Küresel ekonomi kritik bir dönemeçten geçiyor. Kurmuş olduğum cümle klişe gibi görünse de bu durum, yaşadıklarımızın şaşırtıcı, yıkıcı, sancılı ve tetikleyici olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Şaşırtıcı; çünkü insanoğlunun uzun zamandır deneyimlemediği cinste bir salgın ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan en büyük jeopolitik çalkantılardan biri (Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimi) arka arkaya geldi. Yıkıcı; çünkü bu iki büyük şok, küresel tedarik zincirlerinden enerji piyasasına kadar küresel ekonominin ana taşıyıcıları üzerinde yıkıcı etkilere yol açtı. Sancılı; çünkü tüm bu olağanüstü koşulların başta gıda ve enerji fiyatları olmak üzere enflasyonu zıplatması sonrasında tüm dünyada dar gelirlilerin ve orta direğin satın alma gücünde büyük bir erozyon yaşandı. Tetikleyici; çünkü bu yaşananlar para politikalarından kamu maliyesine, üretim yöntemlerinden enerji rotalarına kadar birçok farklı alanda kayda değer değişimleri başlatmaya ve/veya var olan trendleri hızlandırmaya aday.
Küresel finans piyasaları, bu çalkantılı sürecin tam ortasında. Küresel sermaye ve merkez bankaları zaten 2008’deki finans krizinin artçı sarsıntılarını henüz tam anlamıyla üzerinden atmayı başaramamıştı. Hisse senedi piyasalarında fiyatlamalar, makul sayılabilecek seviyelerin oldukça üzerindeydi. Küresel şirketlerin piyasa değerlemeleri ile realite arasındaki bağ neredeyse tamamen kopmuştu. Gevşek para politikasının şişirdiği varlık balonu, gelir dağılımını bozmuştu. FED o zamanlar 4 trilyon dolar civarında olan şişkin bilançosunu bir türlü istediği hızda küçültemiyordu. Avrupa Merkez Bankası (ECB) ise negatif reel faizde takılıp kalmıştı. Onca parasal genişleme programına rağmen, gelişmiş ülke merkez bankaları enflasyon hedeflerinin devamlı altında kalıyorlardı. Bu kırılgan yapının üzerine sırasıyla ABD-Çin ticaret savaşı, koronavirüs salgını ve Rusya-Ukrayna Savaşı gibi büyük dışsal şoklar bindi. Tüm bu yaşananların neticesinde, belirsizlik endeksleri son üç yıldır tarihi zirve noktalarında cirit atıyor. Bu dönemi “belirsizlik devri” diye adlandırmak abartılı olmayacaktır.
Ayar Şaştı, Denge Bozuldu
Bu hassas ortamda piyasaların ve makroekonomik göstergelerin ayarı şaştı. Tedarik zincirlerindeki aksaklıklar, kuraklık, enerji krizi, genişletici para ve maliye politikaları derken, enflasyon çok kısa bir süre içerisinde fırladı gitti. Şu sıralar kimi ülke son 30, kimisi ise son 40 yılın en yüksek enflasyonuyla boğuşuyor. Yüksek enflasyon o kadar unutulan bir sorundu ki on yılı aşkın süredir hiç faiz arttırmayan merkez bankaları vardı. Şimdi ise işler tamamen tersine döndü.
Kitapta Yazılanlar Kadar Kolay Değil
Enflasyonla mücadelenin baş neferi olarak görülseler de aslında bu savaşta merkez bankaları düşünüldüğü kadar güçlü değiller. İktisada giriş kitaplarına bakarsanız, aslında yapılması gereken şey bellidir. Enflasyon arttığında merkez bankası faizi arttırır. Faizler arttığında para harcamanın fırsat maliyeti artar. Dolayısıyla, insanlar tasarrufa daha fazla meylederler. Kredi muslukları da bir noktada kapanır. Bu sürecin sonunda mal ve hizmet talebinin düşmesi, fiyat artışlarını engeller. Tabii bir de işin emek piyasası boyutu var. Sattıkları mal veya hizmete olan talep azalınca şirketler daha az çalışana ihtiyaç duyarlar. Emek talebinin düşmesi ücret artışlarını baskılayarak şirketlerin maliyetlerini düşürür. Tüm bu silsilenin ardından enflasyonun ateşinin düşmesi beklenir. Teoride kolaymış gibi gözüküyor. Ancak gerçek hayatın dinamikleri çok farklı olabiliyor. Yukarıda anlattığım mekanizmanın talep enflasyonu ile mücadelede belli bir karşılığı olduğunu kabul edelim. Peki, ya arz/maliyet enflasyonunda? Orada işler karışıyor. Merkez bankaları çok daha güçsüz kalıyorlar.
Dünya genelinde son 1,5 yıldır artış eğiliminde olan enflasyonu hem talep hem de arz kaynaklı dengesizlikler besliyor. Mücadele etmesi daha da zor olan bir vaka var karşımızda. Merkez bankalarının enflasyonla mücadele kapsamında faiz silahını kullanmaları sürpriz değil. En azından beklentiler kanalından finans piyasalarına sinyal göndermek için faiz artışı gerçekleştirilebilir. Bunun enflasyonu düşürücü yöndeki etkisini göz ardı edemeyiz. Enflasyonu büyük ölçüde para politikasının etki alanı dışında kalan arz sıkıntıları/şokları tetiklese de merkez bankaları, beklentiler kanalının dağılarak enflasyon ataletinin oluşmasını engellemek için faizi artırıyor.
Ama faiz silahının etkinliğini de abartmamamız lazım. Bunun birinci nedeni, yukarıda bahsettiğim üzere, faizin fiyatlar üzerindeki azaltıcı etkisinin gerçek hayatta tam olarak karşılık bulamama ihtimali. Tüketici ve firma davranışları teorideki gibi her daim rasyonel olmuyor. Ülkenin demografik yapısı ve hatta kültürel kodları bile para politikasının etkinliğini azaltabiliyor. İkinci olarak, finansal küreselleşmeyle birlikte merkez bankalarının aldığı aksiyonların aktarım mekanizmasındaki etkisi de düştü. Karşınızda arz yanlı bir enflasyon dinamiği varken merkez bankası olarak bu işi kafaya takıp para politikasında kemeri son deliğe kadar sıkarak da bir şekilde enflasyonu düşürebilirsiniz. Tıpkı Paul Volcker’ın FED başkanı olduğu dönemde (1979-1987) yaptığı gibi. Ancak böyle bir hamlenin ekonomik, sosyolojik ve siyasi anlamda uzun yıllara yayılan maliyetlerinin olabileceğini de hesap etmek lazım; tıpkı ABD’nin vaktiyle yaşadığı gibi.
Merkez bankalarının enflasyonla mücadele kapsamında tabii ki para politikasını sıkılaştırmaları gerekebilir. Bunu yapmalılar da. Ancak enflasyonun dinamiklerini iyi anlayarak zamanında müdahalelerle para politikasındaki sıkılaşmayı kararında yapmak gerekiyor. Gaz-fren ayarını kaçırdığınız takdirde stagflasyon duvarına çarpabilirsiniz.
Enflasyon Hedeflemesini Gözden Geçirme Zamanı
Küresel ekonomide birçok değişime gebe olan böylesi bir devirde enflasyon hedeflemesi yöntemini de yeniden ele almak gerekiyor. Ekonomik koşullarda çok sert değişimler yaşanmasına rağmen, merkez bankalarının enflasyon hedeflerini revize etmemeleri büyük bir handikap. Koronavirüs salgını ve iklim değişikliği gibi ekonomik yapıyı kayda değer biçimde etkileyen gelişmeler karşısında merkez bankalarının eski hedeflerinde ısrar etmeleri gerçekçi değil. FED yüzde 2’lik enflasyon hedefini esnetme yollunda bazı adımlar attı. Ama diğer merkez bankaları bu konuda geride kaldılar.
Merkez bankalarının iletişim politikalarında da değişikliğe gitmeleri şart. Neden para politikası iletişimi denince uzun yıllar akıllara sadece finans piyasaları geldi? Sanki merkez bankaları sadece finans piyasalarına karşı sorumlularmış gibi… Oysa ki enflasyon hedefini tutturmak için başta haneleri ve şirketleri ikna etmeniz gerekiyor. Merkez bankaları bunun farkına daha yeni vardılar. Para politikası kapsamında tüketiciler ve reel sektörle nasıl iletişim kurabileceğine dair çalışmalar son üç yıldır yapılmaya başlandı. Geç ama olumlu bir gelişme.
Finansal Milliyetçilik Yükselişte
Son dönemde küresel finans piyasalarını etkileyen hususlar sadece enflasyon dinamikleri ve para politikasındaki değişiklerle sınırlı değil. Milliyetçilik akımı, finans piyasalarında nüfuz alanını genişletiyor. Neoliberal politikalarla birlikte 1980’lerde yükselişe geçen küreselleşme dalgası, “paranın milliyeti olmaz” sloganını neredeyse tüm dünyaya empoze etmişti. Küresel sermayenin önündeki engeller kalkmış, para bir ülkeden başkasına özgürce geçebilen bir forma bürünmüştü. Arbitraj, spekülasyon ve getiri imkanı nerede yüksekse sermayenin oraya akması bekleniyordu. Ancak son on yılda bu aşırı liberal anlayış değişmeye başladı. Özellikle gelişmiş ülkeler, kendi sermayelerinin ve fabrikalarının ülke içerisinde kalması için teşvik ve/veya ikna edici politikaları uygulamaya soktular. Kritik teknoloji ve ürün gruplarında yerli üretimi artırmak, daha fazla istihdam oluşturmak, gelir dağılımını düzeltmek, altyapıyı yenilemek ve yeşil dönüşüm için gerekli yatırımları gerçekleştirmek üzere finansal sermayenin, fikri mülkiyet haklarının, fabrikaların ve hatta verilerin içeride daha fazla kalması gerektiği fikri, Batılı ülkelerde yaygınlık kazanıyor. Özellikle de ABD’de. Tabii buradaki en önemli amaçlardan birinin de Çin’i yavaşlatmak olduğunu unutmayalım. Eskiden küresel sermaye gelişmekte olan ülkelere sermaye piyasaları ve doğrudan yabancı yatırımlar yoluyla daha kolay ve hızlı akarken, son zamanlarda fon akımları oldukça yavaşladı.
Eğer uluslararası sermaye Batılı ülkelerden diğerlerine doğru akacaksa, bu fon transferinin daha çok müttefik ülkelere kayması isteniyor. Batılı siyasetçiler ve entelektüeller belli bir strateji dahilinde uzun yıllar Rusya ve Çin’e akan küresel sermayenin bu ülkeleri kapitalist ekonomiye ve liberal demokrasiye dönüştüremediğinden, aksine bu ülkeleri kendi emperyalist hedeflerine yaklaştırdığından dert yanmaya başladılar. Dolayısıyla, Batı artık uluslararası sermaye hareketleri üzerindeki kontrolünü artırmak istiyor. “Müttefiksen parayı ve yatırımları çekersin, değilsen bizden yüz bulamazsın” anlayışı hakimiyet kazanıyor. ABD Hazine Bakanı Janet Yellen, doğrudan yabancı yatırımları ve tedarik zincirlerini bundan sonra jeopolitik anlamda dost ülkelere (friendshoring) kaydırmamız lazım diyerek bu anlayışı açıktan beyan etti. Rusya’nın Ukrayna’ya karşı başlattığı askeri operasyonların hemen ardından küresel sermayenin Rusya’yı terk etmesi boşuna değil.
Gelişen Piyasalar Üzerindeki Baskılar
Bir taraftan gelişmiş ülke merkez bankalarının para politikasını sıkılaştırması, diğer taraftan uluslararası sermaye hareketlerindeki milliyetçi damarın yükselişi, gelişmekte olan ülkelerin para birimleri üzerinde baskı oluşturuyor. Küresel likiditedeki ani değişlikler ve artan belirsizlikler zaten 2013’ten bu yana gelişen piyasalarda büyük dalgalanmalara neden oluyordu. Son üç yılda yaşanan şoklar, üzerine tuz biber ekti. IMF gibi uzun yıllar finansal küreselleşmenin borazanlığını yapmış bir kurum, küresel piyasalardaki bu değişim ve dalgalanmaların ardından politika önermelerinde keskin bir değişikliğe gitti. IMF ekonomistleri gelişmekte olan ülkelerin, küresel finans piyasalarının bu vahşi ortamından kendilerini koruyabilmeleri için makul ölçülerde sermaye kontrolleri uygulamalarının doğru olacağına dair bir süredir raporlar yayınlıyor. Bu da küresel sermayenin eskisi kadar engelsiz bir ortamda at koşturamayacağının bir diğer işareti.
Küresel ekonominin finans ayağının son yıllarda yaşadığı büyük değişimi bu makaleye sığdırmak kolay bir iş değil. Detaylandırılması gereken bazı mevzular olduğu gibi, anlatılması gereken farklı konu başlıkları da var. Ancak şu hususları kısaca özetleyerek yazıyı sonlandırmak kıymetli okuyuculara belli bir bakış açısı sunmaya yetecektir: Finans piyasaları unutulmaya yüz tutan enflasyon sorunuyla yeniden karşı karşıya kaldı. Merkez bankaları para politikalarının yönünü değiştirmeye başladı. Enflasyonla mücadele kapsamında merkez bankalarının faizleri artırması küresel likiditeyi daraltıyor. Güvenlik, teknoloji hırsızlığı ve ekonomik rekabet gibi ulusal çıkarlardan dolayı Batılı ülkeler kendi finansal sermayesinin ve fiziki yatırımlarının Çin gibi gelişmekte olan ülkelere kaymasına eskisi kadar razı değil. Olacaksa da bu sermaye transferinin “müttefik” ülkelere doğru gerçekleşmesini amaçlıyorlar. Bu koşullar, gelişmekte olan ülkelerden sermaye çıkışlarını ve bu ülkelerin para birimlerinin değer kaybetmesini beraberinde getiriyor. Gelişmekte olan ülkeler de finansman kanallarındaki dışa bağımlılıklarını azaltmanın yollarını arıyorlar. İçinde bulunduğumuz “belirsizlik devri” birçok değişime gebe.