14-28 Mayıs seçim sonuçları, blok halinde hareket eden tüm muhalefet partilerinde tam bir deprem etkisi doğurdu. 14 Mayıs öncesi Millet İttifakı’nı oluşturan partiler ile cumhurbaşkanlığında bu ittifakın adayını destekleyen HDP ve irili ufaklı diğer partilerin tamamı seçimi kazanacaklarına kesin gözüyle bakıyorlardı.
Öyle ki muhalif TV kanallarında “bu iktidardan kurtulmaya” gün sayan tartışmacılar, konuşmalarını romantik hayallerle süsleyen cümleler sarf ediyor, her akşam kimlerin hangi görevlere geleceğini, hangi kurum yöneticilerinin ilk elde görevden alınacağını tartışıyorlardı. Daha ileri gidenlerse ekranlarda mahkemeler kurup, kimin kaç yılla yargılanacağına hüküm bile veriyorlardı. Ne de olsa ilk turda yüzde 60’la iktidara geliyorlardı. Cumhurbaşkanı yardımcılıkları, bakanlıklar, yüksek bürokrasi kadroları çoktan paylaşılmıştı.
Ancak o akşam seçim sonuçları açıklanınca bütün bu hayaller suya düştü. Cumhur İttifakı bariz bir farkla parlamento çoğunluğunu aldı. İkinci turda Başkan Erdoğan’ın net farkla seçimi kazanması sonrası, tüm muhalefette sarsıntılar ve sert tartışmalar başladı. CHP ve İYİ Parti’de yoğun eleştiriler dile getirilse de lider değişikliği olmadı. İttifakı dışarıdan destekleyen HDP’de ise diğerlerinden farklı olarak bir “eleştiri-öz eleştiri süreci” başlatılacağı ilan edildi.
Klasik sol jargonda yer alan bu süreç görünüşte başlatıldı da. Seçimlere Yeşil Sol Parti çatısında giren bu grup Haziran’da, iki dizi halinde toplantılar gerçekleştirdi. Hem Emek ve Özgürlük İttifakı bileşeni sol partiler hem de HDP ayrı ayrı kendi tartışmalarını yürütüp ortak bir sonuç bildirisi açıkladılar. Ayrıca HDP yeni dönemde, şimdiki eş başkanlar Mithat Sancar ve Pervin Buldan’ın görevlerini bırakacaklarını duyurdu.
Ancak örneğin yerelde yeterince organize çalışmadıkları, diğer partilerle iyi koordine olamadıkları gibi bazı hatalar yaptıklarını kabul etseler de seçimlerde aldıkları ağır yenilginin asıl sebepleri üzerine düşünmekten (veya bunları dile getirmekten) kaçındıkları anlaşılıyor. Bu grubun 2015 seçimlerinden beri düşme eğiliminde olan oy oranları ve 14 Mayıs yenilgisinin sebeplerini, Kriter’in geçtiğimiz ay yayınlanan 80. sayısında yedi madde halinde ele almıştım. HDP çevreleri bu maddelerde izah edilen yanlışları iyi analiz edememiş ya da yanlışlarını buralarda görmüyor.
HDP Ders Çıkartmak Yerine Bahane Sıraladı
Hem parti yetkililerinin açıklamalarında hem de sonuç bildirilerinde eleştiri-öz eleştiri sürecinin daha çok eleştiri kısmının işletildiği, ne siyasi partiye ne de PKK’ya toz kondurulmadığı görülüyor. Oysa parti tabanında en az 3-4 grubun yönetime ağır eleştiriler dile getirdiği biliniyor. Fakat açıklama metinlerinde kendi hatalarından çıkarılmış derslerden çok devleti ve iktidarı suçlama eğiliminin ağır bastığını görüyoruz.
Örneğin 30 Mayıs’ta HDP, HDK, DTK, DBP ve Yeşil Sol Parti imzalarıyla yayınladıkları beş maddelik metnin bir maddesinde “seçimlerde hedeflediğimiz başarının altındayız ve bunu kabul ediyoruz” derken diğer maddelerde hep bir suçlu aramanın izleri var. Daha ilk madde şöyle başlıyor:
“Kürt Siyasal Hareketine yönelik Çökertme Planı karşısında çetin ve sert bir mücadele dönemini hep birlikte yaşadık, yaşıyoruz. Kürt halkının özgürlük ısrarı karşısında devreye konulan süreklileşmiş darbe politikalarına en net yanıt 14 Mayıs ve 28 Mayıs seçimlerinde Kürdistan’da verilmiştir.”
Buna göre iktidarın bir “Çökertme Planı” (ilk harflerin büyük yazılmasına dikkat) ve bir “süreklileşmiş darbe politikası” var. Halbuki PKK’nın kurduğu partiler 2000’ler boyunca, önceki dönemin ağır baskı koşullarının oluşturduğu mağduriyet hissinden de faydalanarak, en rahat seçimlerine girdiler. 2015’te aldıkları ama kıymetini bilip de sivilleşme yolunda kullanmadıkları yüzde 13’lük oy zirvesinden beri sürekli bir düşüş halindeler. Hâlâ “statüsüzlük”, “rejimin inkâr/imha politikaları” gibi PKK’nın 40 yıldır kullandığı ezber söylemlere sığınıyorlar. Kürdistan hayalinden de milim geri adım atılmış değil. “Destansı direniş, zulüm iktidarı” gibi klişe kavramlara sığınıyorlar.
İkinci maddede “Kürt halkına ve Türkiye halklarına” ayrı ayrı seslenen bildiriye göre Türkiye’de “her türden komploculuğu, hileyi, yalanı ve dezenformasyonu devreye sokan ve devletin bütün olanaklarını kullanan faşist iktidar” bulunuyor. Bir ülkede “faşist iktidar” olması halinde serbest seçim diye bir şeyin olamayacağı gerçeği bir yana, burada asıl hissettirilen duygu seçim yenilgisinin kendilerinin hatalarından değil iktidarın baskısından kaynaklandığı. Yani “öz eleştiri” yerine suçlu arama peşindeler.
Taraftarlarına “sandık matematiğine” fazla takılmaması gerektiğini de telkin ediyor ve önümüzdeki süreçte “örgütsel, politik ve toplumsal olarak kader tayin edici rolümüz devam edecek” diye ilan ediyorlar. İşte tam burası belki de en çok yanıldıkları nokta. Kendilerinde “kader tayin edici” bir misyon olduğu inancını koruyorlar. Daha doğrusu böyle bir rolün kendilerine adeta “göklerden indirildiği” gibi bir büyüklenme içindeler. Oysa son seçim sonuçları PKK’nın partileriyle iş birliği veya ittifak kurmanın seçim kazandırmadığını, aksine girdikleri ittifaka oy kaybettirdiğini ortaya koydu.
Çünkü toplumun ezici çoğunluğu HDP ve türevlerinin, PKK’nın yasaları istismar ederek kurdurduğu partiler olduğunu biliyor, buna tepki duyuyor ve iş birliği yapanlara da sıcak bakmıyor. Zaten bu yüzden seçimlere giden aylar boyunca, CHP ve ittifak ortakları, HDP’nin ittifak içinde yer almadığını, masada olmadığını kanıtlamak için yoğun çaba göstermek zorunda kaldılar. Ama HDP ve türevi partilerin ne PKK’dan ayrı hareket etmek gibi bir niyeti ne de böyle bir kabiliyeti var.
Bu durumun değişmeyeceğini sadece yukarıda anılan sonuç bildirisinin dilinden değil, örneğin partinin ileri gelen yöneticilerinden Meral Danış Beştaş’ın, geçtiğimiz haftalarda TSK’nın Suriye Kamışlı’da PKK’lı teröristlere düzenlediği operasyonlara verdiği tepkilerden de anlıyoruz. PKK’nın kırmızı bültenle aranan militanlarına yönelik bir operasyon sonrası Beştaş, devletin “savaş hukukunu ihlal ettiğini” söyledi. Elinde silahla Türkiye’de terör eylemleri düzenleyen kişilerin etkisiz hale getirilmesini, sanki ortada savaşan karşılıklı iki devlet varmış ve bunların uyması gereken uluslararası kuralları bir taraf ihlal etmiş gibi anlattı. Yani yıllardır kullanılan PKK jargonunu tekrarladı.
Oysa HDP’nin seçim yenilgisini değerlendirirken dikkate alması gereken çok başka noktalar var. Marjinal Türk solu partileriyle iş birliği bunlardan biri. Parti tabanının “Kürt hassasiyeti” olan kesimi en çok buraya itiraz ediyor. Hem eylem hem de söylem bazında HDP’ye egemen olan anlayış hâlâ Türk solu pratiğinin yoğun etkisi altında. PKK yönetimi de aynı elbette.
PKK elebaşlarından Mustafa Karasu, Haziran sonunda Rudaw’a verdiği bir demeçte, seçim sonuçlarına ilişkin bu noktaya değinirken “HDP’yi töhmet altında bırakıp, baskılayıp daraltmak, HDP’yi sadece bir Kürt partisi haline getirmek istiyorlar” ifadelerini kullandı. Halbuki içeriden gelen eleştiriler “Kürt partisine” çevirme yönünde değil, adı sanı bilinmeyen, toplumda bir karşılığı olmayan marjinal Türk solu unsurlarının HDP seçmenlerinin sırtından makamlar elde etmesine yönelik. Kürt seçmenin sadece oy deposu olarak görülüp bu tabanla uyumsuz eylem ve söylemlerin sürekli tekrarlanması eleştiriliyor.
Sivil Tokat Etkisi
Yapılan değerlendirmelerde tek söz edilmeyen bir nokta da HDP tabanının muhafazakar/dindar kesiminde LGBT dayatmasından duyulan rahatsızlık. Bu başlık hem HDP hem de tüm diğer bileşenlerince tamamen görmezden geliniyor. Hatta konuyu açıktan sahiplenmeye devam ediyorlar. Yeşil Sol Parti’nin henüz yeni seçilen kadın milletvekillerinin geçtiğimiz ay İstanbul’da yapılan LGBT yürüyüşlerine ön sıralarda katılması ve yüksek sesle savunuculuğa soyunmaları, tabandaki bu rahatsızlığı önemsemediklerini gösteriyor. Anlaşılan uluslararası lobilerin gücü kendi tabanlarının istek ve taleplerinden ağır basıyor.
HDP, Diyarbakır Anneleri’nin üç yılı aşan direnişinin meydana getirdiği etkiyi de yeterince anlamış görünmüyor. Kuyruğu dik tutma çabası içinde, annelerin evlat nöbeti hakkında, sanki böyle bir şey hiç yokmuş gibi davranıyorlar ama bu ters tepiyor. Mesela şöyle düşünelim:
HDP yönetimi ailelerden temsilcilerle (hadi açıktan değilse bile) belli aşamalarda görüşseydi, belirli aralıklarla PKK’dan çocukların henüz suça bulaşmamış olanlarını geri göndermesini istese ve bunu kamuoyuyla da paylaşsaydı puan mı kaybeder, yoksa puan mı kazanırdı? Bu sorunun cevabı açıktır. Ancak PKK ve onu güneyimizdeki petrol kaynaklarının başına nöbetçi olarak diken patronlarının böyle bir derdi yok. Siyaseten kazanmak için bile böyle bir şeye yanaşmıyorlar. Fakat annelerin direnişi sürdükçe ve yeni aileler seslerini yükselttikçe korku duvarı aşılıyor, bu örgüte vurulan “sivil tokatlar”ın etkisi giderek artıyor.
Örtülü ortağı oldukları Millet İttifakı’na HDP yönetiminin yüksek sesle dile getirebildiği yegâne eleştiri HDP’nin yok sayılması, görünür olmamasıydı. Bunu açıktan yapmak ittifakın diğer bileşenleri için kabul edilebilir değildi. Mesela ittifakın ikinci büyük ortağı Meral Akşener “Buyursun HDP otursun, biz kalkalım o zaman” diyerek itiraz etmişti. HDP için de yok sayılma anlamına geldiğinden parti içinden itiraz ediliyordu. Sırrı Sakık ve Sırrı Süreyya Önder’in defalarca “Her desteği alacaksın, bizi görünmez kılacaksın. Yok öyle!” minvalindeki sert açıklamaları hatırlardadır.
Sonuçta ne toplum HDP’nin güya örtülü desteğini sindirdi ne de HDP tabanı yok sayılmayı kabullenebildi. Her iki taraf da oy kaybıyla sonuçlanan bir hezimete ve moral bozukluğuna uğradı. Nitekim HDP önümüzdeki yerel seçimlerde tüm şehirlerde kendi adaylarını çıkaracaklarını açıklayarak bir tür protestoda bulunmuş oldu. Seçimlere yaklaştıkça bu tutumun değişip değişmeyeceğini bilemiyoruz. Çünkü ortaya çıkan amorf ittifak hiçbir siyasi veya etik ilkeye uymuyor. Ancak bu tutum sürerse yine muhalif iki tarafın da kaybedeceğini varsayabiliriz. Üstelik ittifakın diğer bileşenlerindeki huzursuzluk da bunun üzerine eklenecek.
Sonuç olarak HDP ve türevlerinin PKK güdümünden çıkması mümkün değil. Toplumun da PKK’yı kabullenmesi mümkün olmadığına göre, bu çizgide kurulacak partilerin alabileceği maksimum oy belli. Üstelik onlara yaklaşanın kaybettiği de artık ortaya çıktı. PKK zayıfladıkça HDP de aynı oranda zayıflayacak, küçülecek, giderek marjinal bir aralığa sıkışıp kalacaktır.