Türkiye, Ahmet Kekeç’i daha ziyade 1990’lardan itibaren güncel durumu tarihi ve asimetrik arka planını resmeden arı bir Türkçeye yaslanan kıvrak metinleriyle tanıdı. Aylık yazmakta zorlandığını söylerken neredeyse haftanın her günü mecburen yazı çıkarmayı başardığında aynı kuşağa mensup arkadaşları da bir hayli şaşırdı. Şunu özellikle belirtmek icap eder: Siyasi yaklaşımı kavi Ahmet Kekeç, gazeteci diye bilinip tanınsa da kendi hiçbir zaman bu kimliği kabul etmedi, bunu hayatını idame ettirecek bir iş olarak gördü. Edebiyattan, edebiyat dergilerinden gelen Kekeç, edebiyatı önemsedi ve gazete yazarlarının da mutlaka edebiyat disiplininden geçmeleri gerektiğini ileri sürdü.
Günlük Siyasi Yazılar, Yakın Tarih ve Darbeler
Gazete yazarlığının başlangıç yıllarında da eleştirel metinler kaleme alsa da muharrirliğinin asıl ses getiren dönemi 1990’lardır. Bu dönemdeki köşe yazılarında çok belirgin biçimde sosyalizm, sosyal demokrasi ve Kemalizm odaklı bir eleştirellik söz konusudur. Hafif polemik tadında da olsa kurucuları arasında bulunduğu İmza dergisinde yazdıkları daha çok tarihle edebiyatı, edebiyatla aktüel gelişmeleri harmanlayan metinlerdi.
Gazete sütunlarıyla deneme hüviyeti baskın yazılarında varlığını hukuk dışı gerekçelere borçlu olan ve İdris Küçükömer’in “onlar” diye söz ettiği çevrelerin karşısına dikildi hep. Ancak belirgin şekilde memleket meselelerini ele alışının tam merkezinde yakın ve bir o kadar da yakıcı tarih eleştirisi bulunmaktadır. Beni Türk İmamlarına Emanet Ediniz (1990), Birinci Meclise Yapılan Darbe ve “Faili Meşhur” Bir Vak’a Ali Şükrü Bey Cinayeti (1994) ile İnek Sosyalizmi (1996) kitapları tam da bu yaklaşımın sadık bir uzantısıdır. Gezi Parkı ve 15 Temmuz darbe girişimi süreçleri dahil, Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki AK Parti’nin bütün bir iktidar dönemini kriminalize etmeye yeltenenlere karşı çıktığı yazıları da bu mücadelesi bağlamında alınmalıdır. Türkiye’yi tanımaktan kaynaklanan engin tarih bilgisi itimat telkin eden varlığıyla zor zamanlarda kimi ve neyi destekleyeceğini net bir şekilde ortaya koydu. Muharrirliğinin anlamlandırılması açısından bu durumun özel bir önemi vardır. Geçmişi yorumlama sürecinde sol Kemalist çevrelerle yahut “huzursuz muhafazakarlarla” girdiği polemiklerdeki başarısı ve mizahı, aynı zamanda basın hayatının nasıl olup da daha on yedisindeyken Gırgır mizah dergisinde başladığını ispatlamaya yeter.
Ahmet Kekeç denince akla, ister istemez, Türkiye bilgisini konuşturduğu fıkraları geliyor. Döneminin gelişmeleriyle birlikte ele alındığında Gazeteciyim Tedavi Görüyorum (1999) kitabı memleket sathında yaşananları nasıl yorumladığını çok daha iyi anlatır. Çok geniş bir ilgi halesiyle karşılaşması da bu dönemde olmuştur. Medya ve 28 Şubat darbesi ilişkisine odaklanan yüzlerce yorumu arasından seçilerek hazırlanan bu kitabı hatırlamak bile tarihe medyanın başardığı darbe diye de geçen 28 Şubat darbesi sürecinde yaşananları çok net bir şekilde görmeyi mümkün kılar.
Postmodern darbe zamanlarında Ahmet Kekeç hakkında yüzlerce suç duyurusu yapıldı, yüzü aşkın ceza ve tazminat davası açıldı. En kestirme ifadesiyle adı aydına çıkmış okuryazar kesimin ne kadar fütursuz davranabildiğini, nasıl acımasızlaşabildiğini hemen herkes görmüştü. Her durumda, “aydın olma özentisinden” uzak durduğundan aydınlarla ilgili kanaati ömrü hayatının sonuna kadar aşağı yukarı şu minvalde olmuştur: “Bizde ne yazık ki kendine aydın diyen zümre cahilliğiyle övünür aslında. Bizde ne kadar az biliyorsanız o kadar entelektüelsiniz. Toplumun inanç ve değerlerine ne kadar uzaksanız o kadar aydınsınız Türkiye'de. İslam'ı bilmiyorsunuz, geleneklere uzaksınız, dini ritüellerden haberdar değilsiniz, eski edebiyatınızı bilmiyorsunuz... Üstelik bununla övünüyorsunuz. Kendi kültürünüze bu kadar uzaksanız size aydın değil cahil derler Batı'da. Fransa'nın, Almanya'nın ateisti bile eğer entelektüelse, böyle bir iddia taşıyorsa, Hristiyanlığı bilir, Katolikliği bilir... Zaten bunları da bilmek onu aydın kılar. Tam kılar. Bizde çağdaşlık denildiğinde belli bir zümrenin yaşam biçimi algılanıyor.”
Milli Şef döneminde olduğu gibi “alafranga seçkinciliğin dikensiz gül bahçesi yaratma” misyonuna uygun olarak devletin yeniden Kemalizm’e döndüğü 28 Şubat döneminde yazdıkları tarihsel arka planının gücünü gösterir. Ahmet Kekeç’in yazılarını değerli kılan aktüaliteyle alakalı olan boyutları değil, sürekliliğe vurgu yapan yanı. Daha doğrusu, metinleri aracılığıyla gündeme getirdiği farklı bakış açısı. Resmi tarih tasavvurunu sorgularken Ali Şükrü Bey cinayetini, Deli Halit Paşa’yı ortadan kaldıranları, İstiklal Mahkemeleri’ndeki kıyımları ele almadı sadece… Yatıp kalkıp Nazım Hikmet, Sabahattin Ali edebiyatı yapanların tek parti devrine dair suskunluklarını da ortaya koydu. Türkiye’nin geçirdiği süreçleri, yakın tarihe bakarak Derin Roman (2004) kitabında anlattı. Belki bu yüzden Kemal Tahir’in Devlet Ana yahut Yorgun Savaşçı’sını değil Kurt Kanunu romanını öne çıkardı, onu daha başarılı buldu. 1970’lerdeki ekonomik ve toplumsal değişimi anlattığı Ulufer (2019) adlı romanındaki Yorgun Savaşçı ile Bozkırdaki Çekirdek göndermesi de ayrı bir bahistir tabii.
Deneysellik ve Siyasi Süreç
Kendi kuşağını temsil eden Aylık Dergi yanında Mavera dergisinde de öyküler yazan Ahmet Kekeç’in ilk kitabı 1985’te çıkan deneysel nitelikli Son İyi Şeyler bu türdedir, sonrasındaki eserlerinin çoğu edebiyat dışı alanla ilgili olsa da edebiyattan hiç kopmadı. Yıllar sonra Mavera’nın 109’uncu sayısındaki Ulufer öyküsünden mütekamil bir roman çıkarması da bunu ispatlar. Gelgelelim bu romana hayranlıkla eğilen eleştirmen arkadaşları da, kendisiyle röportaj yapanlar da bunun hiç farkında değildir. Yakın tarihi Kemal Tahir, Tarık Buğra gibi isimlerin romanlarından da okuduğu için özelikle 1990’larla 2000’lerde çoğu gazeteciye nazaran daha isabetli yorumlarda bulunmayı başardı. İmajı çok tartışılan Orhan Pamuk’u Cevdet Bey ve Oğulları ile Kara Kitap’ı yazdığı için önemsemesinin bu iki romancıdan kaynaklandığını söylemeye gerek var mı? Yakın tarih ilgisini bilen ahbapları kendinden Topal Osman’ı merkeze alarak ülkenin sosyal dramını anlatan bir eser yazmasını bile bekledi.
Ödüllü romanı Yağmurdan Sonra bir yönüyle sürecin sert işlediği 28 Şubat darbesi gölgesinde “bizim kuşak, şu talihsiz 80 kuşağı” diye andığı çevresinin din anlayışından hayata bakış açısına uzanan kültürlenme biçimine yönelik bir eleştiridir. Adıyla Tarık Buğra’nın Yağmur Beklerken eserine nazire yapan romanda, “beş para etmez hidayet öykülerinin roman kılıfında pazarlanması”, İslam klasiklerinin “şişman yayıncılarca” tümüyle ticari metaya dönüştürülmesi gibi olaylara değinilir. Hemen belirtelim bu yönüyle Murat Kapkıner’in İslam adına yanlış koşullanmış, giderek kapalı devre bir inanç dizgesi oluşturan insanları anlattığı Karanlıktakiler (1983) romanıyla bir arada değerlendirilebilir. Ayrıca İslami kesimlerde gözlenen dönüşümü konu edinen romanın sonraki yıllarda alttan alta tartışılacak olan “evrensel devrimci” İslamcılık ve yerlilik bahsinde de anlamlı göndermeleri bulunur.
28 Şubat’taki siyasi süreci anlatan roman, bugün bile dile getirilmesi cesaret isteyen meseleleri dile getirmiş, ancak aynı meseleye farklı bakış açılarıyla yaklaşan eleştirmenlerin farklı yorumlarıyla karşılanmıştır. Tenkitlerden ilki romanda yapılan İslamcılık çözümlemesinin yetersiz kalmasıdır. İslamcılığın tamamını, yekpare bir şekilde, yersiz yurtsuz, eyyamcı, tuhaflıkların cirit attığı, kalpazanlığın olduğu bir biçimde resmetme tutumu dönemin kurmaca metinlerinde oldukça yaygındı. İkincisi üniversiteler başta olmak üzere gençlerin direnme sürecinin çözülme anlatısının bile altında kalan bir temsilini sunmasıdır. Edebi değeri dışında, romanı hala önemli ve güncel tutan temel noktalardan biri ise şu pasajda karşımıza çıkar: “Üstatlar bize, şöyle rahat rahat ne Tanpınar’ı, ne Peyami Safa’yı, ne Tarık Buğra’yı ve ne de Cemil Meriç’i okuma fırsatı verdiler. Hatta Necip Fazıl’ı bile ön yargısız okuyamıyorduk.” Bu noktada Kekeç’i eleştirmek, aslında iç çelişkileri ve anlatıları ile dönemin hareketliliğinin üstünü örttüğü bazı hususları aşikar kılması nedeniyle gereksiz bulunabilir. Son tahlilde bu roman, farklı farklı okumalara müsait bir edebi metin hüviyetiyle çıkar okurların karşısına.
Dergiler, Eleştiri ve Polisiye Roman
Edebiyatla uğraşanlar bizde öteden beri niçin eleştiri geleneğinin oluşmadığı üzerine sonuçsuz tartışmaların yaşandığının farkındadır. Herhalde bunun sebepleri arasında eleştiride sürekli olup olmamak da yatar. Ahmet Kekeç, 1980’lerin genç kuşak İslamcıları açısından çok önemli mecralardan biri niteliğindeki Aylık Dergi’den itibaren edebiyata dair düşüncelerini de yazdı. Üstelik bunu Milli Güvenlik Konseyi üyeliğine soyunan eleştirmen tavrından uzak bir şekilde yaptı. Kriter, Yönelişler, Cuma, Yörünge, İmza, Kayıtlar, Sözleşme, Düş Çınarı, Edebiyat Ortamı, Kalem ve Onur, Bilgi ve Düşünce gibi süreli yayınlarda da göründü.
Ahmet Kekeç, diliyle, anlatımıyla çok daha önemlisi hayatlara ve insan gerçekliğine ilişkin olması yönüyle romanı her zaman dikkate aldı. Kendi durumunu çok gerçekçi bir şekilde şöyle anlatmaktadır: “Gazeteciliğin yoğunluğu edebiyata düşman. Sizi oradan koparan bir temposu var. Bende de büyük ölçüde öyle oldu. Ama edebiyat okumalarımı hep sürdürdüm. Okur olarak kopmadım.” Edebiyattan uzaklığını İbrahim Tenekeci’nin çıkardığı Kırklar dergisiyle terk etti. İnce ayrıntılarla örülmüş yazılarında 2000’lerin ilk yarısında medya ilgisini eleştirmene tercih eden “öpözel” jargonlu gazeteci romancıları eleştirdi; kadınları Tolstoy’dan dahi daha iyi tanıdığı söylenip pazarlanan promosyon çabası baskın “köpkötü” yazarları da. Çok önemli ama okunmaz, okunmaz ama önemsiz yazarları bir arada ele almaktan çekinmediği yorumlarındaki üslup dikkat çekicidir.
Aslında tüm bunlar edebiyat eleştirisinin kayıp halkası Ahmet Kekeç’e çok daha yakından bakmayı gerektirir. Söyledikleri, tıpkı Fethi Naci gibi “yeni”, “şaşırtıcı”, “özgün” olmakla birlikte elbette spekülatifti… Onun Tolstoy, Balzac, Stendhal, James Joyce, Herman Melville, “favori yazarı” Agatha Christie, Frederic Beigbeder, Orhan Pamuk, Nezihe Meriç, Murat Mungan, Perihan Maden ile ilgili düşünceleri örneğin… Leyla Erbil hakkında yazdıklarında görebiliriz bunu: “Leyla Erbil’in öykülerini beğenirim. Gecede’yi döne döne kaç kez okuduğumu hatırlamıyorum. Hafif Woolf, çokça Joyce ve Faulkner tadı. Bilinç tekniğini başarıyla uygulayan üç beş yazardan biriydi. Hala da öyledir. Geçen yıl Mektup Aşkları’nı okumuştum. Sarmadı. Kötü bir roman.” Eleştiride ısrar etmemesi Türk edebiyatı için önemli bir kayıp olmuştur.
Ahmet Kekeç’in değerlendirmelerindeki yordam benzerlikleri de çarpıcıdır. Bazen ne anlattığınız kadar ne anlatmadığınızın da önemli olduğunu hissettirir size. Mesela 1980’lerde Murat Kapkıner’in Karanlıktakiler romanını eleştirdiği metniyle 2000’lerde Nezihe Meriç’in sınırları zorlayan uzun öyküsü Alacaeren’i ele aldığı yazısı bu tutumunu yansıtır.
Yazar ve yazar-okur münasebetlerini, yazar eksenli tanıtımların edebiyatımızı düşürdüğü içler acısı duruma temas ettiğini çok az kişi hatırlar. İsmet Özel'in başka bir bağlamda dediği gibi: “İnsan hangi dünyaya kulak kesilmişse ötekine sağır”. Moderniteye yönelik sert bir o kadar da ironik yergiler içeren Aşkın Ömrü Üç Yıldır romanı bağlamında şunları yazar mesela: “Dünya edebiyatında değeri abartılmış, kötü yazarların yanında, satışı abartılmış iyi yazarların bulunduğu bir vakıa.”
Ahmet Kekeç’in edebiyat yorumlarında, kuşağının diğer eleştirmenlerinde bulunmayan bir boyut söz konusudur. Eleştiri yazarken sadece belli isimler ve türlerle kendini sınırlamamasıdır. Kemal Tahir, Peyami Safa, Ümit Deniz, Oğuz Özdeş gibi yazarlar vesilesiyle Türkiye’de polisiye romanın serüvenini ele alırken bizde “hesapçı”, “içten pazarlıklı”, “egoist” Batı insanına özgü durumların bulunmamasına dikkat çekmişti. Muhtemelen “kaliteli cinayet” konusunda sonraki yıllarda karşılaşılan durumları dikkate alarak bu kanaatini belli ölçüde tashih ederdi.
Remzi Matur’un “Polisiye roman yazmak matematik işidir. Taşlar yerine oturmaz ise o kitaba polisiye roman gözüyle bakamayız” sözünden hareketle polisiye romanları masaya yatırmıştı. Mesela Kemal Tahir’in polisiye roman yazarken önüne New York şehir haritasını alıp, kahramanlarını sokaklarda ona göre devindirdiğini öğrenirsiniz yazılarından. “İyi edebiyat varsa, iyi polisiye de olmalı” düşüncesiyle Orhan Pamuk, Ahmet Ümit, İskender Pala, Ahmet Karcılılar, Emre Kongar, Celil Oker, Esmahan Akyol gibi isimlerin romanlarını kritiğe tabi tuttu. Kimi polisiye kurguya yaslanan kimi polisiye tat bırakan romanları ele alırken iyi eleştirmen yokluğuna dikkati çekti. Hiç şüphesiz tüm bunlar Kalanlar (2002) adlı günlüğüne düştüğü kenar notlarıyla birlikte yorumlandığında, hem edebiyat serüvenindeki dönüşümler hem de yarım kalan pek çok husus aydınlığa kavuşacaktır. Notlar, anlık duygulanımlar, bölük-pörçük izlenimlerden müteşekkil Kanamalı Haydut (2005) güncesi de buna eşlik etmeli.
Ahmet Kekeç, yıllar evvel Mavera dergisindeki “Ödeşme” başlıklı metninde “Yalnızca yazarak değişmiyor hiçbir şey” der. Konusu alaturka müzik olan Hicaz Aralığı romanı tamamlandı mı bilinmez ama 2000’lerde “Geçmişle bugünü kıyaslama işini bırakıp işimize bakalım. Şiirimizi, romanımızı, öykümüzü yazalım” demişti. Gündelik konuları çeşitli bakımlardan ele alan yüzlerce yorumunun yanında çok az yer tutan edebi metinlerini anlamak için 1999’da Yolcu dergisindeki röportajını tekrar okumalı: “Neden bu sıkıntıya katlanıyorum? Çünkü yazarak kurtuluyoruz bazı şeylerden, yazarak arınıyoruz. Yazdıklarıma büyük idealler, anlamlar yüklemek istemem. Ama yazdıklarım dışında bir seçeneğim olmadı bugüne kadar.”