Türkiye ve Rusya arasında 5 Mart 2020’de imzalanan mutabakat sonrasında Suriye’de 2011’den beri en uzun ateşkes dönemi yaşandı. Bir buçuk seneden bu yana devam eden durumda, her ne kadar zaman zaman gerilim artmış olsa da, askeri operasyonlar gerçekleşmedi ve alan kontrolünde bir değişim yaşanmadı. Ancak son zamanlarda Dera ve İdlib’te, Rus saldırıları ve YPG’nin terör eylemleriyle gerilim tırmanırken, önemli gelişmeler de yaşanıyor. Dera’da olanlar, Suriye’de bir siyasi çözüm için Rusya’nın önerdiği yerel uzlaşı modelinin çöküşünü simgelerken, Rusya’nın İdlib ve hatta Afrin’e yönelik düzenlediği hava saldırıları, İdlib’e yönelik kapsamlı bir saldırı ihtimalini de artırıyor. Diğer yandan YPG’nin devam eden terör eylemleri, Suriye Geçici Hükümeti’nin ve Türkiye’nin terör örgütüne karşı ortak askeri harekat düzenlemesini de kaçınılmaz kılmış durumda.
Dera
Esed rejiminin anlaşmayla Dera’yı ele geçirmesi sonrasında, bölgedeki askeri muhaliflere sunduğu uzlaşı modeli, Rusya’nın Suriye’de çözümü getirmek için ortaya koyduğu bir projeydi. Bu projeyle, BM tarafından öngörülen geçiş sürecine alternatif olarak, yerel uzlaşı anlaşmaları ile Suriye’ye barışın getirilebileceği savunuluyordu.
Ne var ki, Dera’da 2018’den bu yana süren bu karmaşık ortam, özellikle bölgede gerçekleştirilen suikastlarla daha da karmaşık bir hal aldı. Son dönemde rejime bağlı 4. Tümen’in Dera ve Tafas bölgesine askeri takviye yaparak, bölgeyi ele geçirmek ve uzlaşmacı muhaliflerden oluşan 5. Kolordu hakimiyetini sonlandırmak istemesinden kaynaklı olarak çatışmalar yaşanmaya başladı. Rejim ise kısa ve orta vadede, egemenliğine bir tehdit unsuru olarak gördüğü bu yapıları ortadan kaldırmak ve bölgede tam bir hakimiyet sağlamak istiyor.
Geçmişte, rejim unsurlarından müteşekkil 4. Tümen ile eski ÖSO’cular tarafından oluşturulan 5. Kolordu arasında ortaya çıkan çatışmalar, genellikle Rusya’nın arabuluculuğuyla ile son buluyordu. Ancak Dera bölgesinde güvensizliğin artması ve İran’ın doğrudan devreye girmesi ile 4. Tümen, Rusya’nın kurduğu dengeyi ve düzeni bozdu. Rejim güçlerinin Dera el-Balad bölgesine uyguladığı abluka, muhaliflerin karşılık vermesine rağmen sonlandırılmadı ve rejim taleplerini dayatmaya çalıştı. İran’ın bölgedeki dengeyi bozması sonrasında, Rusya tekrar devreye girmek zorunda kalarak, yeni bir anlaşma zemini oluşturdu. Bu anlaşma ile bölgede uzlaşan muhaliflerin konumları daha da zayıfladı. Kısacası, Rusya’nın uzlaşanlara arabuluculuk ile tanıdığı haklar ve imtiyazlar, İran’ın devreye girmesi ile geri alındı ve Esed rejimi totaliter yönetim anlayışını dayattı.
Dera bölgesinde uzlaşı anlaşmalarına rağmen yaşanan sorunlar ve Esed rejiminin bu uzlaşmalara sadık kalmayışı, Suriye’nin geneli için de önemli veriler sunuyor. Nitekim Suriye’de olası siyasal çözüm tartışmaları ve bunun gerçekleşmesi durumunda, askeri yapıların yeniden düzenlenmesi için Rusya tarafından önerilen 5. Kolordu modelinin sorunlu olduğu ve çalışmadığı ortaya çıktı. Dera’da yaşananlar, Suriye’de toplumsal barışın sağlanmasının birkaç göreceli makyaj ile mümkün olmadığını, ülkedeki sorunu çözmek için kapsamlı bir siyasal geçişe ihtiyaç olduğunu gösteriyor. Rusya tarafından savunulan anayasa değişikliği ve uzlaşı anlaşmalarıyla, sorunların çözülebileceği varsayımının doğru olmadığını, Dera bize pratikte göstermiş oldu.
İdlib ve Afrin’deki Rus Saldırıları
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasında 29 Eylül 2021’de Soçi’deki görüşme öncesinde, Rusya ciddi anlamda hava saldırılarını artırmıştı. Özellikle İdlib bölgesini hedef alan hava saldırıları, daha önceden güney cephe hatlarına yakın bölgelerde gerçekleşirken, Rusya’nın hava saldırılarını nüfusun daha yoğun olduğu kuzeye doğru kaydırdığı ve Türk askerinin bulunduğu askeri noktaların yakınlarını da hedef aldığı görülüyor. Rusya’nın bu hava saldırılarının yanı sıra, Esed rejiminin topçu birlikleri de aralıksız olarak İdlib’i hedef aldı. Özellikle Rusya’nın rejime sağladığı Krasnapol sistemleri ile rejim daha uzun menzilde nokta atışları gerçekleştirme imkanını elde etmiş durumda. Ancak Esed rejimi, bu saldırılar ile askeri hedefleri değil, sivil yerleşim yerlerini ve altyapıyı hedef almayı tercih ediyor. Nitekim Esed rejimi, İdlib’te yaşayan 3 milyonun üzerindeki nüfusu doğrudan kendisine yönelik bir tehdit olarak algılamakta ve tehdit olarak gördüğü bu nüfusun Suriye’de kalmasını istememektedir. Esed rejiminin topçu ve Rusya’nın hava saldırıları sonucunda bölgede yaşayan sivil halkın Türkiye’ye yönelik göç etme tehlikesi geçerliliğini koruyor. Her ne kadar 5 Mart 2021’de imzalanan ateşkes, Türkiye açısından bir rahatlama sağlamış olsa da kırılganlığını koruyor. Ateşkesin kırılgan olması da Türkiye’nin ulusal güvenliğine bir tehdittir. Nitekim Türkiye’deki muhalefet, Suriyelileri ülkelerine geri göndermekten bahsederken, Suriye’deki mevcut durum Türkiye’ye daha fazla Suriyelinin gelme tehlikesini oluşturuyor.
İdlib’teki ateşkesi önemli kılan diğer önemli bir nokta ise İdlib’in topografyası. Nitekim Rusya ve Esed rejiminin ele geçirmek istediği stratejik M4 otoyolu ve güneyindeki Cebel Zaviye bölgesi rakım olarak yüksekte. Rejimin bu bölgeyi kontrol etmesi sonrasında ise M4 otoyolunun kuzeyindeki ve İdlib şehir merkezindeki bölgeler, Türkiye sınırına kadar askeri olarak çok daha kolay hedef haline gelecekler. Bu sebeplerden ötürü İdlib’teki ateşkesi kalıcı hale getirmek adına bazı adımlar atılması değerlendirilmelidir:
- Türk askerinin sahadaki varlığı yoğunlaştırılmış nokta hakimiyetinden alan hakimiyetine geçmelidir. İdlib bölgesi Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı harekat bölgeleri gibi fiili güvenli bölge haline gelmelidir.
- Türk askerinin angajman kuralları, doğrudan İdlib sahasını korumaya yönelik tasarlanmalıdır. Suriyeli muhaliflere bırakmadan Esed rejiminden gelen her ateşkes ihlali, misliyle karşılık bulmalıdır.
- İdlib bölgesindeki HTŞ kendisini feshetmeli ve bölgedeki diğer radikal gruplar Suriyeli muhalifler üzerinden elimine edilmelidir.
- Türkiye, Rusya ile müzakerelerinde ve sahadaki adımları ile odak noktası olarak İdlib’i değil Tel Rıfat, Münbiç ve Fırat’ın doğusundaki YPG varlığını belirlemelidir.
YPG’nin Terör Eylemleri
Her ne kadar Türkiye hem ABD hem de Rusya ile iki ayrı anlaşma imzalamış olsa da terör örgütünün saldırıları ve terör eylemleri aralıksız olarak devam ediyor. Güvenli bölgelerde yaşayan sivilleri terörize eden bu saldırılar zaman zaman Türk askerini de hedef alıyor. Örgüt, son bir yıl içerisinde toplam 185 saldırı gerçekleştirdi. Bu saldırıların 59’u EYP, 52’si ise bombalı araç saldırıları. Özellikle örgütün gerçekleştirdiği bombalı araç saldırıları, hem örgütün neden terör örgütü olduğunu anlatan en önemli unsur hem de bölge halkının güvenliğini tehdit eden birincil etken durumunda. Nitekim örgüt zaman zaman bombalı araç ile intihar saldırısı gerçekleştirmenin yanında, sivil araçlara araç sahiplerinin haberi olmadan patlayıcı düzenek yerleştiriyor ve bombayı belirsiz bir zamanda hedef gözetmeksizin patlatıyor. YPG, bu terör eylemlerinin yanında bir de Rusya’dan aldığı güdümlü anti-tank füzeleri ile doğrudan Türk askerini hedef alıyor. Bu yöntem ile en son iki Türk polisini şehit etti. Örgütün bu pervasız saldırıları sonucunda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da dediği gibi Türkiye’nin ve Suriye Geçici Hükümeti’nin sabrı tükenmiştir ve YPG’ye karşı bir askeri harekat zorunlu hale gelmiştir.
Türk Silahlı Kuvvetleri ve Suriye Milli Ordusu’nun ortak düzenleyeceği muhtemel hedefler arasında üç ayrı bölge öne çıkıyor. Birinci seçenek Tel Rıfat bölgesi. Bu bölgeye yönelik operasyon gerçekleşirse, ABD’nin Türkiye’ye karşı yaptırım uygulaması mümkün değildir, çünkü hem o hem de YPG, o bölgedeki varlığını inkar ediyor. Ancak Rusya Tel Rıfat’taki YPG varlığını Suriye Geçici Hükümeti ile Halep şehir merkezi arasında bir tampon olarak kullanmak istiyor. Ayrıca, Tel Rıfat üzerinden Suriye Geçici Hükümeti’nin ortaya koymaya çalıştığı yönetim modelini baltalayıp, Esed rejiminin alternatif oluşturmasını da engellemek istiyor. Rusya, Tel Rıfat tutumunu en son TSK Tuvays’te şehit edilen askere karşılık YPG’yi vurduğunda, Tuvays’e yönelik üç hava harekatı gerçekleştirerek göstermişti.
İkinci seçenek ise Barış Pınarı Harekatı bölgesinin doğu ve batı ekseninde genişletilmesidir. Nitekim Rusya’nın bu bölgede hava kontrolü olmaması ve S-400 Hava Savunma Sistemi’nin etki alanının sınırlı olmasından dolayı, askeri üstünlük Türkiye ve Suriye Geçici Hükümeti’nde olacaktır. Bölgede YPG’yi koruyan Rus askeri birlikleri, Zeytin Dalı Harekatı’nda olduğu gibi geri çekilebilir. Ancak bu bölgeye yönelik gerçekleşecek bir harekatta doğrudan ABD yaptırımları devreye girecektir. Özellikle bu bölgenin kuzey hattı Kürt yoğunluk yerleşim yerleri olduğu ve Ayn el Arab’ın (Kobane) bulunması hasebiyle, ciddi bir uluslararası medya baskısı yaşanabilir. Bu yüzden hem yaptırımları engellemek hem de medya baskısını hafifletmek için Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ABD Başkanı Biden arasında gerçekleşecek görüşme önem arz ediyor. Örneğin, Kürtlerin yaşadığı alanlara YPG’nin Suriye’den kovduğu Suriyeli Kürtlerden oluşan Roj Peşmergeleri konuşlandırma modeli değerlendirilebilir. Böylelikle Menbiç ve güney hattında Suriye Milli Ordusu, kuzey hattında Roj Peşmergeleri bulunabilir.
Üçüncü ihtimal ise harekatın hedefinde Irak sınırındaki Malikiye hattı olmasıdır. Bu bölgenin terör örgütünden temizlenmesi ile örgütün Irak’tan gelen temel lojistik hattı ve güç merkezi kontrol altına alınmış olur. Örgütün dünya ile olan bağı kesilir. Bölgeye yönelik gerçekleşecek ortak Türk-Suriyeli harekatına karşı Rusya’nın engelleyici bir rolü olamayacaktır. Ancak bölge aynı zamanda ABD’nin de Suriye’deki varlığı için temel lojistik hattını oluşturmaktadır. Her ne kadar Roj Peşmergesi modeli uygulansa ve Türk askeri Amerikan askeri için güvenli geçiş sağlamayı vaat etse bile, Malikiye hattına yönelik bir operasyon ciddi bir Amerikan tepkisine yol açabilir.