AK Parti’nin uzun dönemli iktidarını mümkün kılan birçok neden sıralayabiliriz. Hepsinin kendi içinde izah edici bir yönü vardır. Ancak, AK Parti’nin siyasetin normalleştirilmesinden hizmet ve yatırım siyasetine, sosyal politikalardaki başarısından savunma sanayiindeki atılımlara varıncaya kadar farklı alanlardaki başarısını tek bir dinamik üzerinden açıklasak, bu hiç kuşkusuz “siyasi istikrar” olurdu. Türk siyasal hayatında siyasal istikrar, yönetimde istikrarın ön koşuludur. Ülkenin dönüşümünün, gelişiminin temel belirleyicisidir. Siyasi ve yönetimde istikrarın olmadığı yerde krizleri tetikleyici müdahaleler hiç eksik kalmaz. Bırakın hükümetin ahenkli bir şekilde yürümesini, partilerin iç bütünlüklerini sağlamak dahi zordur. Bürokrasinin işlemesindeki yavaşlama ve bariyerleri söylemeye bile gerek yok.
1950’lerde Demokrat Parti’nin, 1960’ların ikinci yarısında Adalet Partisi’nin, 1980’lerde ANAP’ın iktidarları döneminde, dönemsel de olsa, yönetimde istikrar her alanda Türkiye’nin gelişmesinde etkili olmuştur. Ancak siyasi istikrarın darbelerle kesintiye uğratılması, siyasi alanı kırılganlaştırıp parçalı hale getirdiği için 1970 ve 1990’larda iş başına gelen koalisyon hükümetleri dönemleri, Türkiye için “kayıp” yıllar olarak değerlendirilmiştir.
Türkiye’nin koalisyonlar tarihinde hükümetlerin uzun ömürlü olmaması, iktidarı paylaşan partilerin sayısından daha çok bu partilerin dünya görüşlerinin, Türkiye’ye yönelik perspektiflerinin birbirinden çok uzak olmasıydı. 1974’te CHP ile Milli Selamet Partisi’nin birlikte koalisyon kurmasının, bugünden geriye bakarak, bu iki partinin ideolojik konumlanmalarının farklılığına dikkat çekilerek bazı çevreler tarafından başarı olarak sunulması, gerçekliğin saptırılmasından başka bir şey değildir. Bu koalisyonun devamını, Kıbrıs müdahalesinde ortaya konan başarı bile sağlayamamıştır.
1996-1997’de Refah-Yol koalisyonun partileri olan DYP ve Refah Partisi’nin dünya görüşü ve Türkiye’nin meselelerine bakışı birbirinden farklıdır. Bu görüş ayrılıklarını körüklemek için vesayetçi yapıların oluşturduğu kriz ortamında siyasi istikrarı berhava edecek adımlar devreye sokulunca, DYP’yi boşaltıp Refah-Yol’u bitirmek için DYP’den ve hatta RP’den istifalar ardı ardına gelmiştir. O dönemde istifa eden milletvekilleri hatıralarında, “askerin gazına gelip” istifa ettiklerini söylemişler, milletvekili transferleri için ödenen paralar milletvekilleri arasında kavgaların yaşanmasına neden olmuştur. Hükümetin düşürülmesi için Meclis’te milletvekili transferlerine yönelik “ikna odaları” kurulmuştur. Refah-Yol hükümeti kurulduğunda koalisyonun milletvekili sayısı 270 iken, sonradan 50 milletvekili partilerinden istifa etmiş ya da ettirilmiştir. İstifa eden milletvekilleri ile Demokrat Türkiye Partisi yeni bir oluşum olarak kurulmuş ve bu partinin desteği ile 30 Haziran 1997’de ANASOL-D olarak bilinen azınlık hükümeti kurulmuştur. İstifa eden milletvekillerinin gerekçelerinin odağını ise partiler arası kimlik ve dünya görüşü farklılığı oluşturmuştur.
Hakeza, 1999-2002’nin koalisyon hükümeti; DSP, ANAP ve MHP birlikteliği ile kurulmuş ve sol, milliyetçi ve liberal kimliklere sahip partilerin oluşturduğu koalisyon yönetimi tüm çabalara rağmen sürdürülememişti. Her üç partinin genelde dünya görüşü ve Türkiye tasavvuru daha özelde ise AB ile ilişkilere yaklaşım, ekonomik program, IMF ile ilişkiler gibi birçok konuda bakış açıları birbirinden çok farklıydı. Partilerin dünya görüşlerindeki farklılık, bakanlar arası iş tutma biçimlerine, bürokrasinin işleyiş tarzına, iş adamlarının yatırım programlarına, güvenlik ve dış politika uygulayıcılarının farklı konumlanmalarına kadar, devleti ve hükümeti etkileyen bütün alanlarda var olan çatışmacı pozisyonları, çatlakları giderek derinleştirmiştir. Örneğin Başbakan Mesut Yılmaz, hükümetindeki bazı çevrelerin AB’ye direndiğini söylerken, bazı bakanlar birbirlerini yapacakları icraata engel olmakla suçlamışlardır. IMF ile yürütülmeye çalışılan ekonomik programa yönelik bakış açısı ise hükümetin sonunu getirmiştir.
Koalisyon hükümetleri kurulmadan önce, ortak protokoller, hükümet programları oluşturulur. Partilerin ve tabanlarının hassasiyetleri gözetilerek, bu programlar üzerinde anlaşma sağlanır. Protokoller, birlikte hükümeti kurmaları halinde, ülkeyi nasıl yöneteceklerine ilişkin bir sözleşmedir. CHP-MSP koalisyonu kurulmadan önce uzun tartışmalar neticesinde “uzlaşma programı”, DYP-RP arasında koalisyon protokolü, ANASOL-M arasında “uzlaşma ve atılım hükümeti” protokolü ve programı imzalanacaktır. CHP-MSP koalisyon protokolünde, MSP açısından en önemli başlıklardan biri, Türk Ceza Kanunu’nun 163. maddesinde düzenlenen inanç suçları ile ilgiliydi. Koalisyon protokolünde olmasına rağmen Meclis’te çıkarılan bir af kanununa hükümet ortağı CHP vekillerinin ret oyu vermesi, MSP’yi öfkelendirecek ve ortağını kınayan bir açıklama, hükümette güven bunalımına dönüşecektir.
Benzer şekilde, REFAHYOL ve ANASOL-M hükümetlerinin programlarında olmasına rağmen, iktidar süreçlerinde programın icrasında yaşanan görüş ayrılıkları, krizleri derinleştirmiştir. Hatta ANASOL-M hükümetinde ekonomik krizden çıkış için zorunlu olduğu belirtilen “İstikrar Programı”nda yer alan hususların politikaya dönüştürülmesinde yaşanan görüş farklılıklarını, koalisyonun başbakanı “devlet krizi” olarak nitelendirmiştir. Yine krizin tetikleyicisi, partilerin birbirlerine benzemezlerinin bir araya gelmesidir.
Yazının buraya kadar olan kısmını bir hatırlatma olarak değerlendirebilirsiniz. Bu hatırlatmanın nedeni malum. Altı farklı ideoloji ya da siyasi kimliğe sahip parti, seçimler için ortak bir program yayınladı ve iktidar olmaları halinde altı parti olarak bu programa uyacaklarını ilan etti. Tıpkı geçmiş koalisyon hükümetleri kurulmadan önce ortak protokol hazırlayan partilerin liderlerinin söylediği gibi. Geçmişle bugün arasındaki fark ise seçimde hangi partinin ne kadar oy alacağını bilmeden siyasi pazarlıkların eşit ağırlıkta yapılıyor olması. Programı uygulayacak başkan adayının açıklanmamış olması ise eski köye yeni adet olsa gerek.
Erdoğan Karşıtlığı Üzerine Birliktelik
Muhalefet partileri, iktidar ve Erdoğan karşıtlığı üzerinden bir araya geldiler. Birliktelik motivasyonunu oluşturan, dünya görüşlerindeki benzerlik ya da ülkenin geleceğine yönelik ortak bir perspektif değildi. AK Parti’den ayrılan liberal ve muhafazakar eğilimli Deva ve Gelecek partileri, MHP’den ayrılan ve milliyetçiliğini zaman zaman öne çıkaran İYİ Parti ile Milli Görüş partilerinin devamı iddiasındaki SP ve en nihayetinde bu partilerin siyasetçilerinin önemli bir kısmının hayatlarının uzun bir döneminde karşısında siyasi mücadele ettikleri CHP’yi bir araya getiren, Erdoğan karşıtlığıydı.
Bu partilerin genel başkanları, bir masa etrafında birbirlerini tanımaya dönük uzun toplantılar yaptılar. Farklılıklarını gördükten sonra, bir program üzerinde uzlaşabilirlerse, ortak bir adayla seçime gidebileceklerdi. Program ortaya çıkmadan adayı açıklamanın mümkün olmayacağı argümanıyla süreci yönetmeye çalıştılar. “Ülkeyi cumhurbaşkanı değil, program yönetecek” denilerek cumhurbaşkanlığı makamı önemsizleştirildi. “Nefsine hakim” aday sloganı ile de açıklanacak program öne çıkarıldı. Bir ihtimal seçilecek kişi nefsine yenik düşecek olursa mutabakat programı devreye girip engelleme vazifesini ifa edecek.
En nihayetinde seçime 100 günden az bir sürenin kaldığı bir dönemde, altı muhalefet partisi müşterek programı açıkladılar. Bir çeşit temenniler listesi olan program, toplama bir metin olduğu için çelişkilerle dolu. Her parti kendince öne çıkarmak istediği hususları ya da biz de bir şeyler ekleyelim saikiyle listeledikleri konuları ortak metne dahil etmiş. Böyle olunca da, bir koalisyon ya da ittifak protokolü bile olmayacak, ancak söylem birliğinin devamı için partilerin kampanya sürecinde neyi söyleyip neyi söylemeyeceklerini ortaya koyan uzun bir program ortaya çıkmış.
Üzerinde anlaşmadıkları konular programa dahil edilmemiş. Metinde olmayan hususlar, ülkenin en önemli meseleleri. Terörle mücadelenin nasıl yapılacağından, Kıbrıs meselesinin nasıl çözüleceğine, enflasyonun hangi politika seti ile düşürüleceğinden, Suriye ve Ukrayna sorunlarına nasıl yaklaşılacağına kadar Türkiye’nin esas sorunları es geçilmiş. Metin uzun olmasına rağmen, dış politika, savunma ve terörle mücadele gibi stratejik başlıklar kısa tutulurken, “bilmem ne kanunun bilmem kaçıncı maddesinin başlığı şu şekilde değiştirilecek” gibi öneriler bile metinde yer almış.
Masadaki HDP Ruhu
“Reklamı olmasın” gerekçesi ile PKK terör örgütünün ismine hiç yer verilmezken, başka bir terör örgütü olan FETÖ’nün reklama ihtiyacı olduğu için mi metne eklendiğinin cevabını öğrenemeyeceğiz. Kolayca bilinebilecek husus ise PKK’dan bahsedilmeden jenerik ifadelerle terörle mücadeleden bahsedilmesi, HDP’nin masa üzerindeki etkisinin sonucu olduğu gerçeğidir. Bu etkiyi, yerel yönetimlere yetki devri, kayyum uygulamasının kaldırılması gibi farklı konu başlıklarında görmek mümkün.
Altılı Masanın siyasetçileri iktidara gelmeleri durumunda, “yaratıcı yıkım” adını verdikleri bir politika çıktısı ile hareket edeceklerini uzun süredir dile getirmişlerdi. Programda bu “yaratıcı yıkım”la neyi kastettiklerinin karşılığı vardı. Varlık Fonu’nun lağvedilmesi, çoklu baro uygulamasına son verilmesi, cumhurbaşkanlığının tekrar Çankaya Köşkü'ne taşınması, 2002 yılında dünyanın en önemli havaalanları arasına giren İstanbul Havaalanı’nı etkisizleştirme amacına matuf Atatürk Havalimanı'nın yeniden açılması, kuvvet komutanlıklarının tekrar Genelkurmay’a bağlanması, Altay Tankı üretimine yönelik sürecin durdurulması ve Cumhurbaşkanlığı ofisleri ve politika kurullarının kapatılması gibi birçok başlık bu “yaratıcı yıkım”ı somutlaştıran örneklerdi.
Muhalefetin ortak programı, eski sisteme dönüleceği varsayımı ile hazırlandığından 1990’ların ruhunu yansıtan içerikler öne çıkıyor. Aslında “1990’lar nostaljisi” de denilebilir. Siyasi istikrarı zedeleyecek, yönetilebilirlik sorununu tekrar ortaya çıkaracak, siyasi alanı kırılganlaştıracak ve çıkarcı organize grupların siyaset üzerindeki etkisini tekrar diriltecek olan eski sistemi geri çağırmak, eskiyi özlemenin dışavurumudur. Zaten bir taraftan ordunun demokratik gözetiminden bahsederken, diğer taraftan kuvvet komutanlıklarının tekrar Genelkurmay’a bağlanmasını istemek eski Türkiye arayışının en önemli sembolüdür.
Sonuç olarak, tüm eksik ve çelişkilerine rağmen muhalefet partilerinin bir program üzerinde anlaşmaları önemlidir. Böyle bir anlaşma olsa bile seçmenin bakacağı yer, altı farklı ideolojiden müteşekkil partilerin seçimi kazanmaları halinde ülkeyi yönetip yönetemeyecekleridir. Seçmenlerin son 20 yılda öne çıkardıkları, önemsedikleri en önemli konu hala siyasi istikrardır. Erdoğan hükümetleri döneminde, krizler, saldırılar, kapatma davaları, darbe girişimleri yaşansa da tüm bu olumsuzluklar, yönetimde sağlanan istikrar sayesinde aşılmıştır.
Bir program üzerinde ittifak etmek, sonrasını garanti etmez. Hele dünya görüşleri farklı olan partiler için koalisyoncu yönetim çok sert bir imtihandır. Bırakın iktidar olmayı, üzerinde ittifak edilen metnin açıklanması sırasında bile görüş ayrılığı ortaya çıktı. Saadet Partisi’nin itirazı ile metne konulmayan İstanbul Sözleşmesi, metinde olmadığı halde, sunum sırasında dile getirilince SP’liler hayal kırıklığına uğradı.