3 Kasım 2020’deki ABD başkanlık seçimleri tüm dünyada çok yakından takip edildi. Bütün ABD seçimleri önemlidir fakat Trump ve Biden’ın yarıştığı bu seçim, Trump’ın temsil ettiği siyasal çizginin geleceğiyle alakalı ciddi bir referandum oldu. “Amerika’nın ruhunu yeniden inşa etmek” sloganıyla seçime giren Demokrat Parti’nin adayı Joe Biden’ın kazandığı bu seçimlerde ne oldu ve Amerika, dünya ve Türkiye için ne anlama geliyor?
Genel olarak baktığımızda 21. yüzyılda Amerikan siyaseti ümit ile korku arasında gidip geldi. Son seçim Amerikan sosyal tabanında bu iki duygunun net hissedildiği bir süreç oldu. Obama ile ABD, 2008-2016 arası söylemsel olarak küresel bir ümit aşılasa da sonuç hayal kırıklıklarının olduğu bir dönem olmuştu. 2016’da seçilen Donald J. Trump ile beraber ise karamsar hava perçinleşti. Liberal düzenin yıkılması tartışmalarından beyaz ırkçılığın yükselmesine ve İslamofobinin öne çıkarılmasına kadar birçok konuda Trump’ın başkanlık dönemi iç politika açısından aslında çok farklı bir süreçti. Fakat Trump Amerika’daki yeni bir sosyolojiyi temsil ederek müesses nizamdan rahatsız bir orta sınıf, artık çözüm üretmeyen statükocu siyaset yapma tarzına karşı çıktığı veya en azından “farklı” bir siyaset yaptığı için Trump’a geniş kitleler nezdinde destek getirdi. Trump’ın ilk dönemi Rusya’nın seçimlere karıştığı iddialarından azledilme süreçlerine kadar birçok iç dalgalanmanın yaşandığı bir dönem olarak hiç kolay olmadı, fakat Trump asıl etkisini dış politikada gösterdi. Yaptığı hamleler, dış politika yapım tarzı ve en önemlisi iklim değişikliğinden Çin’e kadar birçok konudaki yaklaşımı hem tartışıldı hem de başka tür bir siyasetin mümkün olduğunu gösteren bir süreci gösterdi. Trump, döneminde Amerika içeride ve dışarıda çok ciddi sarsıntılar geçirdi, seçimler ise bu türbülansın geleceğine yönelik bir testti.
Trump ve Biden Farkı
Amerika’nın iç siyaseti açısından bakıldığında Trump döneminde Amerika’da silahlanma arttı, siyasal kutuplaşma derinleşti. Yeniden kendini gösteren WASP milliyetçiliği kendi siyasal ve sosyal alanını çok fazla genişletti. Bu durum diğer sosyal grupları da siyasallaştırdı. Siyahları, Latinleri, Müslümanları ve hatta Amerika’nın yerli halklarını çok daha fazla siyasete katılmaya teşvik etti. İşte bu aşırı siyasallaşmanın sonucu olarak 2020’deki ABD seçimlerine katılım oranı neredeyse yüzde 70’lere yaklaştı. Amerikan tarihinde son yüzyılda seçime katılım oranı hep yüzde 55’ler civarında kalmıştı.
Bunun yanında Trump farkına varmadan Amerika’daki siyasal partilerin dönüşümünü hızlandırdı. Kendisi döneminde Cumhuriyetçi Parti daha fazla sağ siyasete kaydı, Amerikan milliyetçiliğini derinleştirdi ve sosyal taban olarak daha çok Avrupa’daki aşırı sağcı partilere benzemeye başladı. Cumhuriyetçi Parti’deki çoğu üst düzey yönetici partinin bu eğilimini paylaşmasa da Trump özellikle sosyal tabanda bu yaklaşımı pekiştirdi. İlginç bir şekilde hem Trump’ın politikalarına tepki hem de değişen küresel trendlerden etkilenen Demokrat Parti de kendisini ortanın solu denilebilecek bir noktada buldu. Her ne kadar parti içinde çoğu bu yaklaşımı beğenmese de Bernie Sanders önderliğinde sosyal demokratların ağırlığını artırdığı ve bir şekilde gençleri mobilize eden yeni bir sosyoloji artık Demokrat Parti’nin yeni gerçekliği oldu. Hem sosyolojik hem de siyaseten dönüşen bu iki parti birbirinden daha da uzaklaştı ve bu durum muhtemelen ileriki yıllarda Amerikan siyasetinde üçüncü bir güçlü siyasal partinin kurulmasının önünü açacak. Bu değişimin farkında olan Cumhuriyetçilerin bir kısmı Trump’ın gitmesine bu çerçevede sevinirken; Demokratlar Joe Biden üzerinden partinin sosyal tabanını yeniden yapılandırma sürecine girecekler. Fakat değişen sosyolojinin sınırlı rötuşlarla yatıştırılması ve her iki partiyi eski haline getirme ihtimali hiç de kolay bir süreç olmayacak.
Dış politika açısından ise Trump’ın yaptıkları tarihiydi. Trump muhtemelen Amerikan dış politikasında Soğuk Savaşı bütün mantığıyla dış politika yapımından çıkaran ve zihniyet olarak Soğuk Savaş sonrasına ülkeyi yapısal ve algısal olarak hazırlayan bir lider olarak bilinecek. Amerika’da halen Soğuk Savaş mantığıyla dış politika yapılmasını isteyenler aynen Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi Türkiye, Almanya ve benzeri ülkelerin Amerika’nın yörüngesinden çıkmasını istemiyorlardı. Bu yaklaşıma göre Amerika’ya kafa tutan devletler cezalandırılmalı ve hizaya getirilmeliydi. Müesses nizamın dış politika yaklaşımındaki bu özü, Trump Amerika’nın önceliklerini yeniden tanımlayarak, bazen de belirli şeylerden vazgeçerek dönüştürdü.
Biden’ın kazanmasıyla Amerikan iç siyasetindeki fay hatlarını tamir etmek, Covid-19 salgınının getirdiği ekonomik ve sosyal etkileri hafifletmek ve en önemlisi siyahların her geçen gün daha fazla negatif etkilendiği yükselen Amerikan milliyetçiliğini kontrol etmek en temel politika olacak. Biden’ın bu konularda geçici ve taktiksel mi yoksa kalıcı ve sistemsel mi bir dönüşüm yapacağı halen belirsiz, fakat Amerika’da yapılacak her türlü sistemsel dönüşümün farklı sistemsel sorunları doğuracağının altını çizmek gerekir. Örneğin polis teşkilatlarında görülen siyah karşıtı yaklaşımı sistemsel olarak çözmeye çalışmak polis teşkilatının zayıflamasına yol açarsa; silahlanmanın arttığı bir Amerikan toplumunda herkes kendi güvenliğini kendisi sağlamak isteyebilir ve bu durum sonu iç savaşa kadar gidebilecek bir sürecin önünü açabilir. Bu anlamda Biden’ın politikaları Amerikan iç siyaseti için Trump dönemindeki kırılmanın kalıcı mı yoksa geçici mi olduğuyla alakalı yol gösterici ve belirleyici olacak.
Küresel siyaset anlamında Trump dönemi küreselleşmenin, uluslararası liberal düzenin ve uluslararası kurumların etkinlik anlamında gerilediği bir süreç oldu. Fakat bu durumu Trump’ın tek başına sebep olduğu bir şeyden öte Trump’ın politikalarıyla bunun daha belirginleştiği bir küresel realite olarak görmek lazım. Biden’ın seçilmesiyle beraber Avrupa dahil bütün Batı ülkeleri bir sevince büründü. Özellikle eski liberal düzenin yeniden geri geleceği, ABD önderliğinde küresel sorunlara çözüm aranacağı ve Çin’e yönelik yeni yaklaşım beklentisi bir anda arttı. Biden’ın tek başına ne yapıp yapamayacağını önümüzdeki yıllarda göreceğiz ama şunu belirtmek gerekir ki küresel siyaset çok değişti. Bütün devletlerin dost-düşman tanımlamasını yeniden yaptığı bir dönemde eski dostlukların derinliği, içeriği ve kapsamı asla eskisi gibi olmayacak. Daha kırılgan, değişken ve dinamik bir küresel ilişkiler ağı döneminde Biden beklenildiği gibi bir etki yapamayacağı gibi geride ciddi hayal kırıklıkları da bırakabilir. Çünkü küresel siyasetin yeniden yapılanması değişen güç dengelerinin kabulünden ve onlara istediği siyasal etki alanının verilmesinden geçer. Amerikan siyasetinin en büyük duayenlerinden olan ve Soğuk Savaş döneminden beri Washington’daki en kilit siyasetçilerden olan yeni başkan Joe Biden’ın eski sistemi yıkmadan içeriden küresel sistemi nasıl dönüştürebileceğiyle alakalı şimdilik elimizde ciddi bir gösterge yok. İnsanların tek referans noktası Obama dönemi. Fakat Biden dönemi bir üçüncü Obama dönemi olmayacak çünkü Obama döneminin yerel ve küresel şartları tamamıyla değişmiş durumda. İşte bu anlamda Biden’ın yapacağı politikalar hem uluslararası sistemin hem de Amerika’nın küresel sistem içerisindeki konumunu ciddi şekilde belirleyecek.
Türk-Amerikan İlişkileri
ABD seçimleri, doğası her geçen gün değişen Türk-Amerikan ilişkileri için ayrı bir öneme sahipti. Son dört yıldır ilişkiler, büyük oranda Erdoğan-Trump arasında liderlerin özel iletişimi ile sürdürüldü. S-400’lerden F-35’lere, Halkbank davasından CAATSA yatırımlarına kadar birçok konu iki liderin hep devreye girmesiyle ya soğutuldu ya ertelendi. Biden ile beraber yeni bir döneme girilecek ve liderler diplomasi yanında kurumsal yapının daha etkinleştiği bir ilişki tarzı daha fazla öne çıkacaktır. Elbette ilişkilerde tarz değişikliği ilişkilerin daha iyi olacağı anlamına gelmemeli. Çünkü Türk-Amerikan ilişkilerindeki ana sorun ortaya çıkan sorunlar değil, aksine iki ülkenin birbirini nasıl algıladığı meselesi. Soğuk Savaş döneminde yakın ittifak olan iki ülke özellikle bölgesel konularda artık çok farklı düşünüyor. Bu farklılık Amerika’da Türkiye’nin kontrolden çıktığı şeklinde yorumlanırken; Türkiye’de çoğu kimse tarafından Amerika’nın bir müttefik olarak Ankara’nın güvenlik kaygılarını anlamadığı şeklinde okunuyor. Ortak bir dil kuramama, eski bakış açıları üzerinden oluşan karşılıklı beklentiler ve en önemlisi dönüşen dünyada Türkiye’nin dış politika alanından daha fazla otonom bir şekilde hareket etmesinin Amerika tarafından yanlış bulunması Türk-Amerikan ilişkilerindeki sorunların temelini oluşturuyor. Bu sorunlar muhtemelen kısa sürede çözülmeyecek fakat bunları çözmeden de ilişkilerin sürdürülmesinden başka bir alternatif yok. Peki yeni dönemde bu nasıl olabilir?
Türkiye açısından özellikle sosyal tabanda Biden’a yönelik olarak 15 Temmuz darbe teşebbüsü sırasında ABD’de başkan yardımcısı olduğu için ciddi bir şüphe var. Özellikle o süreçte Amerika’nın demokrasiyi savunan Türkiye halkının yanında olmadığına yönelik algı ve Obama döneminde Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanan hayal kırıklıkları Ankara için bir tür bekle ve gör refleksi oluşturacak fakat sonrasında ise kendi doğasında “yeni” bir ilişki tarzı gelişecektir. İlk olarak Biden döneminde Türk-Amerikan ilişkilerine öncelikle Obama’nın üçüncü dönemi olarak bakmamak gerekir. Çünkü geçmişe yapılan aşırı referans ilişkilerdeki dinamikliği ve yaratıcılık ihtiyacını gidermeyecektir. İkincisi, Türkiye ve Amerika arasında birçok alanda iş birliği imkanı gözükmektedir. Özellikle dış politikada Ukrayna, Yemen ve Venezuela’da ciddi iş birliği yapılabilir. Suriye konusunda, özellikle de PYD/YPG konusunda farklı yaklaşımlar olacaktır fakat Türk-Amerikan ilişkilerini sadece bir konuya indirgemek ve o gözlükle bakma ciddi bir yanılsama olur. Biden döneminde en temel mesele Çin olacaktır. Makro düzeyde Çin’e karşı doğrudan Batı’nın yanında gözükmek istemesek bile İkinci Dünya Savaşı sırasında olduğu gibi bir tür “aktif tarafsızlık” politikası ile zımnen uluslararası kurumsal ilişkilerimiz gereği Batı’nın yanında durmamız gerekebilir. Çin ile ticari ilişkilere rağmen Doğu Türkistan dahil birçok konuda Çin’in etkisinin sınırlandığı veya sistemsel olarak kontrol edildiği bir düzen Türkiye için hem ekonomik hem de siyasal olarak faydalı olabilir.
Çapraz Düşünme Vakti
Artık dış politikada çapraz düşünme vaktidir. Türkiye’de zihinlerde dış politika okuyuşunda ve yapımında hakim olan “ikili ilişkiler” mantığını çok katmanlı, çok boyutlu ve en önemlisi çapraz bir çerçeveye çekme vakti gelmiştir. Türk-Amerikan ilişkilerini Afrika ve Latin Amerika üzerinden okumak/uygulamak veya Türkiye-Körfez ülkeleri ilişkilerini Doğu Afrika üzerinden belirlemek bir tercih değil yeni realitedir. Biden döneminde küresel siyasette çapraz dış politika, birçok devlet için küresel sistemdeki çözülme dolayısıyla daha belirli hale gelecektir. Türkiye gibi hem bölgesel hem de sistemsel etki gücünü genişletmek ve şekillendirmek isteyen ülkelerin yeni güç dağılımını belirleyen küresel sistemin temelleri atılıncaya kadar bu şekilde bir politika takip etmesi ve Amerika gibi küresel ölçekte halen etkili güçlerle bu minvalde bir ilişki yürütmesi karşılıklı ilişkide yeni ufuklar açacaktır.