28 Şubat darbesi Türkiye’de hukukun bir araç olarak kullanıldığı süreçlerden biriydi. Darbeciler yargıyı kendilerine bir perde olarak kullanmıştı. Fakat hukuk düşüncesi çerçevesinde bakıldığında bunun öncelikle hukuka karşı girişilmiş bir darbe mekanizması olduğu görülmektedir. Çünkü hukuk teorisine bakıldığında modern siyaset felsefesinin “özerklik”, “rasyonellik” ve “sekülerlik” gibi temel kurucu ilkeleri ve değerleri üzerinden inşa süreci beraberinde hukuk düşüncesini de dönüşüme uğratmıştır. Hukuk düşüncesinin “özerklik, olgusallık ve bilimsellik” ilkeleri üzerinden soyutlanması fikri modern yasa hukuku ve/ ya yasa-politik iktidar anlayışını doğurmuştur. Derin bir tarihi entelektüel arka planda tartışılabilecek bu anlayışın ortaya çıkardığı hukuk düşüncesi hukuku üstün iradenin buyruğuna hasretmek suretiyle yasanın toplumsal mühendislik aracı olarak kullanımına yol açmıştır.
Hukukun Araçsallaştırılması
Hukukun soyutlanması fikri yasanın sosyolojik değer alanıyla olan içkin meşruiyet ilişkisini inkıtaa uğratmıştır. Bu kopuş üstün iradenin kendinden menkul meşruiyet zemini üzerinden toplumsal alanı hukuk aracılığıyla tanzim edebilme iktidarı yaratmıştır. Böylelikle hukukun dispolitik iktidar aracı olarak yapılandırılması, “millet iradesi, demokratik yönetim, siyasal meşruiyet, sosyal sözleşme, hukukun üstünlüğü, siyasal katılım ve toplumsal rıza” gibi ilkelerin paralize edilmesine yol açmıştır. Bu durum hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ilkelerine içkin meşruiyet değerlerini akim bırakan olağan dışı iktidar pratikleri, vesayet politikaları ve meşru sivil yönetime müdahalelere zemin hazırlamıştır.
Modern demokratik siyasetin kurumsallaşma süreçlerini kırılganlaştıran apolitik müdahalelerin en güçlü aygıtını bir sosyal mühendislik biçimi olarak hukuk ve onun icracısı olan yargısal erk oluşturmaktadır. Millet iradesine dayalı meşru iktidar yapılarının demokratik işleyişini kesintiye uğratan müdahillikler, atipik vesayetçi güç temerküzleri üzerinden gerçekleşmektedir. Söz konusu güç temerküzleri “militaristik, bürokratik, jüristokratik veya kolektivist” nitelikli yozlaşık iktidar odakları olarak çeşitlenmiş biçimde tezahür edebilmektedir. Demokratik siyasetin kurumsal yapı ve işleyişini felce uğratan bu güç odakları dışlayıcı ideolojik örgüsüyle tehdit unsuru olarak etiketlediği ve düşmanlaştırdığı bir “çevre” kurgusu yaratmaktadır. İçkin ideolojisiyle merkezde konumlanan bu güç odakları kendilerinde, üzerlerinde vesayet etme iktidarı vehmettikleri “çevre”nin iradesine ipotek koyma hakkını görmektedir. Böylelikle demokratik siyasetin kendinde icra kabiliyetini ortadan kaldıran, sahih siyasal katılım mecralarını dinamitleyen ve ortak kamusal iradeyi etkisizleştiren bir siyaset tarzı üretmektedir.
Darbe Siyaseti
MGK’nın 28 Şubat 1997’de almış olduğu kararlar yukarıda teorik çerçevesini ortaya koymaya çalıştığım düşüncenin ürünü olarak tezahür etmiştir. Bu düşünce Türk siyasi tarihinde “postmodern darbe” olarak nitelenen bir toplumsal mühendislik pratiği ve projesi olarak hayata geçirilmiştir. Üzerinden yaklaşık çeyrek yüzyıl geçen bu süreç siyasi tarihimizde derin kırılmalara yol açmıştır. Bu müdahale çok partili yaşama sancılı geçiş ve sonrasında yaşanan travmatik siyasal süreçlere bir yenisini daha eklemiştir. Sebep olduğu ağır sosyoekonomik maliyetler ve toplumsal travmalarla siyasal ve toplumsal tarihimiz açısından sosyopolitik bir trajediye dönüşmüştür.
Hukuk ve siyasetin bir toplumsal mühendislik aracına dönüştürülmesi suretiyle toplumsal değer alanlarını üstenci bir dil ve eylemsellikle tanzim etme ve dönüştürme çabasına girişilmiştir. Sosyolojik bünyeyi travmatize eder biçimde milletin temel değerlerini aşağılama ve ötekileştirme stratejileri üretilmiştir. Çok aktörlü sofistike bir apolitizasyon süreci olarak icra edilen bu darbenin merkezi gücü militaristik vesayet olmakla birlikte siyasi aktörlerden sivil bürokrasiye, yargı erkinden medya kartelleri ve sermayedarlara varıncaya kadar geniş bir yelpazede kendisine güç devşirmiştir.
Demokratik siyasal düzeni inkıtaa uğratan 12 Eylül askeri darbesi sonrasında oluşturulan vesayet düzeni 1982 Anayasası tarafından hukuksal bir çerçeveye kavuşturulmuştur. Bu apolitik düzen ilgili dönemin küresel ekonomi politiği ve sosyoekonomik dinamikleriyle uyarlı biçimde kendisini yapılandırmıştır. Hukukun araçsallaştırılmasıyla gerçeklik kazanan bu yapılanmada millet iradesini denetleyici vesayet kurumlarına yer verilmiştir. İlgili vesayet kurumları sivil bürokrasi, yargı ve medya gibi yeni paydaşlar ve/ya aktörler üzerinden alanını genişleterek tahkim etmiştir.
Darbe siyasetine uygun biçimde yapılandırılan hukukun içkin ideolojisini etkinleştirebilecek en önemli aygıt kuşkusuz yargı sistemidir. Bu dönemde brifingler ve telkinlerle yargı görevden el çektirilen meşru hükümetin kurucu siyasi partisini kapatma gibi vesayet düzenini tahkim eden kararlarla adını duyurmuştur. Hukukun evrensel ilkeleri ve değerlerini yok sayan yargı kararlarına bizatihi yüksek yargı eliyle imza atılmıştır. Siyasal alanı denetim altında tutma misyonunu icra eden vesayet düzeni yargısal aktivizm üzerinden alanını güçlendirmiştir. Böylelikle yargı demokratik siyaset alanını domine eden sosyopsikolojik harekatın öncü kuvvetini oluşturmuştur.
Vesayet düzeninin öncü güçlerinden bir diğerini oluşturan medya demokratik siyasal alanı bütün aktör ve unsurlarıyla aşağılayarak değersizleştirme çabasında olmuştur. Sosyopsikolojik harekatın bir parçasını oluşturan bu aşağılayıcı dezenformatif ve manipülatif dil milletin demokratik iradeye olan inancını köreltmeye matuf kirli bir amacı hedeflemiştir. Millet iradesine kasteden bu müdahaleler özgün bir demokratik siyaset kültürü üretebilmenin imkanını ortadan kaldırmıştır. Burada dördüncü kuvvet olmanın etkin gücüyle medya vesayetçi müdahaleleri meşrulaştırma işlevini topyekun bir sosyopsikolojik harekatla gerçekleştirmiştir.
Vesayet düzeninin idamesini amaçlayan darbeci aktivizm eğitimden çalışma hayatına, siyasetten örgütlenme özgürlüğü ve siyasi katılıma kadar birçok sivil veya siyasal hak ve özgürlüklerin kullanımını etkisizleştirmiş veya yok etmiştir. Örneğin başörtüsü yasağı, ikna odaları ve katsayı uygulamasıyla eğitim hakkı ihlal edilmiştir. “İrtica, gericilik ve laiklik” gibi söylem düzenekleriyle üretilen ve soyut bir iç güvenlik tehdidi olarak etiketlenen yapay bir çatışma alanı yaratılmıştır. Toplumsal değer ve inançları hedef alan bu yapılandırılmış yapay güvenlik tehdidinin kökeninde bir iktidar mücadelesi olduğu kaydedilmelidir. Zira siyasal, kültürel ve ekonomik iktidar alanlarının seçkinci sınıfları güç kaybı endişesiyle darbenin taşıyıcı aktörleri olarak hareket etmiştir.
28 Şubat’tan 15 Temmuz’a
Siyasi tarihimizin trajik darbe öykülerinden farklılaşan 28 Şubat özellikle aktörleri ve araçları açısından daha sofistike bir toplumsal mühendislik pratiği olarak tarihe geçmiştir. Dönemin ikonik figürlerinden birisi tarafından “bin yıllık bir süreç” olarak nitelendirilen 28 Şubat millet iradesinin otantik temsiliyet mecrasının yeniden açılmasıyla sona ermiştir. Hukukun araçsallaştırımı yoluyla toplumsal değerlerin mahkum edilmesi süreci siyasal meşruiyet ilkesi çerçevesinde halk iradesinin dönüştürücü politik tercihiyle 2002’de nihayete erdirilmiştir.
Ancak 28 Şubat’ın post-travmatik etkisi olarak nitelendirebileceğimiz birçok yıkıcı neticesi tesirini sürdürmüştür. Bunların başında 15 Temmuz darbe girişimine zemin hazırlayan “kolektivist vesayeti” güçlendirici etkisini kaydedebiliriz. Çok partili demokratik siyasal yaşama geçtiğimiz tarihten bu yana yaşanan her bir vesayetçi müdahale halk iradesini istismar eden kolektivist vesayetin alanını genişletmiştir. FETÖ’nün bir cunta yapılanmasıyla sivil ve meşru hükümeti 15 Temmuz’da devirmeye teşebbüs edebilme cüretini göstermesi sözü edilen yozlaşık kolektivist gücün müdahalelerle kendine alan kazanmasıyla ortaya çıkmıştır. Sonuç olarak 28 Şubat’ın ortaya çıkardığı ağır travmatik yıkımın etkileri hala varlığını sürdürmektedir. Bu yıkım üzerinden kendisine güç devşiren FETÖ’nün 15 Temmuz darbe girişimi bunun bir kanıtıdır.