Kriter > Dış Politika |

Avrupa Aşırı Sağının “Çifte Direnişi”


Avrupa’daki aşırı sağ partilerin Rusya ve Türkiye’ye yönelik tutumları “çifte direniş” olarak işlev görürken, AB eksenli ana akım partilerin hegemonyasıyla mücadele eden “aşırı sağcı politik dili”, dış politika üzerinden normalleştirdiği, meşrulaştırdığı, aşırı sağcı söyleme alan açarak baskın hale gelmesine olanak sağladığı görülüyor.

Avrupa Aşırı Sağının Çifte Direnişi
(Dursun Aydemir/AA, 8 Mayıs 2021)

Dış politikayı “içerideki iktidar ilişkilerinin bir uzantısı” olarak gören post yapısalcı düşünürler, siyasi hegemonyanın dış politika üzerinden içerideki kimliğini tahkim ettiğini, yeniden ürettiğini ve ona meşruiyet kazandırdığını dile getirirler. Başka bir deyişle dış politika yoluyla içerideki alternatif ve muhalif sesler marjinalleştirilmekte ve bu marjinalleştirme performans ve pratiklerle de normalleştirilmeye çalışılmaktadır. Haliyle siyasi odakların hegemonya mücadelesi sadece iç politika ile sınırlı kalmamakta, sınırları aşarak dış politikayı da içine alan geniş bir çerçeveye sahip olmaktadır. Post yapısalcı düşünür David Campbell dış politikanın bu boyutuna dikkat çekmiştir. Campbell, dış politika yoluyla içerideki “güvenli” kimliğe yönelik “dirençli bir temsilin” oluşturulduğunu ve bu temsilin dışarıdaki tehditlerle ilişkilendirildiğini belirterek, “dış politikanın içerideki iktidar ilişkilerine yönelik boyutunun” çerçevesini çizen tespitler ortaya koymuştur.

Tam bu noktada söz konusu hegemonya mücadelesinin tek taraflı olmadığı ve dış politikanın iktidar ilişkilerini şekillendirebilen özelliğinin sadece iktidar için geçer akçe olmadığı vurgulanmalıdır. Muhalif aktörlerin ve iktidara alternatif oluşturan güç bloklarının da benzer bir politik performans sergileyerek dış politikayı içerideki hakim/hegemon gerçekliğe saldırmak ve kendi siyasi kimliğini pekiştirmek için kullandıkları biliniyor. Ali Balcı’nın “çifte direniş” olarak kavramsallaştırdığı bu durum, muhalif blokların dış politikayı kimlik ve karşı hegemonya oluşturmak için araçsallaştırmasını ve dış politika üzerinden yeni bir gerçeklik/öznellik oluşturmaya çalışmasını vurguluyor.

Avrupa’daki aşırı sağ partilerin dış politik konulara yönelik tutumları “içerideki iktidar ilişkilerinde devreye sokulan bir strateji” olduğu gerçeğini net şekilde gözler önüne seriyor. Bu temel stratejiyle ise ana akım siyasi aktörlerin ve Avrupa Birliği (AB) yanlısı kurumların meşruiyetinin hedef alınması ve aşırı sağ partilerin sürdürdüğü “kimlik savaşına” meşruiyet kazandırılması amaçlanıyor. Dış politik söylem düzeyinde sürdürülen bu hegemonya mücadelesi, aşırı sağ partilerin her geçen gün giderek güçlendiği Avrupa Parlamentosu’nda çok daha gözle görülür hale geliyor. Özellikle Türkiye ve Rusya’ya yönelik Avrupa Parlamentosu’nda yapılan tartışmalar, Avrupa aşırı sağı ile AB yanlısı ana akım siyasi gruplar arasındaki hegemonya mücadelesine dair önemli ipuçları sunuyor.

 

Avrupa Parlamentosu ve Aşırı Sağ

AB ülkelerinde aşırı sağ partilerin yükseliş göstermesiyle paralel bir şekilde bu partilerin Avrupa Parlamentosu’ndaki görünürlükleri ve temsil kabiliyetleri de arttı. Özellikle 2008 ekonomik krizi ve artan göç dalgasıyla birlikte AB ülkelerinde aşırı sağ partiler yüksek oranlarda oy elde etmeye başladılar. Ortak birçok paydada buluşabilen bu partiler tek ses olmak ve temsil kabiliyetlerini artırmak için Avrupa Parlamentosu’nda bir araya gelerek çeşitli siyasi gruplar oluşturdular. Özgürlük ve Demokrasinin Avrupası (EFDD), Uluslar ve Özgürlükler Avrupası (ENF) gibi isimlerle siyasi gruplar kuran bu partiler, 2019 seçimlerinden sonra Kimlik ve Demokrasi (ID) adıyla geniş bir mutabakat oluşturdular ve 76 koltuk sayısına ulaşarak en yüksek temsil kabiliyetine sahip grup oldular.

Özellikle Fransız Marine Le Pen’in liderliğini yaptığı Ulusal Birlik partisi ile İtalyan Matteo Salvini’nin liderliğini yaptığı Lig partisinin, Kimlik ve Demokrasi grubunda oldukça etkin oldukları ve Avrupa kıtasındaki aşırı sağ söyleme yön verdikleri görülüyor. Bu partilerin Avrupa kuşkuculuğu ve mülteci karşıtlığı gibi temel ilkelerin yanı sıra kültürel özcü değerleri savundukları ve AB projesini paylaşan siyasi odaklara karşı çıkarak değerler üzerinden bir hegemonya mücadelesi yürüttükleri görülüyor. Bu hegemonya mücadelesinin önemli bir boyutunu ise dış politika ile ilgili söylemler oluşturuyor.

 

Aşırı Sağın “Pozitif” Rusya ve “Negatif” Türkiye Temsili

Aşırı sağ partiler, AB’yi ve AB kurumlarını “milli bir dış politika” izlemedikleri ve Avrupa kıtasının değil başka aktörlerin çıkarlarını savundukları gerekçesiyle ciddi şekilde eleştiriyor. Bu partiler “Türkiye mi Rusya mı Avrupa için daha büyük tehdit” tartışmasının süregeldiği Avrupa siyasetinde AB yanlısı ana akım partilerin yaslandığı kadim gerçekliği sarsmaya çalışarak tartışma üzerinde yeni bir öznellik inşa etmeye çalıştıkları görülüyor.

Avrupa Parlamentosu’ndaki aşırı sağ parti temsilcilerinin ve parti gruplarının Rusya ile ilgili söylemlerine bakıldığında “dost” ve “stratejik aktör” imajının ortaya konulduğu görülüyor. Rusya, Avrupa kıtasının sonunu getirebilecek “tehlikeli bir öteki” olarak değil, teröre karşı iş birliği yapılabilecek, Avrupa’nın çıkarları için (terörle mücadele, ekonomi, enerji vb.) birlikte hareket edilmesi gereken “stratejik önemi haiz bir aktör” olarak konumlandırılıyor. Bu konumlandırma, NATO’nun Rusya karşıtı tutumunu sorunsallaştırmayı beraberinde getirirken AB’nin Rusya politikasının Avrupa’nın değil ABD gibi “kıta dışı aktörlerin” çıkarını yansıttığı şeklinde eleştirilere dönüşüyor.

Özellikle Rusya ile yeni bir soğuk savaşın kurgulandığı, ABD eliyle uygulanmaya çalışılan bu soğuk savaşın ise en büyük kaybedeninin Avrupa kıtası olacağının vurgulandığı görülüyor. Örneğin Marine Le Pen’in “ABD, Berlin duvarını bir tekerleğe oturtup Rusya sınırına kaydırdı. Oluşturulmaya çalışılan bu yeni durum Avrupa’nın çıkarına değil” söylemi, bu kapsamda oldukça dikkat çekici. Özellikle Ukrayna ve Suriye gibi Rusya’nın müdahaleci/agresif politikalarını dahi destekler şekilde dile getirilen söylemlerle aşırı sağ partilerin ana akım partilerden farklı bir söylem alanı inşa etmeye çalıştığı görülüyor.

Ana akım partilerin ise Rusya’ya yönelik tutumları sebebiyle aşırı sağ partileri güvenlik söylemine yerleştirdiği, partileri “demokrasi karşıtları”, “Putin’in derin kolları” gibi temsillerin parçası haline getirmeye çalıştıkları görülüyor. Aşırı sağ partilerin Rusya’yı tehdit dilinden çıkararak ve iş birliği diline dahil ederek ana akım partilerin yaslandığı değerleri/kimliği sorunsallaştırdıkları ve dış politikayı bir pratik olarak devreye sokmaya çalıştıkları görülüyor.

Oluşturulan bu söylemlerde ana akım partileri “ABD’nin kuklası” olarak kodlama, Rusya’ya yönelik ambargoları sorunsallaştırma, neo-liberal politikalara karşı çıkma gibi unsurlara yer vererek aşırı sağcı dili meşrulaştırmaya çalıştıkları görülüyor. Bunların yanı sıra çok daha önemlisi de Rusya ile yakın ilişkiler izlenmesi gerektiğinin altını çizerek hakim hegemonik dilin tehlikeli dışarısı/öteki söyleminin kurgusal olduğunu göstermeye çalıştıkları görülüyor. Zira Rusya’yı tehdit dilinden çıkarıp “iş birliği yapılabilecek bir partner” diline yerleştirmek ve bu dilin Avrupa’nın çıkarına olduğunu vurgulamak, bir yandan Rusya’nın siyasi ve ekonomik modeline meşruiyet kazandırma amacı taşırken diğer yandan AB yanlısı ana akım Atlantikçi partilerin yaslandığı “ötekinin” yok edilmesine, haliyle bu partilerin değerler üzerinden inşa edip yaslandığı ilkelerin ve ötekilerin tartışmaya açılmasına hizmet ediyor.

Geert Wilders ve Marine Le Pen
Hollanda İslam karşıtı ve aşırı sağcı Özgürlük Partisi başkanı Geert Wilders ve Fransız aşırı sağcı Ulusal Toplantı Parti’sinin başkanı Marine Le Pen (Dursun Aydemir/AA)

 

Rusya ve Türkiye’ye Yaklaşımları İktidar Mücadelesinin Parçası

Bu partilerin Rusya ile ilişkilere yaklaşımlarının yanı sıra Türkiye ile ilişkilere dair tutumların da benzer bir iktidar mücadelesinin parçası şeklinde okunabileceği görülüyor. Aşırı sağcı aktörler tarafından dile getirilen söylemlerde Rusya’nın aksine Türkiye’nin “Avrupa’nın sonunu getirebilecek bir düşman” imajına hapsedildiği görülüyor. Rusya’nın Gürcistan, Ukrayna, Suriye gibi müdahaleleri aşırı sağ partiler tarafından onaylanıp meşrulaştırılmaya çalışılırken, Türkiye’nin Suriye, Libya, Karabağ gibi bölgelere yönelik aktivizmine “saldırgan ve mezhepçi” dış politika izlediği şeklinde bir dil üretilerek karşılık veriliyor. Bu eleştiriler ise Türkiye’nin NATO’dan çıkarılması gerektiğine kadar uzanıyor. Örneğin Marine Le Pen’in 2015’te Türkiye’nin Rus uçağını düşürmesinin akabinde “Türkiye, DEAŞ’a karşı uluslararası bir koalisyonun kurulmasını önlemek amacıyla Rus uçağını düşürdü” şeklinde açıklama yaparak bir taraftan Rusya’yı radikal terörizme karşı iş birliği yapılabilecek bir aktör olarak konumlandırırken, diğer yandan Türkiye’nin radikal terörizme hizmet eden bir dış politika izlediği imajı oluşturabiliyor. Benzer şekilde Matteo Salvini de “Türkiye’nin Suriye’ye yönelik başlattığı askeri saldırının bir katliama dönüşme riski beni endişelendiriyor” şeklinde açıklama yaparak operasyondan duyduğu rahatsızlığı yüksek sesle dile getirebiliyor.

Bunların yanı sıra özellikle coğrafi ve kültürel farklılık vurgusu yapılarak Türkiye’nin AB’ye adaylığı sorunsallaştırılırken izlediği politikalarla Avrupa kıtasını “İslamileştirdiği” ve “DEAŞ gibi radikal örgütlere destek verdiği” söyleminin dolaşıma sokulmaya çalışıldığı görülüyor. Türkiye’nin “Avrupa’ya ait olmadığı”, topraklarının çoğunun Asya kıtasında olduğu tezi sık sık dile getirilirken tarihsel, sosyal, kültürel olarak Avrupa’dan oldukça farklı olduğu vurgulanıyor.

Ana akım siyasi partiler, Türkiye’yi yüzü Avrupa’ya dönük olması gereken, iş birliği yapılabilecek bir aktör olarak görerek Avrupa’nın çok kültürlü ve liberal temsilini güçlendirirken, aşırı sağ partilerin Türkiye’yi bir “öteki” olarak kodlayarak ve özcü/kültürcü bir tutum sergileyerek Avrupa değerlerine karşı oluşturmaya çalıştıkları temsili güçlendirmeye çalıştıkları görülüyor. Bu özcü/kültürcü karşıt pozisyon ise aşırı sağ partilerin hem Türkiye’nin AB üyeliğine hem de bölgesel politikalarına oldukça sert söylemler eşliğinde karşı çıkmalarını beraberinde getiriyor.

Dış politika, kimlik inşa eden ve kurucu yönü olan birçok politik eylemden birisidir. Dış politika tercihleri konusundaki farklılıkların, farklı güç bloklarının inşa ettikleri kimliklerin özüne yansıdığı görülüyor. Bu şekilde siyasi gruplar/partiler/hizipler kendi siyasal kimliklerinin hegemon güçten farklı olduğunu vurguluyor. Bu farklılık ise bu odakların kendi kimliklerinin yeniden inşasına, tahkimine ya da yeniden üretilmesine olanak sağlıyor.

Aşırı sağ partilerin, Avrupa’nın ötekisi olan Rusya’yı iş birliği yapılabilecek bir “dost”, iş birliğinin sürdürülmeye çalışıldığı Türkiye’yi ise Avrupa kıtasının sonunu getirebilecek bir “düşman” söylemine yerleştirmesi, bir yandan hem Avrupa kimliğine hem de ulusal kimliklere yönelik oluşturmaya çalıştıkları temsile meşruiyet kazandırmaya çalıştıklarını, diğer yandan da AB yanlısı ana akım partilerin yaslandığı değerlerin ve öznelliğin altını oymaya çalıştıklarını gösteriyor.

Bu söylem savaşı Türkiye ve Rusya’nın karşı hegemonya oluşturma sürecinin birer aracı haline getirildiklerini ve bu sürecin ise “hangisi Avrupa için daha büyük tehdit” sorusu etrafında şekillendiğini gösteriyor. Başka bir deyişle Avrupa’daki aşırı sağ partilerin Rusya ve Türkiye’ye yönelik tutumlarının “çifte direniş” olarak işlev gördüğü, AB eksenli ana akım partilerin hegemonyasıyla mücadele eden “aşırı sağcı politik dili” dış politika üzerinden normalleştirdiği, meşrulaştırdığı, aşırı sağcı söyleme alan açarak baskın hale gelmesine olanak sağladığı görülüyor.

 


Etiketler »  

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası