İç savaşın 5 yıldır devam ettiği Suriye’den yaklaşık 3 milyon kişi şu anda Türkiye’de. Türkiye’nin Suriyelilerle ilgili gösterdiği çabayı ve başarısını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye, olayın başladığı günden bu yana devletiyle, milletiyle, hükümetiyle insani bir duruş sergiledi. Mağdur olan, hayat endişesi yaşayan topluluğa devletin de bu anlamdaki düzenlemeleri ve açık kapı politikasıyla evimizi açtık. Şu anda 3 milyona yakın mülteci ile dünyada en fazla mülteci barındıran ülkeyiz.
Krizin ilk başladığı günlerde öngörülen ile bugün Türkiye’de misafir ettiğimiz Suriyeli sayıları arasında ciddi uçurum var. Fakat buna rağmen Türkiye’nin Suriye’den gelen mülteciler konusundaki başarısı bence çok ince analiz edilmesi gereken bir husus. Çünkü burada belki insanlığın da ihtiyaç duyduğu bazı değerleri bulabileceğimizi düşünüyorum.
Şunu ifade etmek isterim; Türkiye ve Suriye’yi aslında ortak bir tarih, kültür ve medeniyet havzasının unsurları olarak değerlendirmeliyiz. Çanakkale Harbi’nde Şam’dan, Halep’ten, Rakka’dan, Deyrizor’dan gelmiş 10 bine yakın şehidimiz orada yatıyor. Kızılay 1868 yılında kuruldu. Halep Kızılayı, Şam Kızılayı, Deyrizor Kızılayı bizim şubelerimizdi.
Dolayısıyla aslında bunlar ayrı toplumlar değil. Toplumun da bu toprağın ruhuna işlemiş olan bu ortak geçmişi belki bilinçaltında taşıdığını ifade edebiliriz. Bu kabullenmeyi ve alışmayı, onun ötesinde o insanların derdiyle dertlenmeyi, diğerkamlığı getiren en önemli nokta diye düşünüyorum.
Bu noktada Türkiye’nin diğer ülkelerden farkı ne?
Bugün dünyanın en fazla mülteci barındıran ülkesi olmamızın yanı sıra uluslararası insani yardım anlamında da dünyanın en cömert ülkesiyiz. Gayri Safi Milli Hasılamızdan ayırdığımız yüzde 0,21’lik payla bugün insani yardıma varlığından en fazla pay ayıran ülkeyiz. Bu da bir yardım medeniyeti olan bizim medeniyetimizin çocuklarına yakışacak bir davranış. Coğrafyaları ve kültürleri aşan bir dayanışma geleneğinden bahsediyoruz. Kilis özelinde bakacak olursanız, 90 binlerde nüfusu olan bir ilin 120 binlerde mülteci barındırması gerçekten takdire şayanın ötesinde ifadeler hak ediyor. Uyum temelli düşündüğümüzde, karşılıklı olarak birbirine saygı duyan, birbirini rahatsız etmek istemeyen, birbiriyle dayanışan tam bir ensar-muhacir ilişkisi.
Bu tabloya Kızılay’ın nasıl bir katkısı var?
Kızılay olayların başladığı günden bu yana Suriye ile ilgili çok boyutlu bir operasyon planladı. Bu operasyonun bir ayağı Suriye’nin içinde, diğeri Türkiye’de. Türkiye’nin açık olan sınır kapılarında faaliyet gösteren Kızılay personelleri özellikle insani yardım lojistiği noktasında dünyadan Suriye içerisine giden bütün yardımlara köprü oldu. Gümrükteki malların alınarak Suriye içerisine nakledilmesi ve dağıtılması noktasında, Suriye içerisindeki paydaş kuruluşlarımızla veya personellerimizle içerideki yardımın organizasyonu yürütüldü. Türkiye içerisinde ise Suriyeli mültecilere yönelik çok boyutlu çalışmalar yürütüldü. AFAD’ın yönettiği 26 kampta bugün konaklayan 270 bin civarında mülteci var. Dünya Gıda Programı ile beraber bir Kızılay Kart programı başlattık. Kızılay Kartları, kişi başı nakit destek sunacak şekilde tasarlandı. Bugüne kadar yaklaşık 200 bin civarında Suriyelinin faydalandığı, 310 milyon liralık bir katkı oldu. Bu program AB kaynaklı ve Kızılay aracılığıyla yürütülüyor. Bu kartın özellikle kamp dışındaki dezavantajlı Suriyelilere yönelik yaygınlaştırılması söz konusu. Bununla ilgili Avrupa Birliği ile görüşmelerimiz devam ediyor. Bu yıl 140 milyon liralık bir bütçeyle bu çalışmamızı yürüteceğiz. Buna ilave olarak Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye açmış olduğu yeni bir yardım faslı var; 3 milyar avro, artı 3 milyar avro daha olarak. Kızılay, toplam 6 milyar avroluk bu yardımın ana dağıtıcısı ve kontrol edicisi pozisyonundayer alacak.
Mülteciler için yardım gelmeye başladı mı?
Türkiye ve AB arasında varılan anlaşma kapsamındaki 3 milyar avronun ilk 90 milyon avroluk kısmı serbest bırakıldı. Bunun 40 milyon avroluk kısmı UNICEF üzerinden Türkiye içinde Suriyeli mülteci çocuklara yönelik olarak harcanacak. 50 milyon avroluk kısmı da Dünya Gıda Programı ve Kızılay vasıtasıyla bu Kızılay Kart sistemi aracılığıyla dağıtılacak. Ama onun ötesinde, şu anda Şanlıurfa, İstanbul ve Konya’da bulunan üç toplum merkezimizi bu destekle 20’ye yakın ile yaygınlaştıracağız. Bununla ilgili de yine Avrupa kaynaklı Madad denen fon aracılığıyla 38 milyon avro aldık. Burada Suriyelilere Türkçe öğretiyoruz. Özellikle Suriyeli kadınlara meslek edindirmeye çalışıyoruz. Savaşın mağdur ettiği çocuk ve gençlere psikolojik sosyal destek hizmetleri veriyoruz. Temel sağlık hizmetleri, hukuki destek, vatandaşlık ödevleri gibi uyum temelli çalışmalar yürütüyoruz. Ayrıca Suriye içerisinde yaşayan nüfusa yönelik Diyanet Vakfı ile birlikte Kilis’te günlük 5 bin kişilik sıcak yemek çıkarıp gönderiyoruz. O bölgede kamplarda yaklaşık 115 bin kişi var.
Kilis, hem ağırladığı mülteciler hem de gösterdiği dayanışma açısından çok önemli bir yerde. Yurt içi ve yurt dışından ziyaretçiler Kilis’teki kamplara giderek bunun nasıl başarıldığını takip etmeye çalışıyor. Kilis denilince aklınıza ne geliyor?
Kilis, Suriye’deki iç savaşı birçok boyutuyla kendi mutfağında hisseden bir ilimiz.
Aslında gelenler Kilisliler için yabancı insanlar değildi. Bir kısmı tanıdıklarıydı, bir kısmı akrabalarıydı, bir kısmı iş ortaklarıydı. Ama rakam büyüyünce, sadece Kilis’in komşu olduğu bölgeden değil başka bölgelerden de oraya göçler oldu. Kilis o insanlara da kucak açtı. Kilis, bugün baktığınızda Kilislilerin “azınlık” olduğu bir şehir. Yani nüfusunun mültecilerden daha az olduğu bir şehir görüyorsunuz. Ama şehrin içerisinde birlikte yaşıyorlar. Burada pek tartışmadığımız veya dikkat etmediğimiz başka bir boyut daha var, o da göçün oluşturduğu ekonomik büyüklük. Yani göçün oluşturduğu ekonomik fırsatlar. Bugün 20 bine yakın Suriyelinin Türkiye’de kurduğu şirket var. Şamlı, Halepli tüccarların finansal operasyonlarını Türkiye’ye kaydırmaları söz konusu. Türkiye’de açtıkları şirketlerle Türk işçisi çalıştıran Suriyeliler var. Türkiye’de üretilen mal ve hizmetlerin Arap dünyasına ihracatıyla ilgili yardımcı olan bir kanal var. Tabii mülteci nüfusun gelmesiyle ticaret hayatında yaşanan bir hareketlilik var. Ekonomik bir hacim de oluştu. Ama burada en fazla etkilenen kesim özellikle vasıfsız işçi kesimi. Özellikle memleketimizdeki tarım işçilerinin bu anlamda daha ucuz imkan sağlayan nüfusla rekabeti söz konusu oldu. Benim gözlemlediğim en büyük sıkıntı bu kesimde. Onun dışındaki diğer kesimlerde genel anlamda bir sıkıntı yok.
Bir kelime ya da cümle ile ifade etmek isterseniz Kilis size ne anlatıyor?
Ben Kilis deyince ensar diyorum. Bu tabii içinde birçok değer barındırıyor. Kilis bir ensar şehri oldu. Nasıl Urfa şanlıysa, Maraş kahramansa, Kilis de ensardır.
Suriyelilere yönelik olarak acil insani yardımın dışında yeni ihtiyaçların da karşımızda olduğunu görüyoruz. Bu anlamda hem Kızılay’ın ne tür projeleri olabilir hem de yeni durumla ilgili neler yapılması gerekiyor?
Göç olgusu, bugün insanlık tarihinde yaşanan göç hareketlerinin içerisindeki en yüksek seviyesine ulaşmış durumda. Silah zoruyla ülkesini terk etmek durumunda kalmış 65 milyon mülteci var dünyada. Sair nedenlerle kendi ülkesinde yaşama umudu kalmadığı için ülkesini terk eden 230 milyon insan var. Her gün yaklaşık 45 bin insanın mülteci olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Her 30 saniyede Suriyeli bir çocuğun mülteci olduğu bir dünyada yaşıyoruz.
Eğer denizde boğulmadıysa...
Evet. Akdeniz’de ve Ege’de geçen yıl kaybettiğimiz insan sayısı 3 bin 500’ü aştı. Bu göç olgusu Türkiye’de olayın sıcak fazı olan ilk dönemdeki politikaları değiştirmeye yöneltti. Bu anlamda birtakım yasal düzenlemeler yapıldı. Mesela geçici koruma kanunu çıkarıldı. Göç İdaresi oluşturuldu. Göç İdaresi eskiden İçişleri Bakanlığı’nda Polis Teşkilatı’na bağlı Yabancılar Masası şeklinde faaliyet gösteren bir yapı iken uluslararası göçmen politikalarına daha uygun, insani yaklaşımları daha yüksek olan, olaya güvenlik temelli değil de insani temelli bakan bir teşkilata dönüştürüldü. Bu teşkilat şu an taşra yapısını ve politikalarını oluşturuyor. Kızılay da destek veriyor bu yapıya.
Çatışmalar, özellikle silahlı çatışmalar dünyada son 20 yılda iki kat arttı. Çatışma süreleri uzadı. Çatışmaların politik anlamda karmaşıklaşması derinleşti. Dünyanın özellikle Birleşmiş Milletler modelli Güvenlik Konseyi, Barış Güçleri gibi yapıların bu çatışmaları çözümleme noktasında aciz kaldığı bir noktadayız. Bugün mültecilik noktasında insanların ülkesinin dışında geçirdikleri ortalama yıl 17 yıla çıktı. Bu süre bize önümüzdeki dönemde politikaları uygularken daha çok nelere yönelmemiz gerektiği konusunda ışık tutuyor. Bugün Türkiye’de gözlerini açmış Suriyeli bebek sayısı 200 binlere ulaştı. Yani hayat devam ediyor. Bu da artık olayın acil insani yardım fazından çıktığını ve daha çok uyum temelli çalışmalara yoğunlaşılması gerektiğini gösteriyor.
Neler yapılması gerekiyor?
Öncelikle uyumda esas olan şey ev sahibi toplulukla göçmen topluluk arasındaki potansiyel çatışma unsurlarını yok edecek düzenlemeler oluşturmaktır. Şu an dünyada olmayan ve Türkiye’nin sırtlandığı çok yeni bir model var. Türkiye’nin sağladığı geçici kimlik kartlarıyla Suriyeli mülteciler sağlık hizmetlerinden istifade edebiliyor. Bugün 350 bin civarında Suriyeli çocuk maarif sistemi içerisinde kayıt edilmiş durumda. Burada o hizmeti almak durumunda olan toplumsal kesimler ile mülteci kesim arasındaki dengenin çok iyi muhafaza edilmesi gerekiyor. Onun ötesinde ilanihaye kamplarda pasif bir şekilde yardım alarak bu insanların geçinemeyeceğini, bunun insani bir şey olmadığını, dolayısıyla üretmeleri gerektiğini söyleyebiliriz. Onlar için bu üretim alanının ve çalışma hayatının düzenlenmesiyle alakalı birtakım politikaların yürürlüğe sokulması gerekiyor. Bununla ilgili bazı çalışmalar da yapıldı. Daha da ötesinde özellikle mülteci gençliğin gettolaşması önlenmeli. Bunlar bir boyutuyla bugün güvende yaşıyor gibi görünse de kırılgan kesimler. Çünkü ülkelerini terk etmişler. Geleceklerinden endişeli bir toplumsal kesim var ve bu özellikle illegal örgütlenmeler için çok mümbit bir alan. Bu yapının özel politikalarla ele alınması gerekiyor. Dolayısıyla bu kesimlerin özellikle uyum temelli süreçlerin içerisine alınması ve gerilimlerin azaltılması gerekiyor. Her toplumsal kesimin kadınlar, dullar, yaşlılar ve gençlerin ayrı ayrı ele alınması lazım. Kızılay olarak biz de bu anlamda yeni bir göç hizmetleri modeli oluşturuyoruz. Göçü daha çok kaynağında durdurmaya, Türkiye içerisindeki mülteci hizmetleri noktasında da bu toplumsal gerilimleri azaltan, birbirini kabul ve uyumu artıran bir insani yardım modeli geliştireceğiz.
Kilis’te münferit olayların dışında sosyal patlama şeklinde değerlendirebileceğimiz bir vaka yaşanmadı. Kilis’in bu anlamdaki gücünü nasıl açıklıyorsunuz?
O bölgenin aslında tamamı, mesela Urfalılar da Mardinliler de böyledir, yemekten çok yedirmeyi severler. Yani misafir ağırlamayı severler. Onların ananevi özellikleridir bu. Dolayısıyla öncelikli olarak onların bu kültürel değerlerini söylemek lazım. Modernizmin insanı aileyi, akrabalık ilişkilerini, toplumu atomize ettiği bir çağda bu anlamda aileyi, sokağı, mahalleyi koruyan illerden biridir Kilis. İnsanların zor gününe, iyi gününe iştirak etme kültürünün yaşatıldığı, toplumsal dayanışmanın halen canlı bir şekilde sürdürüldüğü bir coğrafyadır Kilis. Bu, insanların ve toplumun direncini artıran bir şey. O kültürün muhafaza edilmesi, modernizmin insanı atomize etmesine karşılık çekilmiş bir savunma hattı. Bunun sayesinde başardılar. Bugün Avrupa’nın bazı ülkeleri 2 bin mülteci almak için referandum gibi birtakım şeyler düşünüyor. Politikacılar bunun siyasi riskini almak istemiyor. Oysa Kilis ilimiz nüfusundan daha fazla kişiye kapılarını açabiliyor.
Avrupalıların istediği 2 bin kişi öyle sıradan insanlar değil. Diplomalı ya da meslek sahibi kişileri kastediyorlar. O kadar da seçiciler. Bu durumda Kilis’in mevcut başarısını hem koruyabilmesi hem de bunu daha yukarı taşıyabilmesi için neler yapılmalı?
Söylediğim gibi, burada potansiyel gerilim noktaları var. Bu çok insani bir şey. Yani insan temel güdüleriyle yaşar. Bir toplum eğer güvenlik noktasında bir kaygıya düşerse dünyanın en erdemli toplumu da olsa o güvenlik zaafı, gelecek kaygısı veya aç kalma korkusu insanı farklı davranışlara yönlendirebilir. Dolayısıyla burada yapılması gereken toplumu ve oradaki durumu analiz edip dinamik politikalar üretmek. Bu çerçevede özellikle çalışma hayatı, sosyal hizmetler, kamu hizmeti, sağlık hizmetleri, eğitim hizmetleri, güvenlik hizmetleri, şehirleşme gibi alanlarda ince ayar politikalar geliştirilmesi gerekiyor.
Dolayısıyla Kilis kadar cesur olamayan bir Avrupa var karşımızda. Peki, Avrupa’nın mültecilere bakışı ve davranışı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Avrupa’nın kendisi de aslında göçlerle kurulmuş bir kıtadır. Dolayısıyla göçe ve göçmene alışık olan bir yapı. Çünkü özellikle İkinci Cihan Harbi’nden sonra iş gücü ihtiyacını göçmen alarak karşılamış. Fakat bir başka unsur da konformizmin özellikle doruklarda olduğu, sıra dışı ve plansız herhangi bir şeye müsamahanın olmadığı bir yer. Bazen Avrupalı dostlarımıza “Niçin göçmenlerle ilgili bu kadar sertsiniz?” diye soruyoruz. Onlar da “Bizim önümüzdeki 5-10 yılı bir planlamamız lazım. Ona göre tedbir almamız lazım ki göçmen kabul edelim” diyorlar. Ben de onlara diyorum ki “Biz de böyle bir planlama içinde bulunsaydık o zaman bu içeri aldığımız 3 milyon insanın 1,5 milyonu orada ölecekti. ’Bekleyin, biz planlama yapıyoruz, ona göre alıyoruz’ dememiz gerekecekti.” Tabii onlar bir taraftan şaşkınlık, bir taraftan hayret veya hayranlık hisleriyle yaklaşıyorlar. Avrupa’da modernizmin bireyselleştirdiği ve bireyin de bencilleştiği Batı uygarlığının yaklaşımının politikalara etki ettiğini görüyoruz. Vicdanları sarsan Aylan bebek hadisesinden sonra ancak kapılar açıldı. Bu kapıların bir kısmı da bir mülteci destek programı olarak değil bir göç politikası olarak açıldı. Yani ihtiyaç duydukları çalışan insan gücünü karşılamak için. Avrupa’nın genç nüfusunun azaldığını, çok hızlı yaşlandığını, üreten nüfusa ihtiyaç duyduğunu düşündüğümüzde bu kriz bir göç politikasına dönüştürüldü. Dolayısıyla seçici bir kabulle bu durum bir fırsata dönüştürülmeye çalışıldı.
Kızılay’ın geliştirmeye çalıştığı yeni göç modeli kapsamında neler yapılacağını anlatır mısınız?
5-6 yıl önce Türkiye’nin 3 milyon mülteci barındıracağını söyleseydik herhalde kimse buna ihtimal vermezdi. Biz de böyle bir plan ve öngörü içerisinde değildik. Dolayısıyla şu an göç veya mültecilik meselesi önümüzde bulunan sosyal bir sorun olarak temel önceliklerimizden ve odaklarımızdan biri haline geldi. Burada bizim Kızılay-Kızılhaç hareketi perspektifinde özellikle parçalanmış ailelerin birleştirilmesi, mültecilerin korunması gibi birtakım uluslararası vazifelerimiz var. Ama onun ötesinde herhangi bir kriz durumunda Türkiye’nin potansiyel kriz coğrafyalarına yakınlığı, daha ulaşılabilir bir ülke olması, yardımseverliği ve global bir aktör olması nedeniyle insan hareketliliğinde tercih edilen bir destinasyon haline geleceğini söyleyebiliriz.
Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan, İslam İşbirliği Teşkilatı Zirvesi’nde İslam ülkeleri arasında ortak bir Kızılay örgütü kurulabileceğinden, Kızılay’ın da bu anlamda öncü olabileceğinden bahsetti. İslam ülkeleri ortaklığında bir Kızılay ne kadar başarılı olur ve bunun potansiyeli var mı?
Sayın Cumhurbaşkanımızın -ki kendisi Onursal Başkanımızdır; Kızılay’ın onursal başkanları cumhurbaşkanlarımızdır- İslam İşbirliği Teşkilatı Zirvesi’nde önerdiği ortak Kızılay modeli bizi de heyecanlandırdı. Bu çerçevede uluslararasılaşma vizyonumuzla da çok uyumlu olan bir modeldi. Ayrıca İslam dünyasının da çok ihtiyaç duyduğu bir şeydi. Bugün dünyadaki silahlı çatışmaların kahir ekseriyetinin bu coğrafyada olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla insani yardımın amiral gemileri olan Kızılayların ortak stratejiyle insani yardım çalışmalarını yürütmesi ya da savaş veya afet dışı dönemlerdeki çalışmalar noktasında dayanışması ve işbirliği çok önemli. Bizim de bu anlamda vizyonumuzla örtüşen bir öneriydi. Biz bunu heyecanla karşıladık. İstanbul’da 23-24 Mayıs’ta düzenlenecek Dünya İnsani Zirvesi’ne İslam İşbirliği Teşkilatı bünyesinden 56 Kızılay ve Kızılhaç başkanlarını davet ettik. Bu konuyu özel bir oturumla ele alacağız. Ümit ediyoruz ki Mayıs ayında İslam İşbirliği Teşkilatı bünyesindeki Kızılay ve Kızılhaçların birleşmesi noktasında ilk somut adımı burada belki bir imza ile atmış olacağız. Dolayısıyla bu anlamda biz hazırız.
İslam İşbirliği Teşkilatı üyesi ülkelerde Kızılhaçlar da mı var? Kızılhaç denildiğinde aklımıza daha çok Avrupa merkezli kuruluşlar geliyor.
56 üye ülkenin içerisinde pek çok Kızılhaç var. Bunlar Hıristiyan merkezli gibi düşünülüyor ama bu bir yanılgı. Belki sömürge döneminde kurulmuş olması itibarıyla veya sair ilişkiler nedeniyle tercih edildiği için Kızılhaç olarak kurulmuştur. Bu o ülkelerin veya o yöneticilerin Hıristiyan olduğu anlamına gelmez.
Türkiye nasıl Kızılay olarak kalmış, neden Kızılhaç olmamış?
Türkiye ilk Kızılay’dır. 1864 Cenevre Konvansiyonu’ndan sonra hem tıbbiyeli hem harbiyeli bir grup tarafından kurulmuştur. O dönemde yaralı askerlere yardım teşkilatı olarak faaliyet gösteriyordu. Sırbistan-Karadağ ile Osmanlı savaşındaki esir ve yaralı askerlerin değişimi, korunması gibi alanlarda faaliyet gösteriyordu. Balkan Harbi’nde işlevi oldu. Salib-i Ahmer yani Kızılhaç o zaman kurulup Osmanlı’nın da bunun içerisine katılması önerildiğinde, bir kısmı da Hıristiyan olan Osmanlı paşaları, “Hayır biz Osmanlıyız, biz haç kullanmayız, sembolümüz hilaldir. Biz hilal kullanırız, kabul ediyorsanız hilal olarak gireriz yoksa girmeyiz” yaklaşımını sergilediklerinden dolayı Cenevre’deki Uluslararası Kızılhaç Komitesi Osmanlı’nın bu amblemi kullanmasını kabul etmiştir. Sonrasında da zaten Hilal-i Ahmer olarak devam etmiştir.