2023’ün ilk çeyreğinde dillendirilmeye başlayan ardından bir süre gündemden düşen Ankara’nın Şam ile normalleşme yönündeki niyeti, son dönemde üst perdeden gelen açıklamalarla somutlaşmış ve yeni bir gündem maddesi haline gelmiştir. Haziran’da rejimin resmi haber ajansı SANA’nın yayınladığı, Beşar Esad’ın “Suriye-Türkiye ilişkisine ilişkin her türlü diplomatik girişime açık olduğu” minvalindeki açıklamasına, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “geçmiş iyi ilişkilere” vurgu yaptığı olumlu cevabı, hızlı bir diyalog süreci beklentisi oluşturmuştur. Ardından Temmuz başında yine Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ankara-Şam ilişkilerini normalleştirmek adına Esad’a bir davet yapılacağını ifade etmiştir. Rusya ve Irak’ın Şam-Ankara görüşmelerinde arabulucu rolü oynamalarına yönelik iddialar da bu dönemde gündeme oturmuştur. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ise yaptığı açıklamada, olası görüşme için çalışmaların sürdüğünü açıklarken Türkiye’nin bu çabasının bir çaresizliğin sonucu olmadığını aksine bölgenin barışa olan ihtiyacı sebebiyle alınan bir inisiyatif olduğunu vurgulamıştır. Fidan’ın açıklamasından kısa bir süre sonra ise daha önce “şartsız” olarak görüşmeye hazır olunduğuna dair mesajlar veren Beşar Esad, Türkiye ile görüşmenin odağında Türk askerinin Suriye’den çekilmesinin olması gerektiğini ifade etmiştir. Suriye tarafından gelen bu mesajlara karşı Türkiye’den cevap ise Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler’den gelmiştir. Bakan Güler Türk askerinin Suriye’den çekilmesi için Suriye’de yeni bir anayasanın kabulüyle seçimlere gidilmesi ve sınır güvenliğinin sağlanmasının şart olduğunu dile getirmiştir.
Taraflardan gelen son açıklamalara bakıldığında Temmuz başındaki “diyalog yolunun açık” olduğuna dair beklentilerin önünde halen ciddi engeller olduğu görülmektedir. Bu engellerin yanı sıra kamuoyunun algısında Ankara-Şam yakınlaşmasının amacına dair bir muğlaklık olduğu, Türkiye’nin bu yola neden girdiğinin cevabının tam olarak verilemediği söylenebilir. Bu yazıda Ankara’nın bu hamlesindeki amaçlarının neler olabileceği ve önündeki engeller ele alınacaktır.
Amaç: Bölgesel Çatışma Tehdidi ve Öngörülemeyen Yakın Gelecek
7 Ekim’den bu yana İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiği kanlı kara ve hava saldırıları, sadece Gazze’nin terörize edilmesiyle sonuçlanmamıştır. İsrail, Gazze’deki yıkıma karşı yükselen uluslararası tepkilerin odağını değiştirmek adına bölgesel bir çatışmayı tetikleyecek girişimlerde bulunmuştur. Aradan geçen on aylık süre zarfında İsrail güçleri ACLED’in verilerine göre sınırın Lübnan tarafındaki Hizbullah unsurlarına karşı yedi binden fazla saldırı gerçekleştirirken bu saldırılar Hizbullah’ın bin beş yüz civarında karşı saldırısına yol açmıştır. İsrail bu sınır hattı tacizlerinin haricinde Hizbullah unsurlarına yönelik nokta atışı operasyonlar da düzenlemiştir. Lübnan ve Suriye içerisinde gerçekleştirilen muhtelif saldırılarda çok sayıda orta ve üst düzey Hizbullah yöneticisi vurulurken bu saldırılarda hedef alınan en üst düzey Hizbullah yöneticisi İsmail Haniye suikastından saatler önce Beyrut’ta gerçekleşen suikastta öldürülen Fuad Şükür olmuştur. Hizbullah’a üst düzeyden orta düzeye kadar ciddi kayıplar verdiren İsrail, bölgede Hizbullah’ın bir numaralı ortağı olan İran’ı da bu süreçte sürekli olarak taciz ederek çatışmaya zorlamıştır. HAMAS lideri İsmail Heniyye’nin Tahran’da gerçekleştirilen bir suikast ile öldürülmesi, İsrail tarafından İran istihbaratını küçük düşüren bir eylem olarak kayıtlara geçerken Tel Aviv bu süreç içerisinde orta ve üst düzey İran Devrim Muhafızları unsurlarını da hedef almıştır.
Ekim 2023’ten bu yana geçen on aylık süreçte İsrail güçleri Suriye’deki İran destekli güçlere yönelik 80’den fazla hava saldırısı gerçekleştirmiştir. Bu saldırılarda Halep, Şam, Humus, Kuneytra ve El-Bukemal en yoğun olarak vurulan bölgeler olurken sadece İran destekli milisler değil ayrıca Suriye’de görevli İran Devrim Muhafızları unsurları da hedef alınmıştır. Bu saldırıların en çok ses getireni ise 1 Nisan’da İran’ın Şam’daki büyükelçilik kompleksini vuran eylem olmuştur. Bu saldırıda hem Devrim Muhafızlarından hem de Hizbullah’dan üst düzey figürlerin yanı sıra Devrim Muhafızları Kudüs Gücü’nün Suriye ve Lübnan’dan sorumlu komutanı Muhammed Rıza Zahedi de öldürülmüştür. İran ve Hizbullah, bu saldırılara söylem bazında yüksek perdeden, eylem bazında ise zayıf karşılıklar vermişlerdir. Yine de son tahlilde bölgede her an İran ve destekli güçlerin İsrail ile daha geniş bir cephe hattında uzun bir çatışmaya girme ihtimali bulunmaktadır.
Bölgenin karşılıklı tacizler, roket saldırıları ve suikastlara sahne olan gündemine ek olarak Reisi’nin ani ölümü sonrası İran’da yaşanan seçim süreci, ABD’nin seçim sathına girmesi ve yeni ABD yönetiminin bölgedeki çatışma ortamına yönelik pozisyon ve eylemlerinin bilinmezliği, Orta Doğu’daki pek çok aktör gibi Türkiye’yi de alarma geçirmiştir. Olası bir çatışmanın tarafı olmasa da “etkilenen aktörü” olmak istemeyen Ankara’nın, Suriye rejimi ile normalleşmeye yönelik hamlelerini, bölgedeki çatışma iklimi ve siyasi belirsizlik üzerinden okumak mümkündür. Hele ki Suriye’deki başat aktörlerden Rusya’nın odağının Ukrayna’ya kaydığı ve ABD’nin olası yeni dönem Suriye politikasının belirsizliği düşünüldüğünde Türkiye’nin, yangını kendi etrafından uzakta tutmak ve zaman kazanmak adına böyle bir hamlede bulunmuş olma ihtimali daha da güçlenmektedir. Bu hamle, konjonktürün tetiklediği bir tercih olarak okunmaktadır zira saha gerçekleri “somut kazanımlar” elde etmek amaçlı bir “yakınlaşmanın” pek de olası olmadığını söylemektedir.
Engeller: Şam’ın Kapasitesi ve Talepleri
Beşar Esad’ın biraz da Rusya’nın talebiyle ilk etapta şart koşmadan diyaloğa yeşil ışık yakması ardından kamuoyu beklentisi yükseldikçe Türk askerinin çekilmesi şartını gündem getirmesi, rejimi tanıyanlar için aslında oldukça olağan bir cevap olmuştur. Suriye rejimi Türkiye ile ilişkilerin yeniden inşası hususunda şimdiye kadar samimi herhangi bir çaba içinde bulunmadığı gibi Rusya ve İran’ın koruması altında Türkiye’ye yönelik hasmane tavırlarını sürdürmektedir. İdlib kırsalındaki Türk askeri noktalarına yönelik tacizler, Tel Rıfat başta olmak üzere Kuzey Suriye’nin pek çok noktasında terör örgütü PKK ile iş birliği halinde hareket edilmesi, rejimin tavrına örnek teşkil etmektedir. Türkiye’nin PKK/YPG unsurlarına yönelik gerçekleştirdiği bazı hava saldırılarında terör mevzilerinde konuşlanmaları sebebiyle rejim unsurlarının da imha edildiği bilinmektedir. Suriye rejimi, Türkiye’ye karşı PKK/YPG başta olmak üzere bölgedeki muhtelif örgütlerle iş birliği halindedir.
Bu durumun değişeceğine dair şimdiye kadar herhangi bir sinyal vermeyen rejimin, bu durumu, Ankara’nın talepleri doğrultusunda değiştirmeye yönelik kapasiteye sahip olmadığı da görülmektedir. Bakan Güler’in bahsettiği siyasi reformları yaparak mültecilerin geri dönüşüne zemin hazırlamaya yönelik Şam’da herhangi bir çalışma olmadığı gibi mültecilerin geride bıraktığı mülklerinin kamulaştırılması ve geri dönüş yapan pek çok Suriyelinin işkence ve infazlara hedef olması, rejimin bu konudaki duruşunu göstermektedir. Sınır güvenliği bağlamında ise savaşın başından bu yana PKK/YPG’yi hem Türkiye’ye hem de Suriye muhalefetine karşı kullanan rejimin niyetinde aksi yönde bir değişim görülmemektedir. Öte yandan halihazırda uzun yıllardır ABD destek ve koruması altında ciddi şekilde kapasite inşa eden YPG’ye yönelik Suriye rejiminin artık çeteleşmiş bir vaziyetteki ordu güçlerinin ne derece etkin olabileceği sorgulanmalıdır. Suriye rejimi, karada YPG ile karşı karşıya geldiği nadir çatışmalarda ekseriyetle kaybeden taraf olmuştur. Hele de ABD’nin YPG üzerindeki koruma kalkanının varlığının sürdüğü senaryoda; insan kaynağı, modern askeri ekipman ve disiplinli yekpare bir ordu yapısına sahip olmayan rejim güçlerinin sınır güvenliği hususunu Ankara’nın arzu ettiği yönde sağlaması imkan dahilinde gözükmemektedir.
Sonuç olarak bakıldığında Ankara, bölgedeki çatışma rüzgarlarının kendi üzerine alev getirmemesi adına mevcut çatışmaları sona erdirmek ya da en azından bir mola vermek amacıyla Şam’a diyalog kapısını açmış olabilir. Lakin Şam rejiminin Türkiye’ye yönelik tavırları, içeride reform hususundaki samimiyetsizliği ve YPG ile olası mücadele hususundaki kapasite yetersizliği, bu normalleşme çabalarının somut ve ciddi sonuçlar vermesinin oldukça düşük ihtimalli olduğunu göstermektedir.