Türkiye, The Economist dergisinin tabiriyle “(Dünyada) 2023 Yılının En Önemli Seçimi”ni geride bıraktı. Rekor denecek seviyede yüksek katılım oranı, çok büyük bir seçmen kitlesiyle sorunsuz seçim icra etme kapasitesiyle ve asayiş ve sandık güvenliğinin azami seviyede sağlanması gibi özellikleriyle elbette Türkiye’deki hemen her seçim, bu seçimde de olduğu gibi dünyadaki pek çok ülkeye örnek teşkil edecek mahiyette. Ancak pek çok yabancı gözlemci, yorumcu, medya ve yayın organının 14 Mayıs 2023 seçimlerine göstermiş olduğu görülmemiş ölçekteki ilginin sebebi, elbette Türk demokrasisinin –katılım, temsil, sıhhat, dayanıklılık, köklülük ve yerleşiklik açılarından- yüz ağartıcı performansı değildi. Mazhar olunan orantısız ilginin asıl sebebi, Türkiye’de mevcut iktidarın devam etmesi ya da değişmesi halinde –her iki durumda da- Türkiye’nin merkezinde yer aldığı pek çok jeopolitik ve stratejik meselenin Türkiye’nin tutturacağı istikametten etkilenme potansiyelidir. Türkiye kadar önemli bir ülkenin stratejik ve dış politika tercihleri, etkileyebileceği konular/sorun alanları düşünüldüğünde sadece bölgesel güçleri değil, küresel/büyük güçleri de çok yakından ilgilendirmiştir. Çin ile ilişkiler ve Uygur meselesi, Türk dünyasıyla entegrasyon ve bağlantısallık, Kafkaslarda Azerbaycan lehine kurulan denge, Kuzey Irak’ta PKK’ya uygulanan ağır baskı, Suriye, Rusya-Ukrayna Savaşı ve küresel gıda güvenliği, enerji güvenliği, Libya ve Doğu Akdeniz, Rusya, AB ve ABD ile ilişkiler, Afrika’da Türkiye etkisi vb. gibi pek çok kritik konu başlığı, Türkiye’deki 14 ve 28 Mayıs seçimlerinden doğrudan etkilenme potansiyeline sahipti.
İki Seçeneğin Karşılaştırılması
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın liderliğini yaptığı Cumhur İttifakı ile CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun liderliğini yaptığı Millet İttifakı sadece iç politikada değil, dış politikada da birbiriyle uzlaşması zor olan icraat, anlayış ve istikamet farklılıklarını öngörüyordu. Erdoğan’ın iktidarının erken sayılabilecek yıllarından itibaren temelini attığı, istikrarlı bir şekilde yatırım yapmayı sürdürdüğü ve nihayet Cumhur İttifakı’nın kurulmasıyla daha da belirgin hale gelen dış politika anlayışı, Türkiye’ye dünyada daha etkili bir konum/statü kazandırmayı, hayati önemdeki milli çıkarları için gerekirse büyük güçlerle gerilmeyi ve hatta çatışmayı, askeri güç kullanımı ve güç projeksiyonunu dış politikanın etkin araçlarından biri haline getirmeyi, Türkiye’nin ufkunu Batının ötesine taşıyıp Batı dışı ülke ve bölgelerle yönelim ve pratikte ilişkileri çeşitlendirmeyi ihtiva etti. Bu dış politika anlayışının varmaya çalıştığı nihai hedef ise Türkiye’yi uluslararası ilişkilerde “stratejik otonomi”ye kavuşturmak olageldi. Erdoğan ve Cumhur İttifakı, seçimden sonra da dış politikada mevcut hedef ve anlayışı sürdürmeyi ve daha ileriye taşımayı vaat etti.
Millet İttifakı ve Kılıçdaroğlu ise kendilerini bir araya getiren ve bir arada tutan yegâne ve en güçlü ortak paydaları olan “Erdoğan karşıtlığı” veya “Erdoğan’ın antitezi olma” çabasını dış politikada da son derece merkezi bir konuma oturtmuş, dış politikaya dair vaatlerinde Erdoğan’ın temsil ettiği anlayış, pratik ve istikametin antitezini vaat etmiştir. Buna göre Erdoğan’ın liderliğinde Türk dış politikası daha iddialı, yüzleşmeci, Batı ile ve büyük güçlerle ilişkilerde “eşitler arası bir ilişki”yi talep eden, kendisine Doğu ya da Batı herhangi bir “dış eksen” tanımlamayan bir tarz benimsediyse, Millet İttifakı Türk dış politikasında daha iddiasız, gerilimden kaçınan, Batı ile ve büyük güçlerle ilişkilerde “yerini bilen” ve dış eksen olarak da belirgin bir şekilde Batıyı benimseyen bir tarzı hayata geçirecekti. 14 ve 28 Mayıs seçimleri, meclis ve cumhurbaşkanlığı olduğu kadar dış politikada da birbirinden çok farklı şeyleri temsil eden iki seçeneğin karşılaşmasına sahne oldu ve sonuç olarak halk, Erdoğan’ın dış politika anlayış ve istikametinin devamına ilişkin arzusunu ifade etmiş oldu.
Yenilenen ve tazelenen halk desteğiyle Erdoğan, bundan sonra da mevcut dış politika anlayışını pekiştirerek sürdürecek, tekil dış politika konu başlıklarında da başlamış olan süreçler inkıtaya uğramadan devam edecektir. Bunun etki ve sonuçlarına daha öncelikli ve doğrudan muhatap olacak bölgesel konu ve alanlara baktığımızda elbette Rusya-Ukrayna Savaşı en başta gelecektir. Etkileri itibariyle çoktan Ukrayna-Rusya ikilisinin ötesine geçmiş olan savaşta, Türkiye’nin yürütmekte olduğu nazik denge politikası, savaşın kontrolsüz tırmanması karşısında az sayıdaki “kaçış rampaları”ndan birini teşkil ediyor. Ara buluculuğu ve taraflara eşit mesafede durmayı, Batının “tarafını seç!” baskılarına karşı etkili bir savunma aracına dönüştüren Türkiye, bundan sonra da kendi çıkarları açısından en doğrusu olduğunu tespit ettiği bu dirayetli tutumu sürdürecektir. Türkiye’nin Rusya-Ukrayna Savaşı’nda taraf tutmaması, kriz boyunca doğan ve doğabilecek olan fırsatları da değerlendirebilecek bir esnekliği ve manevra alanını Türkiye’ye sağlamaktadır. Küresel gıda krizinin hafifletilmesinde kilit bir rol oynayan Türkiye, özellikle Avrupa’nın enerji güvenliği açısından da çok kritik bir potansiyeli elinde bulunduruyor. Avrupa’nın enerji ihtiyacı için Rusya’dan doğan boşluğu, ileride belki Türkmenistan’ın da katılmasıyla Azerbaycan’ın doldurması, bunu da TANAP örneğinde olduğu gibi Türkiye üzerinden gerçekleştirmesi muhtemeldir ve Türkiye önümüzdeki dönemde bunu hayata geçirebilmek için aktif çaba sarf edecektir. Rusya’ya alternatif bir hat oluşturmayı öngören bu planın yanı sıra Türkiye, Putin’in teklif ettiği “Türkiye’yi enerji üssü haline getirme” projesinin de imkanlarını sonuna kadar tartacak, Avrupa’yı ikna edebilecek formüller bulabildiği ölçüde de -Rus doğal gazını Türkmenistan ve Azerbaycan doğal gazları ile ortak bir havuza dönüştürmek gibi- uygulamaya dökebilecektir.
Türkiye’nin Devam Politikası
Türkiye’nin Rusya-Ukrayna Savaşı’ndaki politikası, Türkiye açısından bu tür fırsatlar doğurmakla birlikte, birtakım riskleri de beraberinde getirmektedir. Türkiye’nin NATO’dan bağımsız özgün bir politika izlemesi, NATO’nun çok daha “sadık” ve Rusya’ya karşı ileri karakol ve cephesi olmaya gönüllü Polonya ve Yunanistan gibi üyelerinin ittifak için eskisinden daha önemli hale gelmelerine ve askeri güçlerinin istikrarlı bir şekilde artırılmasına mazeret oluşturacaktır. Polonya’nın askeri açıdan “semirtilmesinin” Türkiye açısından sonuçlarını bugünden kestirmek kolay gözükmüyor. Ancak Yunanistan söz konusu olduğunda benzer bir sürecin Türkiye için sonuçları açıktır. Dahası Yunanistan’ın Türkiye aleyhine güçlendirilmesi niyet ve politikası, Girit ve Dedeağaç’taki üslenmeler hatırlandığında Rusya-Ukrayna Savaşı’ndan çok önce başlamış ve ABD’de yönetim -Demokrat ya da Cumhuriyetçi- fark etmeksizin devamlılık arz etmiştir. Maraş depremi sonrası Türkiye ile Yunanistan arasında bir yumuşama dönemine girilmiş olsa da bunun uzun soluklu olacağından şüphe duymak için yeterli sebep bulunuyor. Şayet Yunanistan, komşuluk ilişkilerini her şeyin üstünde tutan, Türkiye ile ilişkilerine ABD ve AB gibi üçüncü tarafları karıştırmayan sağduyulu ve olgun bir politika izleme siciline sahip olsaydı, mevcut yumuşama atmosferinin devamı için iyimser olunabilirdi. Ancak Yunanistan’ın Türkiye ile ilişkisindeki nispi zayıflığını dengelemek için her daim ABD ve AB’yi Türkiye’ye karşı bir sopa olarak devreye sokması, bize Yunanistan’ın muhtemel hareket tarzına dair daha karamsar bir resim çiziyor.
Türkiye’nin Yunanistan’la son yıllarda yaşamakta olduğu dozu artan sorunların kaynağını tespit etmek, önümüzdeki dönemde de Yunanistan odaklı olarak Türkiye’nin yaşaması muhtemel sorunlara dair fikir verecektir. Her ne kadar Yunanistan geleneksel olarak ABD ve AB’yi Türkiye ile ilişkilerine müdahil olmaya davet eden bir yaklaşım içinde olduysa da bu tek başına Yunanistan’ın tercihi ve çabasıyla mümkün olmamıştır. En başta ABD ve daha az oranda da Fransa ve AB, Türkiye’yi tedip etmek, sınırlandırmak ve baskı altında tutmak için Yunanistan’ı destekleyip öne süren “ayartıcı” bir politika izlemiştir. Erdoğan’ın yeniden Cumhurbaşkanı seçilmesiyle Türkiye’nin dış politikada kendi ekseni doğrultusunda hareket etme tarzı kaldığı yerden devam edecektir. Bu ise Türkiye’nin ABD ile en az on yıldır yaşamakta olduğu türbülansın ve sorunlar yumağının ana kaynağını oluşturmaktadır. Türkiye dış politikadaki mevcut çizgisine olan bağlılığını ve hayati çıkarları konusunda, ABD’ye taviz vermeme kararlılığını, seçim sonuçlarıyla tazelediğine göre ABD açısından en az on yıldır devam eden “Türkiye sorunu” çözüme ulaşmamıştır. ABD’nin buna vereceği en beklendik karşılığın yine Yunanistan üzerinden Türkiye’ye baskı uygulama şeklinde cereyan edeceğini beklemek gerekir. Deprem sonrasında Türkiye-Yunanistan ilişkilerine hakim olan bahar havasının, ABD kaynaklı ve de Yunanistan’ın teşne olduğu cereyanlara ne kadar dayanabileceğini önümüzdeki süreçte göreceğiz.
Bu risklerde görüldüğü üzere Türkiye’nin stratejik otonomi arayışının ve dış politikada kendi eksenini takip etmesinin ciddi maliyetleri bulunuyor. Ancak Türkiye en az on yıldır bu maliyetlere katlanıyor ve bunun karşılığında dış politikadan güvenliğe, enerjiden savunma sanayiine kadar pek çok alanda paha biçilmez bir kendine yeterlilik ve bağımsızlık seviyesine de ulaşmış bulunuyor. Önümüzde geride bıraktığımız döneme benzer şekilde mücadele ve zorluk içeren bir dönem var. Ancak Türkiye tercihini, maliyetleri nispetinde ödülün de büyük olduğu bir mücadeleden yana yaptı.