Türkiye’de Din-Siyaset İlişkileri


Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 8 Mart Dünya Kadınlar Günü münasebetiyle yaptığı konuşmada son dönemde özellikle kadınlar ve kadın-erkek ilişkileri konusunda marjinal açıklamalarda bulunan bazı şahısları kastederek “İslam’ın güncellenmesinin gerektiğini bilmeyecek kadar da aciz bunlar.

Türkiye de Din-Siyaset İlişkileri

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 8 Mart Dünya Kadınlar Günü münasebetiyle yaptığı konuşmada son dönemde özellikle kadınlar ve kadın-erkek ilişkileri konusunda marjinal açıklamalarda bulunan bazı şahısları kastederek “İslam’ın güncellenmesinin gerektiğini bilmeyecek kadar da aciz bunlar. Siz İslam’ı 14 asır öncesi hükümleri ile bugün uygulayamazsınız” ifadelerini kullandı. Bunun üzerine başlayan tartışmada Cumhurbaşkanı Erdoğan çeşitli mecralarda bu şahıslar ve destekçileri tarafından ağır eleştirilere maruz bırakıldı. Bu eleştiriler Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bizzat dinin kendisinin değiştirilmesi gerektiğini iddia ettiği çarpıtması üzerinden şekillendi. Bu eleştirilere cevaben Cumhurbaşkanı Erdoğan “Hiç kimsenin dinimizi böyle karikatürize etmeye hakkı yoktur. Biz içtihatları değiştirmezsek, uygulamaya ilişkin kuralları uygun şekilde yenilemezsek sadece kendi kendimizi kandırmış oluruz. Biz dinde reform aramıyoruz. Haddimize mi?” diye konuştu.

Bu bağlamda özellikle FETÖ vakası da hesaba katılarak devlet ile dini cemaatler arasındaki ilişkilerin mahiyeti ve dini cemaatlerin sivil toplum alanındaki özgürlükleri ve sorumlulukları gibi belli başlı konular öne çıktı. Böylece hem muhafazakar-dindar mahalleyi hem de dindar-laik toplumsal fay hattını kuşatan bir din-siyaset ilişkileri tartışması yaşandı. Osmanlı dönemine damgasını vuran şeriat-kanun gerilimi, 19. yüzyıldan günümüze devlet düzeyinde din-devlet ayrışması ve daha geniş siyasi-toplumsal düzeyde laik ve dini kültürler ya da anlam dünyaları arasındaki gerilimler tekrar hatırlandı.

Bu tartışmalar boyunca toplumda din-siyaset ilişkileri açısından üç jenerik pozisyonun ortaya çıktığını gözlemledik: Bunlardan biri küresel popüler kültürün dayattığı mevcut laik hayat ve siyaset tarzını mutlaklaştıran laik çizgiydi. Bu çizgi dinin tüm siyasi ve sosyal hayattan dışlanarak özel alana süpürülmesi gerektiği iddiasını bir kez daha gündeme taşıdı. Bu cenahta bazıları daha da radikal bir tavır sergileyerek arkaik ve “gerici” bir olgu olarak gördükleri dinin sadece kamusal alandan değil özel alandan da kovulması gerektiğini açıkça dile getirdiler.

Dindarları Yeniden Siyaseten Edilgenleştirme Çabası

Bu tekçi tavır karşısında içerik olarak zıt ancak tutum olarak eş radikallikte başka bir çizgi yer aldı. Nasıl ki laik kanat yaşanan siyasi-toplumsal gerçekliği mutlaklaştırarak dünya karşısında dini ve aşkın alanı kurban ediyorsa dinin aşkınlığını radikalleştiren bu tavır da yaşanmakta olan siyasi-toplumsal hayatın gerçekliğini din karşısında hiçe sayarak dünyayı dine kurban etmekteydi. Ortaya çıkardığı sonuçlar açısından laikçi çizgiyle birleşen bu dini marjinal çizgi son dönemde ülkenin en başat siyasi öznesi ve aktörü haline gelen muhafazakar dindar kitlenin siyasetine zarar vermekteydi. Bu marjinal çizginin muhafazakar siyasetin geniş halk kitleleri üzerindeki etkisini kırdığı ve bir soğuma yarattığı saptaması üzerinden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Dini karikatürleştiriyorlar” eleştirisi tam da bu sorunu işaret etmekteydi.

Dinin bizzat kendisini ve dini değerler üzerinden siyasete katılan aktörleri marjinalize etme noktasında birleşen bu birbirine zıt ancak eş iki çizgiye alternatif olarak din ile mevcut siyasi-toplumsal gerçeklik arasında anlamlı ve işleyen bir bağ kurmaya çalışan ılımlı bir tavır yer aldı. Din ile siyasi-toplumsal hayat arasındaki bağı yeniden kurmak adına yeni içtihatlara ihtiyaç olduğu iddiasını ileri süren bu çizgi dinin aşkınlığı ve pratik siyasi-toplumsal hayatın gerçekliğinin hakkını veren bir tutum sergilemektedir. Dinin ve dindarların siyasi-toplumsal alanda etkin ve ciddiye alınması gereken bir aktör olmasının yolunun buradan geçtiğinin altını çizmektedir.

Bu ılımlı çizgi laik kanadı dini söylem ve sembolleri ve muhafazakar siyasi aktörleri dışlamakla suçlarken dini marjinalleştiren çizgiyi ise muhafazakar siyasi aktörleri zayıflatmakla eleştirmektedir. Gerçekten de bazı yorumcuların da belirttiği gibi dini marjinal tavır sergileyen kişi ve topluluklar –belki de pek de farkında olmadan– muhafazakar dindar kesimlerin etkin olduğu Yeni Türkiye’nin iktidar zeminini parçalamaya ve dindarları yeniden siyaseten edilgen ve tahakküm edilen bir konuma indirgemeye yönelik dış operasyonların aparatı haline gelmektedir. Daha açık bir ifadeyle FETÖ vakasından sonra uluslararası toplum tarafından Türkiye’ye yönelik muhafazakar dindar müdahalenin ikinci bir dalgasını oluşturmaktadırlar.

Meseleyi biraz daha düşünsel-teorik düzleme çekecek olursak aslında meselenin İslam dünyasında birbirine rakip siyasi modellerin kapışmasında yeni bir perde olduğunu görürüz. Nasıl ki siyasi alanda modernlik monarşiden demokratik rejime geçişi temsil ediyorsa yani otonom bir siyaset alanının ortaya çıkışını imliyorsa, siyasi-toplumsal düzenin bütünü açısından modernlik siyasi-toplumsal düzeni belirleyen ve devam ettiren aşkın sabitelerin tarihe karışmasını temsil etmektedir. Modernlik dolayısıyla zaman-mekan ötesi bir hakikati temsil eden aşkın-evrensel alan ile tarihi-toplumsal pratikleri içeren dünyevi alan arasındaki ilişkilerin yeniden düzenlenmesi sorununu ortaya çıkarmıştır. Böylece bütüne yönelmesi açısından “yüksek” olarak adlandıracağımız siyaset bu soruna odaklanan alternatif çözüm önerilerinin kapışması tarafından belirlenmeye başlanmıştır.

Üç Rakip Model

Liberal demokratından Kemalistine, özgürlükçü solcusundan bağımsızlıkçı solcusuna Türkiye’de laik kanat aşkın alan ile bağın tamamıyla koparılması noktasında dünyevi bir tavır sergiledi. Aşkın alan tüm siyasi-toplumsal işlevini kaybederek çöp kutusuna giderken dünyevi alan insanın tek varoluş alanı olarak mutlaklaştırıldı. Dini semboller ve aktörler de liberal demokratlar için özel alan ve sivil toplumda tahammül edilen ama devlette olmaması gereken bir olgu iken Kemalistler için sivil ve devlet alanından kovulması gereken, sadece özel alana mahsus bir olgu olarak görüldü. Özgürlükçüsünden bağımsızlıkçısına sol için ise din hem sivil hem devlet hem de özel alandan sökülüp atılması gereken “gerici” bir olgu addedildi. Özetle farklı şekillerde toplumsal-siyasi düzen açısından dinin kurucu niteliği güçlü bir şekilde reddedildi.

Bunun yanı sıra laik kanat kendi içinde yaşanmakta olan dünyevi siyasi-toplumsal gerçekliği pasif bir şekilde kabul edenler ile insanın özgürleşmesini sağlayacak dünyevi değerlerin aşkın olana atıf yapılmadan içkin bir şekilde yeniden üretilmesi gerektiğini düşünenler şeklinde iki kampa ayrıldılar: Değerleri dünya zevkleri uğruna feda eden apolitik bir çizgi ile dünyevi yollarla dünyayı yeni değerler üreterek dönüştürmek isteyen olabildiğince politik iki rakip eğilim ortaya çıktı. Kapitalist ekonomi, küresel popüler kültür ve Batı emperyalizmi ya da bunun Kemalist varyantlarını sorgusuz sualsiz kucaklayan bir çizgi ve kapitalist ekonomi, küresel popüler kültür, Batı emperyalizmi ve Kemalist devletçilik karşıtı çizgi şeklinde kabaca iki grup oluştu. Ancak son dönemde muhafazakar dindar siyasetin yükselişiyle birlikte laik kanat içindeki ayrışmaların üstünün büyük oranda örtüldüğü gözlemlenmektedir.

Modernliğin getirdiği kopuşun ardından muhafazakar dindar kanatta bir tarafta dünyevi alanı uhrevi alan adına reddedenler yer alırken diğer tarafta bu iki alan arasındaki bağı bir şekilde devam ettirmek isteyen başka bir eğilim ortaya çıktı. Birinci eğilimi benimseyenler dünyanın dini değerlerin hayat bulacağı bir yer olmaktan çıktığı düşüncesiyle dünyevi alanı her şeyiyle birlikte reddeden ve hakir gören bir tutum sergilemektedir. Din adına dünyevi alana hınçla saldırmak yani dünyayı aşkın değerler adına sembolik ya da fiziksel olarak yok etmek bu çizginin davranış kodlarını oluşturmaktadır. Bu çizgide DEAŞ ve El-Kaide gibi dünyaya fiziki şiddet uygulayan terör örgütleri, FETÖ gibi toplumsal-siyasi gerçekliği klonlayarak kendisine paralel bir evren yaratan karanlık yapılar ve dünyayla arasına kalın duvarlar çeken sinik dini cemaatler yer almaktadır. Bu hareketler siyaseten aşırıcı ve totaliter bir çizgiye sahip ya da siyaseten pasif aktörler olarak karşımıza çıkmaktadır. Birbirine zıt gibi gözükse de bu iki çizgi –totaliter ve pasifreddiyeci eğilimleriyle– siyasal olanı reddetmek noktasında birleşmektedir.

Muhafazakar Siyaset Milli İradeye Dayanıyor

Tam da bu nedenle bu eğilime sahip kişi ve gruplar Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın malum eleştirilerinin hedefinde yer almaktadır. Cumhurbaşkanı Erdoğan liderliğinde AK Parti’nin en temel özelliği siyasal olanı kucaklamasıdır. Siyasal olan modern demokratik siyasi şartlar altında uhrevi alan ile dünyevi alan arasında anlamlı bir bağ kurmanın yegane noktası olarak kabul edilmektedir. Dini-dünyevi alanların kesişiminde bir otorite kaynağı olarak görülen milli iradeye bu denli önem atfedilmesi bu sebepledir. Çünkü milli irade demokratik bir rejimde muhafazakar dindar topluluğun meşru bir toplumsal-siyasi düzen kurmasının siyasi zeminini teşkil etmektedir. Aşkın hakikatin taşıyıcılığını yapan milletin egemenliğe kaynaklık etmesi ve sahip olması söz konusudur. Kadim Türk-İslam geleneğinde siyasi düzeni belirleyen adalet çemberini –güçlü bir devlet için güçlü bir ordu, güçlü bir ordu için güçlü bir ekonomi, güçlü bir ekonomi için müreffeh bir halk ve onun için adil bir yönetim– modern demokratik şartlar altında yeniden üretmenin fırsatını sunmaktadır.

Özellikle Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemiyle bu siyaset anlayışının hayata geçirilebilmesi çok daha mümkün hale gelmiştir. Seçimle işbaşına gelen ve milli iradenin temsilcisi olan cumhurbaşkanının rolü bundan sonra devlet bürokrasisi ile halk arasındaki gerilimleri çözmek ve sistemin sağlıklı bir şekilde işleyişini sağlamak adına sağduyulu hamleler ve adil bir yönetim göstermek şeklindedir. Bu haliyle ülkede nihayet evrensel –modern demokratik siyaset– ile yerel –Türk-İslam siyasi geleneği– arasında sağlıklı bir sentez ortaya çıkarılmış bulunmaktadır. Başka bir ifadeyle bir yandan modern demokratik siyasetin bir gereği olarak iktidar alanı boşaltılırken (Cumhurbaşkanının periyodik seçimlerle belirlenmesi ve muhalefetin parlamentodaki varlığıyla iktidarın herkesçe paylaşılması) diğer yandan ise Türk-İslam siyasi geleneği gereğince toplumda herkesi yerli yerine koyarak adil bir yönetim göstermesi beklenen bir liderlik konumu üretilmiştir. Böylece nevi şahsına münhasır bir kurumsallaşma ortaya konmuştur.


Etiketler »  

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası