aidiyetlerini Türkiye lehine güçlendirirken diaspora içinde siyasi ve toplumsal bir farkındalığın oluşmasına da katkı sağlamaktadır. Avrupa’daki karar vericilerin AB vatandaşlarının aksine Türklerin yerel seçimlerde dahi oy kullanma hakkına sahip olmamalarını ve demokratik temsil açısından sıkıntılı olan bu durumu gidermeye yönelik mesai harcamak yerine demokratik temsilin bir gereği olarak göçmenlerin Türkiye’deki seçimlerde oy kullanmalarını sorunsallaştırmaları demokrasiden ne anladıkları konusunda soru işaretleri uyandırmaktadır.
Ezcümle 16 Nisan’daki referandum sürecinde olduğu gibi 24 Haziran seçimlerinde de başta Almanya, Hollanda, Avusturya olmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerinin Türkiye karşıtlığı üzerinden seçimlere ve doğrudan Türkiye’nin iç işlerine müdahil olacağı açıktır. Yapılan açıklamalar ve medyanın erken seçim kararını verme şeklinden durumun yeniden bir krize dönüşeceğini öngörmek zor değil. Fakat yaşanan bu gelişmelerin 16 Nisan referandumunda yaşanan gerginlik ve tansiyonları Avrupa’daki birçok ülkede gerçekleşecek seçimlerle ilişkilendiren ve krizi popülizm gibi gerekçelerle açıklayan birçok görüş ve düşünceyi de boşa çıkardığı belirtilmelidir. Öyle ki 24 Haziran’da gerçekleştirilecek seçimlere yönelik Avrupa’daki siyasetçilerin ve medya organlarının yine benzer tutum sergilemesi bazı AB ülkelerinin Türkiye’ye yönelik tavırlarının popülist ve konjonktürel bir muhtevaya sahip olmadığını, tutumlarının temelinin vazgeçilmez bir Türkiye karşıtlığına dayandığını net bir şekilde göstermektedir.