Kriter > Dış Politika |

Kıbrıs’ta İki Devletli Çözümün Stratejik Kaçınılmazlığı


Bugün bu satırları, Sayın Cumhurbaşkanımızın 20 Temmuz’da KKTC Meclisine hitabında dillendireceği müjde senaryolarını önüme alarak kaleme alıyorum. Bir beklenti yok, pek çok beklenti var, hiçbiri de hayal değil. Birer birer gerçekleşebilir ümitler. Öyleyse mesele Kıbrıs Türkünün ve devletinin GKRY karşısında var olması meselesi değildir. Bu müjdelerden bir tanesi dahi, hatta 20 Temmuz’da KKTC’ye yapılan üst düzey ziyaret bile Kıbrıs Türkünün, devletinin, egemenliğinin var olduğunu, daima var olacağını gösterir.

Kıbrıs ta İki Devletli Çözümün Stratejik Kaçınılmazlığı
(ROY ISSA/AFP-Getty Images, 26 Nisan 2021)

Kıbrıs sorunu Uluslararası İlişkiler alanında belki de en uzun süre müzakere edilen sorunlardan biri. 53 yıldır, yani yarım asırdan uzun süredir müzakere ediliyor. Belli kesimler için arzu nesnesine hatta “Lacancı” bir genişletme yaparsak “object petita”ya dönüşmüş Federal Kıbrıs Cumhuriyeti, çok kısa bir süre hayatta kaldı. Gerçek siyasal ruhu için 3 yıllık bir ömür biçebiliriz. Bu açıdan Kıbrıs Cumhuriyeti, İkinci Dünya Savaşı sonu (Büyük Britanya’nın bitişi)- Soğuk Savaş başı (Akdeniz Sovyet kızılına kesebilir korkusu) bir tür toplumsal-siyasal deney olarak da değerlendirilebilir.

 

Kısa Ömürlü, Sonu Kanlı Bir Akdeniz Deneyi: Kıbrıs Cumhuriyeti

Deneyin sonu o kadar hızlı sürede başarısız oldu ki, deneyin de aslında sorunları olduğunu unuttuk. En büyük problemlerden birisi bugün nostalji kültürünün bir parçası haline gelmiş Birleşik Krallık uygulamalarıydı. İngiltere, Levant hattını nasıl parçalara ayırıp yönettiyse, Kıbrıs’ı da bölerek yönetti ve zaten bu yüzden iki toplum arasında gerçek bir birliktelik ve yan yana yaşama alanı sanıldığından, bugün kimi kesimlerce düşlendiğinden çok daha sınırlıydı. “Soğuk Savaş’ın Akdenizi”nde atılan tüm adımları, güçler dengesi- çevreleme- çevrelemenin yarılması silsilesinde gözleyen büyük devletlerin gözleri de bu nedenle Kıbrıs’taki gelişmeleri yavaşlatamadı ya da kontrol altına alamadı. Kıbrıs Cumhuriyeti, Yunanistan ile birleşme hayali kuran revizyonist politikacılar (Makarios ve takipçileri) ve politikalar (Enosis) nedeniyle ortadan kalktı. 1963’te Kıbrıs Anayasası’nı tek taraflı olarak Kıbrıs’taki iki toplumlu yapıyı yıkmak, tek toplumlu bir yapıyı tesis etmek için değiştirmeye çalışan Makarios, elbette toplumu terörize edip, Türk toplumunu zorunlu göçe zorlayarak neyi arzu ettiğini gayet net bir biçimde uluslararası topluma sergiliyordu: Kıbrıs Adası’nın ve topraklarının Türk toplumundan arınması.

Uluslararası toplum bu şiddet sarmalını durdurmakta isteksiz ve/veya yetersiz kaldı. Keza benzer revizyonist şiddet dalgaları çoktan Filistin’i vurmuştu ve bir süre sonra Lübnan’ı vuracak, uluslararası toplum her bir seferinde Birleşmiş Milletler (BM) kararlarını bile uygulayamaz halde atıl kalacak ve bir veya birden fazla toplum kesiminin topraklarından ve tarihlerinden koparılmasını seyredecekti. Kıbrıs’taki başarısız ortak devlet hayalinin Türk toplumu için bu tür bir topraksızlaşma/sürülme hikayesine evrilmesini engelleyen Türk toplumunun direnişi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin bu direnişi, şartlar ne olursa olsun (ambargolara rağmen ve şehitler vererek) destekleme kararlılığıdır. 20 Temmuz, yani 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’nın yıldönümü de bu kararlılığının sembolüdür.

 

Sonu Gelmez Müzakereler

Her 20 Temmuz öncesinde geride kalan 53 yıllık müzakere sürecinin muhasebesinin yapılması boşuna değil. Zira üç yıl yaşamış Kıbrıs Cumhuriyeti’nin hayaleti, Rum toplumsal siyasetinin tüm Ada’yı kontrol etmek için şiddet ve siyasi alanın işgaliyle aslında filen 1963’te sonlandırdığı iki toplumlu, iki kesimli, siyasi eşitliğe dayalı ve iki kurucu toplumu/devleti olan federal bir çözüme ulaşma hayali yerleşik BM parametresi olarak, 1968’den beri süren müzakerelere kılavuzluk yapıyor. 1974’te Barış Harekatı başarılı olduğu için de hala Kıbrıs Türk toplumu toprakları, tarihi ve siyasi varoluş hakkı üzerinden müzakerelere bir taraf olarak katılıyor. Ancak bugün görünen resmi samimiyetle analiz edersek, 53 senelik kılavuzluğun çok başarılı olmadığını, artık bir tür müzakere ruhunun rehin alınması sürecine dönüştüğünü, 1983’te kurulan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) kısa süreli Kıbrıs Cumhuriyeti deneyinden çok daha köklü bir siyasal deneyim olduğunu itiraf etmemiz gerekiyor.

KKTC, hem Kıbrıs Türk toplumunun siyasi olarak “varım” demesinin en somut ifadesiydi hem de 1968-1974, 1974-1983 arasında Kıbrıs Türk toplumunun siyasi ve ekonomik olarak boğulmasına karşı hiçbir ilerleme kaydedemeyen müzakere süreçlerine karşı bir tepkiydi. Müzakereler 1983’ten sonra da devam etti. Müzakerelerin klasik konuları olan yönetim ve güç paylaşımı, mülkiyet, güvenlik ve garantiler ile ilişkili meseleler, süreç içerisinde özelikle Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) AB’ye tüm Kıbrıs’ı temsilen ama Kıbrıs sorunu çözülmeden dahil edilmesiyle daha da karmaşık hale geldi. AB’nin sağladığı garanti altında GKRY’nin ekonomi ve garantiler konusunda daha rahatlıkla verebileceği tavizler, pazarlık kozları hiçbir şekilde masaya sürülmedi. Bu uzlaşmaz, paylaşmaz tutumu, iki tarafta toplum liderliğine yükselen federasyon yanlısı liderler ve partiler de değiştirmedi.

Kısaca müzakere ruhu, sadece konjonktürel ve yapısal değişimlere kapalı rehin alınmış bir süreç olmakla kalmadı, birbirleriyle diyalog kuran, ailece görüşen, yemek yiyen, şaka yapan liderlere rağmen gerçek paylaşımcı bir norm da oluşturamadı. Bu noktada nihai başarısızlık, KKTC’nin önceki Cumhurbaşkanı Akıncı’nın da Rum tarafına yaptığı uyarılarda aktardığı üzere, Crans Montana’da kaydedilmiştir. 2017’de İsviçre’de Garantör devletlerin de katılımıyla yapılan toplantılarda BM Genel Sekreteri Guterres, toprak, siyasi eşitlik, mülkiyet, eşdeğer muamele ile güvenlik ve garantiler üzerinden basının "paket anlayışı" olarak tanımladığı bir öneride bulundu. Ankara ve Lefkoşa, Türkiye ve KKTC’nin haklarından taviz vermeyen ama uzlaşmaya da kapalı olmayan bir tutum takındılar. Buna rağmen ve belki de bu nedenle, yani gerçekten anlaşma mümkün olduğu için müzakere masası hem mecazen hem de gerçek anlamda apar topar Rum tarafınca terkedildi. Crans Montana başarısızlığı sonrası, Kıbrıs Türk tarafı ve Ankara durumun muhasebesini yaparak iki sonuç çıkardılar.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Lefkoşa'ya gidecek.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 20 Temmuz’da düzenlenecek olan Kıbrıs Barış Harekatı’nın 47’nci yıldönümü törenleri için KKTC’nin başkenti Lefkoşa’ya gidecek. (Fotoğraf: Murat Çetinmühürdar/AA, 15 Kasım 2020)

 

Aktörlerdeki Değişim

İlk sonuç, müzakerelerin sadece BM parametreleri çerçevesinde uzay boşluğunda gerçekleşmediğinin bilinmesinden kaynaklanmaktadır. Müzakereler, sadece parametrelerin dikte edildiği toplantı süreçleri olsaydı, 53 yılda çoktan tamamlanırdı. Kıbrıs müzakereleri her barışçıl çözüm arayışı gibi tarafların gücü, kararlılığı, hareket serbestliği ve pazarlık araçlarıyla ilgilidir.

Kıbrıs meselesinde de Türk tarafının elini ve 2021’in başında Cenevre’de öne sürdüğü yeni çözüm modelini (iki devletli çözüm modeli) güçlendiren çeşitli yapısal gelişmeler olmuştur. 1968’de müzakerelere oturan iki toplum artık aynı değiller. Rum tarafı aynı aktör değil zira 2004’ten itibaren, AB’nin stratejik olarak, hukuki olarak ve ahlaki olarak hatalı politikası sonucu tüm adayı temsilen AB üyesi. AB bu hamlesi ile aslında Kıbrıs sorunu çözülse de çözülmese de Kıbrıs Türk tarafı olumlu da davransa olumsuz da davransa Kıbrıs Türk tarafını siyasi olarak bir aktör olarak görmediğini ilan etmiş oldu. Tabii, söz konusu AB olduğunda, hayaller ve kabuslar arasındaki sınır çok ince.

Nitekim Kıbrıs meselesinde de umursamadığı KKTC, Türkiye’ye verdiği yetkilerle GKRY’nin Doğu Akdeniz’i AB adına kapatma hayalini engelledi. Ankara sivil ve askeri donanma kabiliyetleri dahil diplomatik, ekonomik, askeri alan kapatma kabiliyetlerini Akdeniz’de nereye taşıyabileceğini Geçitkale-Suriye-Libya-Cezayir/Tunus/Fas hattında gösterirken, PESCO sözünün yeterli kalmadığını düşünen Güney Kıbrıs, İsrail-Mısır-ABD dahil olmak üzere herkesle ikili, üçlü, beşli anlaşma imzalayan bir aktöre dönüşüyordu. Bol mutabakat, bol imza, sonuç sahada Ankara’nın kapasiteleri üzerinden KKTC’nin siyasi varlığıyla muhatap olmak. Bu bağlamda 1983’te kurulan, bugün Ankara tarafından tanınan ve ambargo altında varlığını sürdüren KKTC, AB üyesi GKRY’nin Kıbrıs planlarını Ankara’nın desteği ile bozacak kadar aktörlüğe sahiptir. Maraş sahil şeridinin kısmi kullanıma açılması, bu yönde verilmiş bir mesajdır. KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ın Cenevre Müzakerelerinde Guterres’e sunduğu 6 maddelik plan, bu mesajın alenileşmesi ve geri dönülmezliğinin vurgulanmasıdır.

Aslında Crans Montana’da Akıncı’nın uyarısı (eğer Crans Montana’da federasyon şansı tepilirse -yani Rum tarafı çözüm fırsatını teperse- bir daha federal çözüm için şans kalmayacak) bir kehanet gibi gerçekleşirken, KKTC Cumhurbaşkanı Tatar, herkese unuttuğu bazı gerçekleri hatırlatıyor. 1983’ten beri Ada’nın kuzeyinde işleyen bir devlet var. Bu devletin hastaneleri, okulları, üniversiteleri var. Ambargo altında 38 yıldır var olmaya devam ediyor. Bu devletin Türkiye ile anlaşmaları, Türkiye ile arasında giden gemiler, uçan uçaklar var. Bu devletin vatandaşları var, bu devletin vatandaşı olarak doğanlar ve sadece bu siyasi gerçekliği yaşayanlar var. Bu devletin siyasi iradesi, siyasi sistemi, meclisi, karar verme yetisi var.

Kovid-19 krizinde gördük ki denetim yapılan, açılan-kapanan, Rum tarafından tel örgü çekilerek zımnen tanınan sınırları da var. Müzakereler yarım asır önce başlarken bunların hiçbiri yoktu. Bugün başka bir siyasal gerçeklik içerisindeyiz ve 2004-2021 süreci gösterdi ki AB’nin bu gerçekliği, Kıbrıs Türk egemenliğini olumlu ve olumsuz anlamda değiştirebilecek siyasi iradesi, askeri ve diplomatik gücü yoktur. Bu noktada Türkiye’nin artan stratejik özerkliğinin, kapasitesinin, güçlenen caydırıcılığının ve KKTC’ye verdiği teminatın öneminin altı bir kere daha çizilmeli. Doğu Akdeniz’de güç dengesi Ankara’nın stratejik özerkliğinin önünü açtıkça, KKTC de egemenliğini koruma/gösterme kararlılığını daha cesur sergiler olmuştur.

 

İnandırıcılığın Yitirilmesi

Bu yapısal değişimlere paralel gerçekleşen normatif bir değişimden de bahsetmeliyiz ki bu da ulaşılan ikinci sonuçtur. GKRY Doğu Akdeniz’de Kıbrıs’ta iki toplumun da hak sahibi olduğu zenginlikleri dahi paylaşmaz bir tutum aldıkça (bu konuda Eroğlu döneminden itibaren yapılan ortak fon, barışçıl çözümün desteklenmesi için enerji kaynaklarından sağlanacak kazancın ortak bir yatırım olarak değerlendirilmesi fikirleri, egemenlik tezi öne sürülerek reddedilmiştir), siyasi olarak AB içerisinde Türk toplumunun siyasi hayatı yokmuşçasına davranıldıkça (AB Parlamento seçimlerinden seçimlerine sadece belirli adaylara, belirli görüşlere, çok kısıtlı sayılarda alan açan, bunun dışında Türk toplumunu görmezden gelen bir yönelim benimsenmiş, hemen her krizde Kıbrıs Pasaportu sahipleri pasaportlarını iade etsin çağrıları yapılmaktadır) ve silahlanma hem bireysel hem ulusal düzeyde desteklendikçe GKRY ve GKRY’yi Annan Planına aykırı olarak AB’ye alan Brüksel “ortaklık” konusundaki inandırıcılıklarını yitirmişlerdir.

Nitekim kendi uyarısının arka-planını okuyamayan Mustafa Akıncı, son Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde adaylığını yine federal çözüme dayandırınca, “artık değişim lazım” mesajı ile yola çıkan Ulusal Birlik Partisi’nin Cumhurbaşkanı adayı Ersin Tatar’ın karşısında seçimleri kaybetmiştir. Tatar, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde KKTC’nin geleceğini siyasal eşitlik temelli iki bağımsız devlette gördüğünü açıkça belirtmiş ve sonuçta Kıbrıs Türk toplumunun iradesi ile KKTC’nin yeni cumhurbaşkanı, toplum lideri ve başmüzakerecisi olarak seçilmişti. Seçimdeki değişim vaadiyle uyumlu olarak Cenevre’de gerçekleşen gayriresmi Kıbrıs görüşmelerinde “iki devletli çözüm modelini” uluslararası toplumla paylaşmıştır. Bu duyuruyla rehin alınmış müzakere ruhu, bölgesel istikrar ve barış temelinde, nihayet serbest kalabilir.

 

Akılda Tutulması Gereken Bir Faktör: ABD

GKRY, 2004-2017 arasında yaptığı seçimlerle, Ada’yı Türksüzleştirmek, Akdeniz’i Türkiye’sizleştirmek isterken aslında Kıbrıs’ın bölünmesinin de önünü açıyordu. Ne Atina ne de Brüksel Güney Lefkoşa’yı bu konuda uyardı. Tam tersi GKRY, gücünün çok ilerisinde, bölge dengelerini okumadan maksimalist taleplerini art arda sıralamaya devam etti. Şimdi de hayal kırıklığı ile olayların seyrini değiştirme telaşı arasında, sert açıklamalardan provokatif hamlelere bir dizi strateji denemeye çalışıyor. Bu stratejilerde bölgesel bazı güçler arasında sigorta amaçlı gerçekleşen normalleşme, yakınlaşma trendlerini durdurma, tersine çevirme gücü GKRY’de yoktur. AB yöneticileri, “asla, asla, asla” söylemine sıkışıp kalsalar da arka kapıda Brüksel-Ankara diyaloğunu hem NATO hem de Avrupa hattında rayında tutmanın yollarını aramaktadırlar. Sonuçta Ankara hala Libya-Suriye-Azerbaycan hattında Hazar, Ortadoğu ve Afrika’nın anahtarını elinde tutuyor. Bunun ötesinde Türkiye ile savunma iş birliği yapmaya hevesli pek çok Avrupalı ülke var. Dolayısıyla AB’den Türkiye karşıtı ağır bir karar çıkartmak giderek daha zor bir hale geldi. Rusya, GKRY’nin hayal kırıklığını elbette sömürmek ister ama bunun için dış politika konseptine öncelik olarak koyduğu Akkuyu gibi Türkiye ile gerçekleştirdiği kritik projeleri tehlikeye atması zor. Bu manzarada gözler ister istemez, Doğu Akdeniz’i Rusya ve Çin’in sınırlanması üzerinden okuyan ABD’ye çevriliyor.

GKRY’nin son yıllarda düşüncesizce Türk tarafı ile ılımlı ilişkiler kurmaması ve uzlaşma fırsatlarını tepmesinin bir nedeni de ABD’nin ne olduğu tam anlaşılamayan, sonuç itibariyle de başarısız olan dengeleme çabalarında bir yeri olduğunu düşünmesi. GKRY’ye yönelik silah ambargosunun kalkması, Yunanistan’ın deniz üslerinin ABD yatırımları ile genişletilmesi ve iyileştirilmesi, GKRY-ABD Enerji Merkezi vb. ortaklıkların geliştirilmesi elbette GKRY’yi cesaretlendirdi. Oysa, bölgesel denge ve dengeleyici çabalar olmaksızın elde edilen silah ve siyasi destek, rakibinizin de aynı araçları başkasından elde etmesinin önünü açar.

Bugün bu satırları Sayın Cumhurbaşkanımızın 20 Temmuz’da KKTC Meclisine hitabında dillendireceği müjde senaryolarını önüme alarak kaleme alıyorum. Bir beklenti yok, pek çok beklenti var, hiçbiri de hayal değil. Birer birer gerçekleşebilir ümitler. Öyleyse mesele Kıbrıs Türkünün ve devletinin GKRY karşısında var olması meselesi değildir. Bu müjdelerden bir tanesi dahi, hatta 20 Temmuz’da KKTC’ye yapılan üst düzey ziyaret bile Kıbrıs Türkünün, devletinin, egemenliğinin var olduğunu, daima var olacağını gösterir. Mesele bu var olma halinin ve Kıbrıs Türk egemenliğin hangi bölgesel çerçevede gerçekleşeceğidir. Bu noktada ABD bir karar vermeli ve tarihsel olarak Ada ile ilgili benimsediği Türk ve Rum tarafları arasındaki dengeli tutumuna geri dönmelidir. Eğer geleneksel tarafsız, soğukkanlı pozisyonuna geri dönerse yeni Akdeniz Soğuk Savaşı’nda Türkiye ve Kıbrıs Türk tarafının yapmış olduğu hamlelerin stratejik değerini anlayabilir: Bugünün dengelerinde daha istikrarlı ve kriz riskini denetleyen bir bölge için iki devletli bir Kıbrıs çözümüne ve Kıbrıs’ta güçlendirilmiş Türk varlığına ihtiyaç var.


Etiketler »  

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası