Amerikan eski başkanı George W. Bush Irak Savaşı öncesi ülkesinin hedeflerini sayarken Saddam Hüseyin rejimini devirmek ve “Irak’ı Ortadoğu ülkeleri için bir model” haline getirmekten söz ediyordu. 20 Mart 2003’te sabaha karşı başlayan operasyona “Özgürlük operasyonu” adı verildi.
Amerikan savaş uçakları bombalarını başta Bağdat olmak üzere Irak’ın kadim kent, köprü, otoyol, baraj ve daha da önemlisi insanlarının üzerine bıraktı.
Irak kısa bir süre içinde yerle bir oldu. Baas yönetimi üç haftadan az dayanabildi. Çeyrek asırlık Saddam Hüseyin dönemi sona erdi ama Irak’taki kaos, yıkım ve savaş on beş yıl boyunca farklı formlarda devam etti, ediyor.
ABD’nin “Özgürlük operasyonu” Irak’a demokrasi değil yıkım götürdü. Sünniler ile Şiiler arasında körüklenen mezhep çatışması ve radikal terör örgütlerinin eylemleri tüm bölgeye yayıldı. El-Kaide, DEAŞ ve benzeri yapılar dünyayı kana buladı. 2005’te kabul edilen ve mimarı ABD’nin Irak’tan sorumlu sivil yöneticisi Paul Bremer olan Irak Anayasası ülke nüfusunun yaklaşık dörtte birini oluşturan Sünni Arapların endişelerini karşılamaktan uzak, toplumun bir kesimini tamamen dışlayan bir metin olarak şekillendi.
Washington’ın demokrasi sözleri Irak için koca bir yalan olarak ortada duruyor. Asıl hedefin ise ABD’nin bölgedeki jeopolitik mücadelede yerini sağlamlaştırmak olduğunu bilmeyen yok.
Mısır’da Darbe
2011’de başlayıp Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da uzun yıllardır iş başındaki liderleri birbiri ardına deviren isyan dalgası Hüsnü Mübarek’in otuz yıllık başkanlığını sona erdirdiğinde demokrasi ve özgürlük sloganları Batı’da geniş yankı buluyordu.
ABD eski başkan yardımcısı Joe Biden Hüsnü Mübarek’in istifası için “Bu tarihin çok önemli bir dönüm noktası. Şu an yaşanan değişim geri döndürülemez bir değişim olmalı” derken dönemin İngiltere Başbakanı David Cameron “Bu sivil ve demokratik yönetime geçiş adımıdır. Mübarek’in gidişi büyük bir fırsattır. Yeni hükümet gerçek, açık, özgür ve demokratik bir toplum inşası için temel taş olacaktır” diyordu. Almanya Başbakanı Angela Merkel de “Bugün çok mutlu bir gün. Hepimiz tarihi bir değişime tanık oluyoruz. Mısır sokaklarındaki insanların coşkusunu paylaşıyorum” ifadelerini kullanıyordu.
Mübarek devrildikten sonra Haziran 2012’de Mısır’da yapılan demokratik seçimleri sürpriz bir şekilde Müslüman Kardeşler’in siyasi örgütlenmesi olan Özgürlük ve Adalet Partisi’nden Muhammed Mursi yüzde 51,73 oy oranıyla kazandı.
Mursi iş başına geldikten sonra Mısır elbette ki bir anda demokratik bir ülke haline gelmemişti. Sorunlar vardı ama sivil, seçilmiş bir hükümet arayışı içindeydi. Ülkede yıllar süren baskıcı yönetim sonrası atılan demokratik adımların acemiliği, kurumların tam olarak yerleşmemesi ve daha pek çok sebepten yaşanan gerilimin çözümü demokrasi içinde aranmadı. Daha yolun başında asker sahaya indi.
3 Temmuz 2013’te Genelkurmay Başkanı Abdülfettah Sisi, Muhammed Mursi’yi askeri darbeyle koltuğundan indirdi ve Anayasa’yı askıya aldı. Darbeye direnen, meydanları dolduran sivillerin üzerine defalarca ateş açıldı. Darbeye karşı eylemlere izin verilmedi. Rabiatü’l Adeviye Meydanı’nda 27 Temmuz’da yaklaşık 200, 14 Ağustos’ta da aynı meydanda ve ülke çapında 578 kişi katledildi.
Mısır’daki askeri darbeden sonra pek çok siyasi parti, televizyon ve gazete kapatıldı. Başta Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi olmak üzere siyasi liderler, gazeteciler tutuklandı ve ağır hapis cezalarına çarptırıldı hatta idam edildi. Ancak bütün bunlara rağmen ilk başta Mısır’daki demokratik değişime alkış tutan Batılı ülkelerin darbe yönetimine selam durduğunu daha sonra hem ekonomik hem de siyasi destek verdiklerine tanık olundu. Avrupa Birliği (AB) üyelik süreci çerçevesinde Türkiye’ye sık sık demokrasi nutukları atan Avrupalı liderlerin Sisi ile bir araya gelmek için sıraya girerek askeri dikta rejimine kucak açtıklarını tarihçiler kayıt altına aldı. Dönemin ABD Başkanı Barack Obama Mısır’daki darbede kullanılan silahların daha namluları soğumamış iken 2014’te Abdülfettah Sisi ile baş başa görüşme yapmaktan kaçınmadı. Mısır’ın ABD’nin güvenlik politikaları için önemine değindi.
Bu ve benzer örnekler daha da uzatılabilir: 11 Eylül saldırılarının faillerinin büyük bir bölümünün Suudi Arabistan vatandaşı olmasına rağmen Amerikan başkanlarının bu ülkeyle kurduğu yakın ilişkiler, Libya’da iç savaşın taraflarından biri olan General Haftar ile kurulan ittifak ve daha niceleri… ABD Başkanı Donald Trump’ın Mısır lideri Sisi ve Suudi rejimiyle olan yakınlığı zaten bir sır değil. Hatta Libya’da Muammer Kaddafi’nin bir komplo sonucu devrilmeden önce İtalyan eski başbakanı Berlusconi’ye elini öptürdüğü, Fransa eski Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin seçim kampanyasını fonladığı biliniyor.
Aynı ülkelerin liderleri herkesin gözü önünde cereyan eden Türkiye Büyük Millet Meclisinin bombalandığı, Türkiye’nin seçilmiş cumhurbaşkanının canına kastetmek için ölüm timinin oteline gönderildiği, sokak ortasında sivillerin üzerine helikopterlerden ateş açıldığı, saatlerce televizyonların canlı olarak yayımladığı darbe girişiminde demokratik hassasiyeti göstermedi, gösteremedi. Mesele prensipler ve demokrasiye bağlılık olsaydı bütün dünyanın 15 Temmuz gecesi ayağa kalkması ve o kanlı darbe girişimine karşı çıkması gerekirdi. Darbecilerin yer yüzünde sığınacak yer bulamaması lazımdı. Oysaki bugün bakıldığında darbenin planlayıcılarının Avrupa’nın başkentlerinde ve ABD’de el üstünde tutuldukları, korundukları, yayın ve propaganda imkanlarıyla desteklendikleri görülmektedir.
Seçici Demokratlar
Son iki yüz yıldır yaşananlar şunu gösteriyor ki Batı’nın Ortadoğu’daki hedefi hiçbir zaman bu ülkelere demokrasi ve refah getirmek olmadı. Sömürge savaşları, Birinci ve İkinci Dünya savaşları, Soğuk Savaş döneminde yaşananlar Batı’nın çifte standart temelli yaklaşımı açısından uzun bir liste oluşturmaktadır.
ABD ve İngiltere İran’da seçimle gelen Musaddık yönetimini 1953’te devirerek Şah Pehlevi’yi iş başına getirdiğinde demokrasi aramıyordu. İstenen Batı’nın Basra Körfezi’ndeki politikalarını koruyacak bir müttefik bulmaktı. Bu güçler Türkiye’de de askeri darbelerin destekleyicisi olmuş, sonrasında Türkiye’deki demokrasi sorunlarını kullanarak baskıyı bu kez demokrasi adına yaparak yola devam etmiştir. Çıkarları korunduğu sürece ülkede demokratik özgürlüklerin yolunu kesen vesayet düzenine göz yummuşlardır.
Batı’nın Soğuk Savaş yıllarında insan hakları ve demokrasi çağrıları aslında komünizme karşı araçsallaştırılmış bir politikadır. 1975 Helsinki Nihai Senedi’nin kabulüyle insan hakları konusu ülkelerin içişleri olmaktan çıkarılarak uluslararası bir mesele haline getirilmiştir. Burada amaç Sovyet komünizmine karşı bir koz elde etmek, bunun üzerinden Doğu Avrupa’da ve diğer komünist ülkelerdeki iktidar karşıtı güçleri desteklemek ve Sovyetleri yıpratmaktır. Amerikan yönetimi bu nedenle 1976’yı kapsayan ilk insan hakları raporunu 1977’de yayımlamıştır. Bunu da bir baskı unsuru olarak kullanmıştır. İnsan hakları ve demokrasi mücadelesinin bu anlamda küresel çekişmenin aracı haline getirilmesi kuşkusuz en çok gerçek anlamdaki insan hakları savunucularını ve demokrasi mücadelesi verenleri sıkıntı içine sokmuştur.
Batılı ülkeler demokrasi ve insan hakları konularını temel çıkarlarını tehdit etmediği sürece görmezden gelmeyi tercih etti. Raporlansa da aksiyon alma konusunda seçici davrandı. Seçici bir demokrasi ve insan hakları savunuculuğu yolunu belirledi. Hem Avrupa hem de ABD Mısır, Libya, Cezayir, Suriye, Irak ve Körfez’de antidemokratik rejimlerle yoluna devam etti.
Bugün başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerin bölgede beş temel hedefi olduğu söylenebilir: Birincisi Ortadoğu’daki petrol ve doğal gazın arzı, fiyatı, aktarım yollarının kontrolü ve akışın devamının sağlanması. İkincisi Rusya’nın bölgeye inerek bu durumu tehdit etmesinin önlenmesi. Üçüncüsü Çin’in bölgeye girmesi ve etkili olmasının engellenmesi. Dördüncüsü İran, Türkiye gibi bölgesel güçlerin ağırlığını artırmasının engellenmesi ve bu tür bir rekabetin önüne geçilmesi. Beşincisi İsrail’in –daha doğrusu İsrail’in yayılmacı politikalarının– güvenliğinin sağlanması.
ABD ve müttefikleri bu noktada başta Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin iş birliğine ihtiyaç duyuyor. İran’ın artan rolü ve etkinliği, Türkiye’nin kendi bağımsız politikalarını uygulamaktaki direnci bu açıdan Batı’yı rahatsız ediyor.
Bugün İran Hürmüz Boğazı’nda ve Yemen’deki savaştaki etkinliğiyle Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerini sıkıştırıyor, petrol ve diğer ticaretin Hürmüz ve Babü’l Mendeb üzerinden akışını tehdit ediyor. Bu nedenle son on yıldır başta Suudi Arabistan olmak üzere tüm bölge ülkeleri ilgili aktörlerle ittifak içinde farklı arayışlara girmiş bulunuyor. Mısır, Libya gibi Akdeniz’e çıkışı olan ülkeler ile Sudan, Somali gibi Kızıldeniz’e kıyıdaşlar ülkeler de önem kazanmış durumda.
Bir yandan İran üzerindeki baskı artarken diğer yandan Tahran’ı saf dışı bırakacak, Hürmüz ve Babü’l Mendeb’i by pass edecek alternatifler üzerinde çalışılıyor. Suudi Arabistan üzerinden batıya, Kızıldeniz’e ve Süveyş’e doğrudan uzanan ticaret yolları, boru hatları plan ve projeleri öne çıkıyor.
Mısır, Sina Yarımadası, Süveyş’in güvenliği bu nedenle farklı anlamlar kazanmış durumda. Suudi Arabistan Neom projesiyle ülkenin batısında bir cazibe merkezi oluşturmak için adımlar attı. Sina’daki radikal gruplara yönelik baskılar arttı. Bu nedenle Sisi yönetimine Suudi Arabistan ekonomik, Batılı ülkeler de siyasi destek veriyorlar. Doğu Akdeniz’de yeni ortaya çıkan doğal gaz zenginliği, Avrupa’nın Rusya’yı by pass edecek enerji akışını sürdürme çabaları ve Batı’nın politikalarına direnç gösteren Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de dengelenme çabası bu birliktelikleri mümkün kılmış durumda.
Kravat bile takmaktan hoşlanmayan sosyal demokrat Yunanistan Başbakanı Alexis Çipras bu nedenle Mısır’daki askeri darbenin lideri Sisi ile Filistin’de işgal ve ilhak politikalarının mimarı ve baş savunucusu Başbakan Benyamin Netanyahu ile zirveler, ittifaklar yapmaktan çekinmiyor.
Fırsat buldukça Türkiye’ye demokrasi nutukları atmaktan üşenmeyen Avrupa Konseyi Başkanı Donald Tusk, AB Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker, Almanya Başbakanı Angela Merkel ve İngiltere Başbakanı Theresa May gibi isimler Şubat’ta olduğu gibi Mısır’da yapılan Avrupa Birliği Arap Birliği Zirvesi’ne katılmaktan geri kalmıyor. Ne Mısır’da dokuz gencin idam edilmesi ne de İstanbul’daki Suudi Arabistan Büyükelçiliğinde yaşanan gazeteci Cemal Kaşıkçı suikastı mesele ediliyor.
Bugün için Batı’nın meselesi –geçmişte de olmadığı gibi– prensipler, demokrasi ya da insan hakları değildir. Türkiye pek çok ülke gibi temel insan hakları ve çoğulcu bir demokrasi için mücadelesini sürdürüyor. Bu yoldaki pek çok engel kaldırılsa da yenileri Türkiye’nin önüne dikilmiş bulunuyor. Başta PKK olmak üzere pek çok terör örgütünün faaliyetleri, darbe girişimi, casusluk faaliyetleri Türkiye’yi –terörün hedefi olan başta Fransa olmak üzere pek çok ülke gibi– olağanüstü önlemler almaya sevk etmektedir.
Günümüzde ortaya çıkan uyuyan hücre yapıları, siber saldırılar, sosyal medya mecraları ve dış kaynaklı internet siteleri üzerinden yürütülen dezenformasyon ve bilgi manipülasyonları gibi yeni güvenlik tehditleri demokratikleşme ve özgürlükler konusunda sadece Türkiye için değil tüm dünya ve hatta demokrasi standardı en yüksek ülkeler için bile baskı unsurları.
Bu sorunlar sadece belli ülkelerin değil tüm dünyanın güvenliği ve küresel demokrasi çabalarını tehdit eden sorunlardır. Bunların çözümü ancak bütüncül yaklaşımla mümkün olabilir. Demokrasi arayış ve çabaları, teşvik ve eleştirilerin çıkar odaklı ve seçici değil prensipler temelinde gerçekleşmesi gerekir.