Türkiye’nin demokratikleşme sorunları büyük oranda askeri darbelerle ve askeri vesayet diye kamuoyunda tartışılan Bonapartist-militarist bir zümrenin demokratik siyaset üzerindeki hegemonyası ile ilgilidir. Bu meseleler kuşkusuz Türkiye’nin toplumsal gelişmişlik seviyesi ile ilgili olduğu kadar Türkiye’nin politik ve kurumsal kültürü ve zihniyetiyle de ilgilidir. Türk modernleşmesinin siyasal boyutu, hep tartışıldığı üzere Batı tecrübesinin aksine, yükselen toplumsal sınıfların öncülüğünde ve sonucunda yaşanmış devrimlere değil, devlet-ordu merkezli politik ve kurumsal dönüşümlerle karakterize olmuş bir modernleşme olarak tarihte yerini almıştır. Bu nedenle kökeninde ataerkil kültürel kodların yattığı, devletin karşısında özel mülkiyetin/girişimciliğin sınırlı olduğu, burjuvazi ve işçi sınıfının yeni oluşmaya başladığı, çoğunluğu köylü tarım toplumlarında devletin ve devletin içinde hegemonik olarak örgütlenmiş asker-sivil bürokrasinin merkezi aktör olduğu bir arka plan, yakın geçmişe kadarki askeri müdahalelerin toplumsal şartlarını oluşturmaktadır.
Devletin toplumsal ve ekonomik hayatın tek belirleyeni olduğu, aristokrasisi bulunmayan ve burjuva devrimleri yaşamamış, taşra nüfusu yüksek bir toplumda sivil toplum ve dolayısıyla demokratik kurumların gelişmemesi, Türkiye’de Bonapartizmin gelişmesi için yakın zamana kadar ortam hazırlamıştır. İmparatorluk döneminde de benzerleri yaşanmış olmakla birlikte özellikle cumhuriyet rejimine geçişin ordu ve başkomutanlık müessesi neticesinde gerçekleşmiş olması adeta cumhuriyetin kuruluşundan itibaren Türkiye’de Bonapartizm iddialarını güçlendiren bir tarihsel arka plana yol vermiştir.
Bonapartizm Akımı
Bonapartizm, toplumsal sınıfların gelişmediği toplumlarda devletin merkezi gücünü ordu vasıtasıyla ele geçirip otokratik bir rejim kuran akımın adıdır. Tahmin edileceği gibi bu kavram Üçüncü Napoleon Bonaparte’dan mülhem ortaya çıkmıştır. Yine Marx bu durumu hakim sınıfın çıkarlarını örtmenin, proletarya devriminin önündeki karşı devrimci bir güç olarak görmektedir. Marx ve Engels Bonapartizmi işçi sınıfının yeterince güçlenmediği toplumlarda yönetimi ele geçirip ordu-bürokrasi gücüyle devleti yönetme yöntemi olduğunu söyler.
Türkiye’de Milli Mücadele seçilmiş Millet Meclisi tarafından yürütülmüş ve başarılmıştır. Büyük zaferden sonra Bonapartist bir dönüşümle sürecin tek parti rejimi ile neticelendiği bilinmektedir. Türkiye’de de askeri darbeler kendilerine meşrulaştırıcı-haklılaştırıcı bir referans olarak (doğru bir referans olduğu son derece tartışmalıdır) bu dönemi göstermektedir.
Bu kurumsal mirasın yanı sıra, 27 Mayıs’la başlayan ve 9 Mart-12 Mart cuntalarına kadar devam eden bir ideolojik mirastan da söz edilebilir. Kendisini Kemalizm ve Baas tipi bir seküler-sol söylem ile ifade eden Doğan Avcıoğlu’nun Yön Dergisi etrafında örgütlenen ve “Milli Demokratik Devrim” diye sloganlaştırılan ideolojik eksen ile kaynağını 27 Mayıs’tan alan ve 9 Mart 1971 muhtırasına kadar geçen sürede olgunlaşan bir ideolojik anlatı, bu müdahaleciliğin ideolojik zeminini oluşturmuştur. O kadar ki, gelmiş geçmiş tüm askeri müdahaleler kendilerini bu söyleme başvurarak meşrulaştırmaya çalışmış ve azınlıkta da kalsa belli halk kesimlerinden destek almıştır. Buna 15 Temmuz 2016 darbe girişimi de dahildir.
CHP ve Darbecilik
Bilindiği üzere Türkiye’de 27 Mayıs’tan 15 Temmuz’a kadar tüm askeri darbeler Kemalizm’e ait bir jargon ve söylemle kendini meşrulaştırmaya çalışmıştır. Bu da belli bir oranda, darbeyi dışarıdan veya içeriden örgütleyen esas güç kim olursa olsun, darbelere kendini Kemalist veya Atatürkçü olarak tanımlayan yurttaşlardan belli oranda bir toplumsal destek kazanılmasına yol açmıştır. Bunda Kemalizm’in ideolojik ve toplumsal kökenlerinde bulunan jakobenizm ve Batıcılığın “halka rağmen” bir milli irade ve bir millete ait kültürel ve toplumsal dinamiklere karşıtlığa dönüşmesinin, üstelik bunu da bizzat ismini ödünç aldığı Mustafa Kemal Atatürk’ün milli iradeyi savunup Millet Meclisi’ni Ankara’da “hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ilkesiyle açmasını hiçe sayarak yapmasının etkisi bulunmaktadır.
Halkı geri kalmış, değiştirilmesi ve hatta bu değiştirme sürecinde mücadele edilmesi gereken bir öteki olarak gören bu söz konusu jakobenizm aynı zamanda geri kalmanın sebebi olarak görülen yerli, geleneksel, dini olanı Batılı olanla değiştirmesi olarak özetlenebilecek bir kolonyalist/sömürgeci zihniyete dayandığı için de kendisini meşru görüyordu. Çünkü kendileri gayrı-medeni yerlilere medeniyet götüren bir Batılı sömürgeci gibi halkla kurdukları ilişki de Robinson Crusoe’nun Cuma ile kurduğu terbiyeci bir ilişkiydi. İşte bu yüzden sandığa, seçime, seçilmiş hükümetlere, partili demokrasiye karşı, seçilmiş hükümetleri ve liderleri de gayrı-meşru gören bir anlayışa sahiptiler. Onların hükümeti gayrı-meşru olduğu için de onlara göre darbeyle devrilmeleri en doğal sonuçtu!
Bu zihniyetin kendisini tarihsel ve ideolojik olarak en yakın bulduğu siyasal parti Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) olagelmiştir. O kadar ki; 27 Mayıs 1960’ta darbeciler Demokrat Parti Hükümeti’ni devirdikten sonra başbakanlık CHP Genel Başkanı İnönü’nün olmuş, 12 Mart 1971’de Adalet Partisi Hükümeti devrilip CHP genel sekreteri başbakan yapılmış, 28 Şubat 1997’de Refah-Yol Hükümeti devrilirken CHP darbeye destek veren bir konumda yer almıştır. Son olarak da 15 Temmuz 2016 darbe girişiminde FETÖ mensubu darbeciler Cumhurbaşkanı Erdoğan’a suikast düzenlemek için harekete geçerken aynı saatlerde CHP lideri, darbecilerin tankları geri çekmesiyle havalimanından çıkarak Bakırköy’de televizyon başında çayını yudumlayabilmiştir. Tankların Kadıköy’de alkışlanması ve CHP Edirne Belediye Başkanı Recep Gürkan’ın meyhanede darbeyi kutlamış olmasını da eklemek gerekir.
27 Mayıs darbesine giden süreçte ise İsmet İnönü’nün Adnan Menderes’e “sizi ben bile kurtaramam” demesi, “zinde kuvvetler” göndermeleri, 28 Şubat darbesinin açıkça desteklenmesi, 15 Temmuz öncesi “kaçacak, yargılanacak” söylemi, CHP yönetiminin darbe başarısız olunca “kontrollü darbe”, darbecilerle mücadeleye “sivil darbe” demesi, CHP ve darbecilik arasındaki ilişkinin tarihsel satırbaşlarını oluşturuyor.
CHP’nin Bugünü
İşte halkı kendini yönetmekten aciz, gayrı-medeni bir sürü olarak gören bu zihniyetin tezahürleri yine son dönemde CHP sözcüleri tarafından sergilenmeye başladı. 2017 referandumunda “Evet” oyu verenleri denize dökerek öldürmekle tehdit eden milletvekillerini son dönemde “Seçim veya başka bir şekilde gidecekler” diyen bir il başkanı ve “Gayrı meşru saray rejimi gider Türkiye Cumhuriyeti Devleti gelir” diyen CHP grup başkanvekili takip etti. Yukarıda bahsedildiği üzere halkı özne kabul etmeyen, aşağı, gayrı-medeni yerli statüsüne indiren ve kendisini tek meşru kolonyal efendi olarak algılayan bu zihniyet için o halkın seçtikleri de gayrı meşru olmaya mahkumdur. Bu zihniyete göre de gayri-meşru gördükleri her iktidar her türlü yoldan gitmeyi hak etmektedir.
Dahası “devrimci şiddet” kavramıyla kendisi gibi olmayanları öldürmeyi, yok etmeyi meşru bir hak gören bir marjinal sol politik kültürün söylemini paylaşan bazı marjinal unsurların CHP’ye eklemlenmeye çalıştığı görülmektedir. Bu radikalleşme riskiyle ortaya çıkan tehlikeli, anti-demokratik, baskıcı, şiddet yanlısı zihniyet yapısının fark edilmesi gerekmektedir. Bunu fark etmesi gerekenler de demokrasi ve vatanseverlik bilinci olan CHP’lilerdir. “Devrime” giden yolda devrime karşı olma ihtimali bulunduran her insanın öldürülmesini normal gören bu anlayışın, jakoben militarizmle uzlaşabilmesi ve hatta terör örgütünün siyasi uzantısının yerel seçimde desteğini alması çok da zor olmayacaktır. CHP’nin bu unsurlarla ve radikalizmle arasındaki mesafeyi netleştirmesi gerekmektedir.
Cumhuriyet dönemi askeri müdahalelerinin iç konjonktür kadar dış konjonktürle de ilgili olduğu bilinmelidir. 27 Mayıs’tan 15 Temmuz’a tüm darbeler Türkiye’de seçilmiş sağ hükümetlerin milli, bağımsızlıkçı ve Amerikan ekseninden çıkma eğilimi gösteren politikaları uygulamaya koyduğu anda gerçekleştirilmiştir. Bu bir tesadüf değildir. İşte yukarıda anlatılan ve Türk milletini özne olarak kabul etmeyen jakoben- Batıcı kolonyal zihniyetin devrimci şiddet kavramıyla olduğu gibi bu küresel vesayet odaklarıyla ve dolayısıyla NATO unsurlarıyla ittifakı hiçbir zaman unutulmamalıdır. Türkiye’de efendi/elit konum alma iddiasıyla milletini nesneleştirmeye ve kast oluşturarak aşağı görmeye çalışanlar netice itibariyle Batı sömürgeciliğinin sıradan yerli memurları olmaktan ileriye gidememektedir.
Bu bağlamda seçilmiş meşru cumhurbaşkanı ve hükümetini meşru görmemek darbeciliktir. Çünkü bir siyasal sistemi ve onun yöneticilerini gayrı-meşru kabul etmek doğal olarak gayrı meşru yollarla devrilmeyi meşru görmeyi de getirir. Bu nedenle bu sistemi farklı isimlerle adlandırarak meşruiyetini sorgulamak demokrasi ile bağdaşmayacağı gibi Türk milletine karşı açık, cahilce bir saygısızlıktır.