Tarih, bir yönüyle, büyük altüst oluşların, büyük hercümerçlerin, büyük yükseliş ve çöküşlerin ve büyük heyecanların tecrübe edildiği bir beşeriyet sahnesidir. Şahidi olduğumuz milenyum geçişi ve sonrasında yaşananlar tam olarak bu niteliklere haizdir. Öyle ki; 2000’li yıllar dünyada büyük bir heyecan dalgası oluşturmuş, Milenyum çağı kutlamaları bütün dünyayı sarmıştı. Dünyada bu coşku yaşanırken, Türkiye’de siyasette tam bir fetret devri yaşanıyordu. 1996’da iktidara gelen Refah-Yol Hükümeti 28 Şubat darbeci generalleri tarafından yıkılmış, yerine gelen koalisyon hükümetleri de askeri vesayetin gölgesinde siyaset yapmak zorunda kalmıştı. Lakin, buna teşne ve gönüllü olduklarını da söylemeden geçmeyelim! Ülkenin var olan hiçbir sorununa çözüm üretemeyen hükümetler, ülke kaynaklarının yağmalanmasına engel olamamış; bilakis bu yağmanın bir aparatına dönüşmüşlerdi. Meclis Araştırma Komisyonu, 45 milyar doları banka soygunu olmak kaydıyla, devletin toplam zararını 191 milyar dolar olarak tespit etmişti. Doğrusu, Türkiye ölçeğinde bir ülke için bu rakamlar büyük rakamlardı. Kemal Derviş bir müstemleke valisi gibi gelerek sahipleri adına banka ve finans sitemini kontrol altına almaya çalışmıştı.
3 Kasım 2002’de Başlayan Çeyrek Asrın Hikayesi…
Devletin iflas etmişliğini kamu kurumlarının her birinde görmek mümkündü. Bir devletin kabiliyetleri ve zaafları kriz anlarında ortaya çıkar. 1999 Marmara depremi devlet organlarının nasıl iflas ettiğinin en acı tablosu olarak ortaya çıkmıştı. Bırakın hükümetin kurumlarını, Türk ordusu dahi yara sarmak için bir varlık göstermekten aciz kalmıştı. Geçtiğimiz gün vefat eden dönemin hükümet sözcüsü Mesut Yılmaz, devletin arama kurtarma faaliyetlerinden yardım faaliyetlerine kadar hiçbir konuda varlık gösteremediğini birinci ağızdan itiraf etmişti. İnsanlar ölülerini kendi elleriyle gömmeye çalışıyorlardı. Depremzedeler bu durumu, “Anladık ki, devlet yokmuş” şeklinde ifade etmişlerdi.
AK Parti 3 Kasım 2002’de Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde iktidara geldiğinde ülkede bütün kamu kurumları ve hizmet alanları kangrene dönüşmüş ve kamu otoritesi hiçbir soruna çözüm üretemez haldeydi. Geriye dönük beş yılda devlet mekanizması işlememiş, devlet sahipsiz kalmış ve çözüm kapısı olmaktan çıkmıştı. Bütün bu problemlerin üstesinden gelecek bir ekonomik birikim olmadığı gibi, kötü yönetim ve fiili banka hortumlamalarından dolayı mali sistem de tamamen çökmüştü. Yaşanan sorunlar ekonomi ve devlet zafiyetiyle sınırlı değildi. 28 Şubat süreci, başta başörtüsü problemi olmak üzere, birçok alanda ağır özgürlük sorunları bırakmıştı.
Köklerin Gücü
İnsan yaşamının hüküm sürdüğü en eski topraklar üzerinde yaşayan Anadolu halkı tarihin en derin siyasi deneyimine sahiptir. Türk halkı bu birikimini tarihin her safhasında ve çok ders verici, hayret uyandırıcı bir şekilde ortaya koymuştur. Mesela, Türk siyasi hayatında askeri darbeler hangi siyasi partiye karşı yapılmışsa, halk o siyasi partiyi darbe sonrası iktidara taşımıştır. 28 Şubat günlerinde darbe olma ihtimalinin en yüksek olduğu günlerde bir Avusturalyalı siyaset bilimcinin meraklı sorularına karşılık demiştim ki; “Anadolu tarih boyunca hiç yenilmemiştir. Büyük bir felaketle karşılaşınca geri çekilir, sonra gelir ve kaybettiği her şeyi geri alır.” O akademisyen arkadaşıma Anadolu kavramının neye karşılık geldiğini anlatmakta oldukça zorlanmıştım. AK Parti iktidara gelince ondan bir mail aldım: “Aktaş, Anadolu’nun ne anlama geldiğini şimdi anladım” diyordu...
3 Kasım 2002 seçimleri bittiğinde AK Parti yüzde 34.5 oyla tek başına iktidar olmuş, CHP hariç bütün partiler baraj altında kalmışlardı. Bir seçim önceki koalisyonun büyük ortağı Demokratik Sol Parti bu seçimde ancak yüzde 1 oy alabilmiş ve siyasetten tasfiye edilmişti. Anadolu halkı darbeci askerlere olduğu kadar siyasilere de bir siyasi fatura çıkarmıştı.
AK Parti tek başına iktidar olduğunda, parti lideri Recep Tayyip Erdoğan yasaklı idi. Onun yerine başbakanlığı Abdullah Gül yürütmüştü. İktidarın ilk yıllarında vesayetin ağır kokusu ülkede kol geziyordu. Bir taraftan üniversitelerde rektör cübbeleri ile mitingler yapılıyor ve 28 Şubat kalıntısı generaller yeni darbe hazırlıkları için medyada boy gösterip hükümeti tehdit ediyorlardı. “Kıbrıs satılıyor”, “Fatih’te kırk adet kilise açıldı”, “Ülke toprakları yabancılara satılıyor” ifadeleri darbe söyleminin anahtar kelimeleri idi. Mili Güvenlik Kurulu toplantıları Recep Tayyip Erdoğan başbakan olana kadar aynı tehditkar üslupla devam etmişti. Ankara kulislerinden sokaktaki insana kadar her yer “Bunlar iktidar oldu ama muktedir olamayacaklar, asker bunları indirecek” gibi fikirlerle şekillenirken, birçok siyasi figür yeni vesayetin başbakanı olma hayali kuruyordu.
AK Parti iktidara gelince o güne kadar ülkede hiçbir hükümetin yapmadığı bir şekilde ülke problemlerini ele aldı. Bir araştırmacı titizliği ile ülkenin bütün problemlerini tespit ederek sıraya koydu. Yatırım sorunlarından özgürlükler alanına, eğitimden sağlığa, ulaşımdan daha sofistike alanlara kadar, yüzlerce başlıktan oluşan bir altlık hazırlandı. Bir yönüyle bu başlıklar AK Parti hükümet programının omurgasını oluşturdu. Fakat, aşağıda tek tek açıklanacak olan ve doğrusu baş edilmesi hayli zor sekiz ana konu çözüm bekliyordu. Şimdi bunları tek tek açalım:
1-Ekonomi: Yeni hükümet, ekonomi konusunda popülist davranıp kısa vadeli vaatlerde bulunmadı. Halktan süre ve sabır istedi. Süreç içerisinde halkın hükümete olan güveni, zaman içerisinde piyasaların ve yabancı yatırımcıların da güvenini oluşturdu. Türkiye ekonomisi adım adım toparlanmaya başladı. 2010’lara doğru büyüme rakamları Çin devletinin büyüme rakamları ile yarışacak hale gelmişti. Ekonomik alandaki toparlanma birçok alanın iyileşmesinin zeminini oluşturdu. Devlet içerisindeki suistimal çarkının çökertilmesi, ekonomik gelişmenin kamu yatırımlarına yansımasına vesile oldu. Bu durum Türk halkının hükümete olan güvenini artırdı. Bu güvenin oluşmasında hükümetin ortaya koymuş olduğu AB vizyonunun da etkisi olmuştur. Neticede, Türkiye ekonomisi dünyanın parlayan yıldızı olarak sunulmuştu. Bugüne geldiğimizde, Türkiye, Doğu Akdeniz’de ve Karadeniz’de kendi enerji kaynaklarından yeni dünyanın enerji hattına dönüşmesine kadar dünyanın yeni enerji devine dönüşmek üzeredir.
2-Ulaşım: Bugün ulaşımla ilgili sorunları sıraya koysanız, muhtemeldir ki, metropollerdeki trafik yoğunluğu dışında, ulaşım sorunu yok denecek kadar az görünür. Hükümetin ilk yıllarında Ankara-Kırıkkale arasında bir trafik kazasında büyük can kayıpları yaşanmıştı. O dönem, bu yol tek şeritti. Bu elim olayın ardından hükümet bölünmüş yollar yapma kararı almış ve öncelikli olarak elindeki makine parkı ile var olan yolları genişletmeye başlamıştı. Bugün Türkiye yol ağları ve kalitesi bakımından dünyanın en başarılı ülkesidir. İktidarın ilk yıllarından bugüne ulaşım her zaman iktidar oyundan daha yüksek bir halk desteği almıştır. İktidarın ömrü uzadıkça kara yollarının ardından hava yollarındaki devrim geldi. Beraberinde devam eden tren yolu ve metro çalışmaları ile ülkenin seyahat, lojistik ve ekonomik gelişmenin elli yıllık alt yapısı o günden kurulmuş oldu.
3-Sağlık: AK Parti hükümetlerinin kamuoyundan en fazla destek aldığı iki alandan birisi sağlık yatırımları olmuştur. Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar ülkenin sağlık alt yapısı halkın talebinin gerisinde kalmıştı. Anadolu’da bir ilde hastaneye ve doktora erişmek dünyanın en zor işlerinden idi. Hastaneye erişmenin ötesinde, sosyal güvenlik kurumunun destekleri de oldukça yetersiz ve zayıftı. Ülkeye yüklü bir maliyet bırakmasına karşın, bugün dünyada sosyal devlet olgusunu yaşatması bakımından Türkiye bir sağlık üssü haline gelmiştir. Nitekim, koronavirüs salgını bütün dünya devletlerinin sağlık alt yapısını test etti ve kapasite ve kalitelerini ortaya çıkardı. Bu süreçte Türkiye’nin sağlık alt yapısı ve yetişmiş insan gücü bütün dünyadan geçer not aldı. Yüzyıllardır öykündüğümüz Batılı devletlerin her biri Türkiye’nin gerisinde kaldı. Doktor ve hastaneye erişim için Türkiye’nin her noktasında hastaneler inşa edilmiş ve bu sorun köklü bir çözüme kavuşmuştur.
4-Vesayetle Mücadele ve Demokratikleşme: Türkiye’nin en ağır problemlerinden birisi vesayet olmuştur. Ülkenin bu ağır problemi AK Parti iktidarının karşısında duran en büyük sorundu. O güne kadar bütün sivil hükümetleri tehdit ettiği gibi, AK Parti’nin varlığını da tehdit ediyordu.
Türkiye siyasi tarihinin köklerine indiğimizde, asker-sivil bürokratik vesayetin başlangıcını Tanzimat Fermanı’na kadar götürebiliriz. Yüz küsur yıl sonra, 1960 askeri darbesi yakın tarihimizde vesayetin kurumsallaşması için yapılmış bir darbedir. ABD, İkinci Dünya Savaşı sonrası mağlup devletlerin anayasalarını şekillendirip ordu eliyle sistemi kendisine bağlamıştır. Türkiye Anayasası benzer bir şekilde dizayn edilmiş ve asker-sivil bürokrasi vesayetinin temelleri atılmıştır. Yakın zamana kadar bu kurumsal sistem, siyaseti hep tehdit edegelmiştir. AK Parti çevreden gelip iktidar olan bir partidir. Darbe heveslilerinin elinde yeterince psikolojik argüman vardı. Çevreden gelen bir parti için “Atatürk düşmanı”, “irticacı”, “ümmetçi” vb. gibi yaftalar kolayca vurulabilirdi. Bunun paralelinde, medyada da her zaman bu alanın usta gazetecileri mevcuttu, hala da mevcudiyetleri devam etmektedir.
AK Parti yapmış olduğu icraatlar sayesinde gün geçtikçe toplumun güvenini kazandı. Siyasete güven arttıkça vesayete olan ilgi azaldı. Halkın gücünü arkasına alan güçlü bir lider olan Recep Tayyip Erdoğan kademe kademe vesayeti siyasete bağlı hale getirdi. Tam bu aşamada küresel güçler, yeni nesil bir vesayetçi yapılanma modeli olarak FETÖ’yü devreye soktu. Büyük Türk milleti ve Recep Tayyip Erdoğan’ın güçlü liderliği bu tehlikeyi de bertaraf etmeyi başararak vesayeti ve vesayetçileri tarihin mezarlığına gömdü.
Siyaset ve milli irade dışı güçlerin vesayetini bitiren Türkiye; demokrasi, din ve vicdan hürriyetinden bireysel haklara kadar birçok alanda örnek bir ülkedir. Elbette ki, her alanda olduğu gibi bu alanda da alınacak mesafe vardır. Ancak, darbelere karşı her daim teyakkuzda olunmalıdır. Bu bağlamda demokratikleşme konusunda altı çizilmesi gereken alanlardan biri de Kürt meselesi olarak miras alınan sorun hakkında AK Parti tarafından hayata geçirilen reformlardır. AK Parti, bir taraftan terör örgütü PKK ile güçlü bir şekilde mücadele ederken diğer taraftan PKK’ya alan kazandıran faktörleri de tek tek ortadan kaldırmak için yoğun çaba göstermiştir. Çünkü Kürt meselesi Türkiye’nin zor problemlerinden birisidir. AK Parti bu konuda birçok alanda demokratik iyileştirmelerde bulundu. Meselenin tamamlanması adına TRT Kürdi kanalını açıp Kürtçe yayın yapmasından Köye Dönüş Yasası’na, devletin aşırıya giden uygulamaları ile yüzleşmesine kadar sayısız reforma imza atmıştır. Bölge halkının devletle barışık olmasının arkasındaki faktörlerden birinin de Çözüm Süreci bağlamında AK Parti tarafından ortaya konulan samimi çaba olduğunun altını çizmek gerekir. HDP’ye oy verenler de dahil olmak üzere Kürtler PKK’nın defalarca yaptığı sokağa çıkma çağrılarını reddetmiştir.
5-Dış Politika: Büyük ölçüde Türk aydını ve bazı yöneticiler her ne kadar müstemleke aydını ruhuyla yetişmiş olsalar da, Batılı devletler Türkiye için hiçbir zaman hayır rüya görmemiştir. Onlar her daim zayıf ve bağımlı bir Türkiye istemişlerdir. Türkiye’nin yarı müstemleke bir ülke olarak kalması için, darbe girişimleri de dahil, her türlü siyasi çaba gösterilmiştir. Suriye iç savaşı ile başlayan FETÖ ve PKK’nın tasfiyesi dahil dünyanın bütün güçleri ile zaman zaman karşı karşıya gelen, zaman zaman müzakere eden bir devlet gücü ve deneyimi ortaya çıkmıştır. Adım adım tam bağımsızlık peşinde olan, özgüvenli, kendi çıkarlarını savunan, en yüksek düzeyde temsil edilen bir Türkiye kendini hissettirmektedir. Bir ülke için ihtiyaç olan güçlü ekonomi, güçlü ordu ve güçlü geleneğin her biri ülkemizde mevcuttur. Diplomasinin güçlenmesi ile dünyada bu durum daha çok hissedilecektir.
6-Eğitim-Kültür: AK Parti iktidarının ilk yıllarındaki temel amaç eğitim-öğretimde derslik problemlerini çözmekti. Bir sınıfta seksen öğrencinin ders gördüğü düşünüldüğünde, okullaşma probleminin hükümetin önceliklerinden biri olması oldukça rasyoneldi. Bugün ise, okullaşma ile birlikte üniversite sayısı iki yüze ulaşmış ve üniversiteleşme oranının fazlalığı problem olarak konuşulmaktadır.
AK Parti, bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dile getirmesiyle, büyük yatırımlarda sağlanan başarının eğitim, kültür ve fikri iktidar alanında başarılamadığını vurguladı. Bu problemin bugün ele alınması sorunlu değildir. Tarihten bakarsak, misal, Osmanlı’da da önce mimari, arkasından edebiyat ve sonraki yüzyıllarda musiki teşekkül etmiş ve nazariyatı oluşmuştur. Bir de iki yüz yıldır var olan bir Batı hegemonyasını dikkate alacak olursak, yeni bir kültür inşası ortaya koymanın zorluk derecesi daha iyi anlaşılmış olur.
7-Sessiz Devrim ve Liderlik: Milletlerin tarihinde, çoğu zaman bir milletin kaderi ile bir liderin kaderi birbiriyle özdeşleşir. Tarih boyunca kurulan büyük imparatorlukların yarıya yakınını kuran Türk milleti devlet kurma ve yürütme kabiliyetine sahip bir millettir. I. Dünya Savaşından önce var olan bütün imparatorluklar tekrar eski gücüne erişmiş, fakat maalesef Türkiye bu sürecin dışında kalmıştı. Bu sorunu gören Turgut Özal, zamanında, “Adriyatik’ten Çin seddine kadar Türk dünyası” vizyonunu dillendirmişti ama sonradan gelen vasıfsız hükümetler bu denli iddialı bir vizyon kurmaktan uzak kalmışlardı. Fikir dünyasını büyük ölçüde Türkiye’nin fay hatlarına yoğunlaştıran aydın tabaka da Türkiye’yi bütün uluslararası alanlara yabancılaştırarak edilgenlikte rol oynamıştı.
Bir küresel lider olarak Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin önce bölgesel, sonra da küresel bir güç olması gerektiğini düşünerek devletin bütün kurumlarını buna göre şekillendirme yoluna gitti. İstihbarat teşkilatının yeniden kurumsallaşması ve Türk ordusunun temel ihtiyaçlarının yerli kaynaklardan sağlanması, milli harp sanayinin geliştirilmesi bugün Türkiye’nin bölgesel çıkarlarının en üst düzeyde korunmasının temelini oluşturmuştur. Elbette ki, bu bir vizyondur. Suriye’de, Libya’da ve Akdeniz’deki diplomatik başarıların arkasında bu büyük hazırlık yatmaktadır. Ülkelerin sert gücü bir zaman sonra ekonomik bir zenginliğe dönüşür. Adım adım bunun gerçekleşeceğinin emareleri şimdiden görülüyor; doğalgaz keşfi ve Akdeniz sondajları daha birçok alandaki gelişmeler yeni ekonomik çıktılara dönüşecektir.
Recep Tayyip Erdoğan Türkiye Cumhuriyeti’ni bir bölgesel ve küresel güç olarak yeniden şekillendiriyor. Bu durum akademide ve sivil toplum düzeyinde henüz tam anlamıyla algılanabilmiş gibi görünmüyor. Türkiye’nin mevcut yüksek vizyonu muhalefet için ise neredeyse bir kabus gibi durmaktadır. İbni Haldun, “Su nasıl suya benzerse, milletlerin geleceği de geçmişine benzer” der. Dünya sisteminin adaletsizliğine meydan okuyan Türkiye liderliği insanlık için yeni bir ümit, yeni bir adalet arayışıdır. Ümit ederiz ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Dünya Beşten Büyüktür” söylemiyle artık bir mottoya dönüşen yaklaşımı tez zamanda küresel adaletsizlikler karşısında kapsayıcı bir manifestoya dönüşür ve bütün mazlum milletler bundan faydalanır.
Ezcümle, AK Parti’nin iktidara gelmesi her hangi bir ülkede her hangi bir partinin iktidara gelmesi demek değildi. Bu durum, açıkça bir halkın kendi iktidarına kavuşması, kendi iktidarına gelmesi demekti. Merkezle çevre arasına örülen duvarların yıkılması demekti. İnsanı yaşat ki devlet yaşasın yaklaşımının ete kemiğe bürünmesiydi. Devletle milletin buluşması ve kavuşması demekti. Bu bir beyaz devrimdi.
Dahası, bir milletin bölgesel olarak küresel politikalara bir aktör olarak dahil olması ve böylece hem kendi ülkesinde hem de bölgesel ve küresel düzeyde, tarihte olduğu gibi, yeniden var olması anlamına geliyordu. Yani, AK Parti bir parti olmaktan öte; bir milletin yeniden canlanması, gücünün farkına varması ve kendi ayakları üzerine doğrulması demekti. Yaşadığımız günler, bunu içerideki ve dışarıdaki mihraklara tüm çıplaklığı ile göstermiştir. AK Parti bu gücünü ve dönüştürücü özelliğini tarihinden tevarüs ettiği büyük liderlik mirasından, milletin içinden gelmekten ve siyasal olarak sadece ona dayanmaktan almaktadır. Bu özelliği devam ettikçe, çizmiş olduğu grafik daha da yükselecektir.