Kriter > Siyaset |

Emekli Askerden Darbeci Olmaz mı?


Emeklilik, ne Gürsel’i ne Aydemir’i ne de Madanoğlu’nu cuntacılıktan veya darbeye teşebbüsten alıkoymuştur. Bu üç ismin ortak özelliği, bize şunu söylemektedir: Bildiri yayınlayan amirallerin emekli olması, darbeci olmalarına engel değildir. Dolayısıyla Deniz Kuvvetleri’nden emekli 104 amiral, darbenin işaret fişeği mahiyetinde bir bildiri yayınlayarak siyasete müdahale etmeye çalışmıştır.

Emekli Askerden Darbeci Olmaz mı

Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’ndan emekli 104 emekli amiral, 4 Nisan’da darbe iması içeren bir bildiri yayınladı. Bildirinin yayınlandığı zaman ve kullanılan dil, tartışmaların ana eksenini oluşturdu. Bildirinin gece yarısı yayınlanması ve Montrö Sözleşmesi, irtica ve Atatürkçülük konusundaki görüşlerin geçmişte yayınlanan muhtıralara benzer bir üslupla ifade edilmesi, siyaset kurumuna ayar verme çabası olarak değerlendirildi. Bu nedenle bildiri yayınlandığı andan itibaren gündemin ilk sırasına oturdu. Peki, emekli amiraller tarafından yayınlanan bildiri, kamuoyuna ne söylemektedir? Bu bildiri, siyasi iktidara yönelik bir muhtıra niteliği mi taşıyor? Emekli askerlerin amacı neydi? Emekli amiraller, sadece görüş mü bildirmiş oldu; yoksa darbeye zemin mi hazırlamaya çalıştılar?

Bu sorulara cevap vermeden önce yakın tarihimizdeki üç önemli aktörü, Cemal Gürsel, Talat Aydemir ve Cemal Madanoğlu’nu kısaca hatırlayalım. Üçünün ortak noktası şudur: Asker olan bu isimler emekli olduktan sonra darbeye teşebbüs ettiler.

27 Mayıs öncesi Kara Kuvvetleri Komutanı olan Cemal Gürsel, 2 Mayıs 1960’ta ziyaret ettiği Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes’e ülkenin içinde bulunduğu durumla ilgili 12 maddelik bir mektup göndermiş ve siyasete müdahale etmeye çalışmıştır. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın emriyle 3 Mayıs 1960’ta görevinden alınmış; 2 ay sonra da re’sen emekliliğe sevk edilmek üzere İzmir’e gönderilmiştir. Fiili olarak emekli edilmiştir. Demokrat Parti iktidarına karşı 27 Mayıs 1960’ta darbe yapan subaylar, darbeye liderlik yapması için Gürsel’i geri çağırmıştır. Darbeci subayların davetini kabul eden Gürsel, Ankara’ya gelmiş, darbeci subaylar tarafından kurulan Milli Birlik Komitesi’nin başına geçmiştir. Emekli bir asker olması, onu anti-demokratik bir uygulama olan darbenin bir parçası olmaktan uzak tutmamıştır.

27 Mayıs darbesinin önde gelen bir diğer ismi de Cemal Madanoğlu’dur. Madanoğlu, Milli Birlik Komitesi Güvenlik Komisyonu’nda görev yapmış ve Ankara Sıkıyönetim Komutanı olmuştur. Cemal Gürsel ile arası açılınca görevi bırakıp 1962’de emekli olmuş; ancak cuntacılıktan vazgeçmemiştir. Albay Talat Aydemir’in 22 Şubat 1962 ve 20 Mayıs 1963’teki darbe girişiminin arkasındaki isimlerden biridir. 9 Mart 1971 darbe girişiminin bir numarası, yine emekli Korgeneral Cemal Madanoğlu’dur. Bu arada CHP’lilerin (Cumhuriyet Halk Partisi) Altan abisi Altan Öymen’in de Madanoğlu Cuntası’nın üyesi olduğunu hatırlayalım.

Talat Aydemir ise 1950’lerden itibaren ordu içindeki cuntacı yapılanmaların içinde olan bir isimdir… Albay Aydemir, 27 Mayısçıların radikal kanadındandır. Askeri yönetimin sürmesi, otoriter reformculuk, parlamentarizmi küçük görme gibi anti-demokratik, otoriter ve milli irade karşıtı olmak gibi fikirlere sahiptir. Aydemir, 27 Mayıs darbesinden sonra kurulan askeri idareden yeterince tatmin olamamıştır. İlk olarak Anayasa’da öngörülen reformların gerçekleşmediğini iddia ederek 22 Şubat 1962’de darbe girişiminde bulunmuştur. Kendisi ve olaya karışan 73 subay emekliye sevk edilmiştir. Ancak emekli albay, emeklilik sürecinde de cunta faaliyetlerini sürdürmüştür. Çok geçmeden 22 Şubatçı emekli subaylardan oluşan bir grup ile beraber ikinci kez darbeye teşebbüs eder. Darbe girişiminin öncülerinden biri olan Fethi Gürcan ile birlikte Mamak Askeri Mahkemesinde yargılanmış ve idam cezasına çarptırılmıştır. Emeklilik ne onu ne Gürsel’i ne de Madanoğlu’nu cuntacılıktan veya darbeye teşebbüsten alıkoymuştur. Bu üç ismin ortak özelliği bize şunu söylemektedir: Bildiri yayınlayan amirallerin emekli olması darbeci olmalarına engel değildir. Dolayısıyla Deniz Kuvvetleri’nden emekli 104 amiral, darbenin işaret fişeği mahiyetinde bir bildiri yayınlayarak siyasete müdahale etmeye çalışmıştır.

 

Amirallerin Bildirisi, Muhtıra Hüviyetine Sahiptir; Çünkü…

Darbe geleneği; demokratikleşme sürecini akamete uğratan ve siyaset ile asker arasındaki ilişkiyi bozan antidemokratik bir uygulamadır. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997, 27 Nisan 2007 ve 15 Temmuz 2016’da baskı kurarak, zor kullanarak ya da hukuk dışı yollara müracaat ederek millet iradesi ya gasp edilmiş ya da gasp edilmeye çalışılmıştır. 4 Nisan gecesi emekli amiraller tarafından yayınlanan bildiri de bu minvaldedir. Yayınlanan bildiriye bakıldığında üç özelliğin ön plana çıktığı görülmektedir:

  1. Tüm darbe ve muhtıralarda olduğu gibi bu bildirinin de ideolojik omurgası; Atatürkçülük.
  2. İrtica retoriği ile bildiriyi meşrulaştırma çabası.
  3. Montrö Boğazlar Sözleşmesi üzerinden Kanal İstanbul’un yapılmasına karşı toplumu seferber etme isteği.

Cemal Gürsel, Talat Aydemir ve Cemal Madanoğlu

Darbelerin Gerekçesi Olarak Atatürkçülük…

Bu üç maddeyi biraz açalım; bildirinin en önemli bölümlerinden birisini Atatürkçülük vurgusu oluşturmaktadır. Bildiride, Atatürkçülük vurgusu şöyle yer almaktadır; “Bu gerekçelerle, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ve Deniz Kuvvetlerimizi bu değerlerin dışına çıkmış, Atatürk’ün çizdiği çağdaş rotadan uzaklaşmış gösterme çabalarını kınıyor ve tüm varlığımızla karşı çıkıyoruz. Aksi halde, Türkiye Cumhuriyeti, tarihte örnekleri olan, bunalımlı ve bekası için en tehlikeli olayları yaşama risk ve tehdidi ile karşılaşabilecektir. Türk milletinin bağrından çıkan şanlı bir geçmişe sahip, Ana ve Mavi Vatan'ın koruyucusu Deniz Kuvvetleri Komutanlığı personelinin Atatürk ilke ve devrimleri doğrultusunda yetiştirilmesi elzemdir.” Bu ifadelerde satır aralarına serpiştirilmiş tehditlerin Atatürkçülük söylemiyle normalleştirilmeye çalışıldığı net bir şekilde görülmektedir.

Öncelikle 1960 darbesinden sonra icat edilmiş olan Atatürkçülük söylemi, darbelerin ve askeri vesayetin gerekçesini oluşturmuştur. Darbeciler; meşruiyet problemlerini aşmak, gasp ettikleri veya gasp etmeyi düşündükleri iktidarın düşürülmesine dayanak bulmak için Atatürk’e, Atatürk imgesine ve Atatürkçülük söylemine sığınmıştır. Hatta Atatürk imgesinin çok yoğun olarak kullanıldığı 27 Mayıs darbesinde, 12 Mart muhtırasında, 12 Eylül darbesinde, 28 Şubat Post-modern darbesinde, 27 Nisan e-muhtırasında ve 15 Temmuz FETÖ kalkışmasında Atatürkçülük hem baskı aracı haline dönüştürülmüş hem de toplum mühendisliğinde pragmatik bir meta olarak kullanılmıştır. 15 Temmuz gecesi FETÖ tarafından okunan darbe bildirisinde yoğun şekilde Atatürk vurgusu bulunmaktadır. Atatürkçülüğün darbe süreçlerinde meşrulaştırma aracı olarak kullanılmasının çarpıcı örneklerinden birisi, Talat Aydemir vakasında olmuştur. İki defa darbeye kalkışan ve bunu canıyla ödeyen Aydemir, kalkışmasını meşrulaştırmak için Atatürk’ü referans göstermiş ve hatta “Atatürk sağ olsa idi, bugünkü memleket gerçekleri karşısında tekrar Samsun’a ayak basar ve mücadeleye yeni baştan girişirdi” demekten geri durmamıştır.

 

İrtica Retoriği…

Amirallerin bildirisinde öne çıkan bir diğer retorik de irticadır. İrtica örtük bir biçimde şöyle yer bulmaktadır: “Son günlerde basında ve sosyal medyada yer alan kabul edilemez nitelikteki bazı görüntüler, haber ve tartışmalar ömrünü bu mesleğe adamış bizler için çok derin bir üzüntü kaynağı olmuştur.” Bu ifade ne anlama gelmektedir, örtük bir biçimde metnin içine neden yerleştirilmiştir ve irticanın temel fonksiyonu nedir? Atıf yapılan askerin içinde bulunduğu kompozisyon velev ki yanlış olsun, bir yanlış nasıl olur da sivil irade üzerinde demoklesin kılıcı gibi sallandırılabilir!

Türkiye’de darbecilerin kendilerini meşrulaştırmak ve toplumsal desteği kendilerine seferber kılmak için sıklıkla başvurduğu bir retorik olan irtica, siyasi iktidarı veya muhalefeti gayri meşru gösterme çabasının bir sonucudur. Türkiye siyasi tarihinde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Serbest Cumhuriyet Fırkası, Demokrat Parti, Adalet Partisi, Anavatan Partisi, Doğru Yol Partisi, Refah Partisi ve AK Parti irticaya taviz vermekle suçlanmış; bundan dolayı bu partilerden bazıları ya kapatılmış veya kapanmak zorunda kalmış ya da kapatılmaktan kıl payı kurtulmuştur. Bundan dolayı “ne idüğü belirsiz bir kavram” olan irticanın temel fonksiyonu, sağ siyasete mensup iktidarı veya muhalefeti gayri meşru göstererek suçlamak ve toplumsal öfkeyi kanalize etmek amacıyla kullanılmak olmuştur. Temel amaç da siyasete kısa devre yaptıran darbeye zemin hazırlamak ve şartları olgunlaştırmaktır. Bunun en çarpıcı örneklerinden birisi, 27 Mayıs darbesi olup darbecilerin gerekçelerinden biri, Atatürkçü ilkelerden uzaklaşılması ve irtica kavramına prim verilmesidir. 27 Mayıs darbesinden sonra Diyanet İşleri Başkanlığı ile beraber dini alanın yeniden düzenlenmesi ve kontrol altına alınması çabaları bu anlayışın dışavurumudur.

Aslında irtica söylemine sadece darbeci askerler müracaat etmemiştir; CHP de sıklıkla bu kavrama başvurmuştur. 50 ve 60’larda İsmet İnönü, 90’larda Bülent Ecevit, 2000’lerde Deniz Baykal irticayı referans göstererek Demokrat Parti, Adalet Partisi, Refah Partisi ve AK Parti gibi sağ muhafazakar partilerin siyasi alandaki var oluşunu daraltmaya çalışmıştır. Örneğin İnönü, “Süleyman Demirel’in başkanlığında memlekette her gün bir 31 Mart hadisesi yaşanıyor” diyerek irtica imgesi üzerinden bazı toplumsal ve askeri kesimlere selam çakmıştır. Demirel de “Kışla, okul ve camiye siyasetin bulaşmadığı… vatandaşın dini inanç ve ibadete saygılı bir Türkiye istiyoruz” diyerek İnönü’nün salvolarını savuşturmaya çalışmıştır.

İrtica retoriğinin zirveye ulaşması, 28 Şubat Post-modern darbe sürecinde gerçekleşmiştir. 28 Şubat Post-modern darbesi, kendisini bu hedef üzerinden meşrulaştırmayı denemiştir. Öyle ki irtica tehlikesi bahane edilerek hak ve özgürlüklerin üzerine şal atılmış, politik aktörler baskı altına alınmış ve siyaset kurumu iflas ettirilmiştir. Ancak bu süreçten sadece irticai eylem ile irtibatlandırılan dindar kesim değil; bilakis toplumun tüm kesimleri demokrasi kaybı ve hak ihlallerinden etkilenmiştir. Türkiye’nin yakın tarihi, irtica söyleminin iktidarı itibarsızlaştırmak veya suçlu göstermek ile darbe şartlarını olgunlaştırmak için nasıl araçsallaştırıldığını ortaya koyuyor.

104 emekli amiralin bildirisine ilişkin soruşturması

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının 104 emekli amiralin bildirisine ilişkin soruşturmasında, tutuklama talebiyle hakimliğe sevk edilen 14 şüpheli, adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı. (Muhammed Selim Korkutata/AA, 13 Nisan 2021) 

 

Montrö Sözleşmesi İşin Bahanesi…

Amiraller bildirisinde öne çıkan bir diğer husus da Montrö Boğazlar Sözleşmesi’dir. Bildiride oldukça geniş bir biçimde Montrö Sözleşmesi’nden bahsedilmektedir. “Yüce Türk milletine” diyerek başlayan ve “Son zamanlarda gerek Kanal İstanbul gerekse Uluslararası Antlaşmaların iptali yetkisi kapsamında Montrö Sözleşmesi’nin tartışmaya açılması endişe ile karşılanmaktadır” denilerek devam eden Bildiri, “Montrö, Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşında tarafsızlığını korumasına imkan sağlamıştır. Bu ve benzeri nedenlerle, Türkiye’nin bekasında önemli bir yer tutan Montrö Sözleşmesi’nin tartışma konusu yapılmasına, masaya gelmesine neden olabilecek her türlü söylem ve eylemden kaçınılması gerektiği kanaatindeyiz” denilerek tamamlanmıştır.

Emekli amirallerin ortada makul bir neden yokken Montrö Boğazlar Sözleşmesi üzerinden hükümete had bildirmeye çalışması, akıllarda türlü soru işaretlerinin oluşmasına neden olmuştur. Acaba gece yarısı ansızın yayınlanan bildirinin asıl nedeni, bildirinin ilk cümlesinde yer alan Kanal İstanbul mudur, Montrö Sözleşmesi atfı, Kanal İstanbul karşıtlığını konsolide etmek için midir? Kanal İstanbul’un yapılmasına karşı çıkanlar, Montrö Sözleşmesi üzerinden bu karşıtlığını mı meşrulaştırmaya çalışıyor, yoksa ortak bir değer olan Montrö Sözleşmesi üzerinden toplum, Kanal İstanbul karşıtlığına kanalize mi ediliyor, daha da ötesi, bu bildiri, Kanal İstanbul’un yapılmasına karşı çıkan küresel güç odaklarına mı selam çakıyor?

Montrö, Türkiye’nin boğazlar üzerindeki bağımsızlığını pekiştiren bir sözleşmedir. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası alanda tanınmasını sağlayan Lozan Antlaşması ne kadar önemliyse, Boğazlar konusunda Montrö Sözleşmesi de o kadar önemlidir, değerlidir. Siyasi iktidarın da ne Montrö Sözleşmesini feshetmek gibi bir düşüncesi ne de Sözleşmeyi revize etme arayışı vardır. Kanal İstanbul ise bambaşka bir projedir. Türkiye’nin kendi coğrafyasındaki gücünü ekonomik, siyasal ve uluslararası bağlamda artıracak, Türkiye’nin nüfuz alanını genişletecek olan proje, bu ülkenin bölgesel ve küresel güç olma yolunda daha hızlı mesafe almasına katkı sağlayacaktır. Haliyle bu durum güç odaklarını rahatsız etmektedir. Bundan dolayı, küresel güç odakları ve onların yerli iş birlikçileri bu projenin durdurulması için seferber olmuş durumdadır. Cumhuriyet Türkiye’sinin kurucu bir antlaşması olan Montrö Sözleşmesi üzerinden Kanal İstanbul karşıtlığı büyütülmeye ve toplumsal fay hatları derinleştirilmeye çalışılmaktadır.

Sonuç olarak, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne atıf yaparak Batılı güç odaklarına selam çakan emekli amirallerin bildirisi, geçmişteki darbe dönemlerinde yayınlanan darbe bildirilerinden veya muhtıralardan pek bir farkı yoktur. Emekli amiraller, bir gece yarısı yayınlamış olduğu bildiri ile darbe şartlarını hazırlamaya ve siyaset alanında kriz çıkarmaya teşebbüs etmiştir. Bununla beraber bildiri, cuntacılar tarafından neredeyse bir darbe ideolojisine indirgenmiş olan Atatürkçülük üzerinden, toplumsal nefret objesine dönüşen irtica karşıtlığını seferber ederek ve sırtını Montrö Sözleşmesi’ne yaslayarak, Kanal İstanbul karşıtlığını çoğaltmaya çalışmaktadır. Ancak 15 Temmuz ruhu ile küllerinden yeniden doğan bu milletin darbecilere haddini bildirmeyi öğrendiği unutulmasın.

 


Etiketler »  

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası