AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 senesi, Türkiye’nin güvenlik paradigmasında köklü bir değişimin miladı olarak ele alınabilir. Ancak bu değişim kolay olmamış, AK Parti öncesi ve iktidarları dönemi yaşanan güvenlik krizlerinin etkisi derinden hissedilmiştir.
Güvenlik krizlerinden ilki ulusal ölçekte içerde yaşanan güvenlik krizidir. 2002’nin hemen öncesinde 1990’ların terörle mücadele politikalarının ve etrafı düşmanlarla çevrili içe kapanmacı güvenlik söylem ve pratiklerinin etkisi devam etmiştir. Terörle mücadele ve güvenlikleştirilmiş iç ve dış politika, orduya siyaset arenasında avantajlı bir manevra alanı sağlarken aynı zamanda “rejimin bekçisi” sıfatıyla da orduya siyaseti dizayn edecek bir yetki, güç ve toplumsal kabul sağlıyordu.
Sivil siyaset bu dönemde ordunun özne olarak baskın rolünü kabullenerek (zorunda kalarak) kendisine çizilen sınırlı bir siyasal alan içinde hayatta kalma mücadelesi vermiştir. Türkiye’nin siyasi, güvenlik ve askeri ekosisteminde ortaya çıkan bu durum ve siyaset karşıtı söylem üzerine yaslanan kamusal ve siyasal düzenin inşası, Türkiye’nin güvenlik siyasetinde orduyu “tek konuşan özne” haline getirmiş, sivil-asker ilişkilerinin demokratik denetimini ya da demokratikleşmesini ise bu dönemde imkansız kılmıştır.
Türkiye siyasetinin 1999 sonrası AB menziline girmesi, ağırlaştırılmış güvenlikçi havayı bir nebze olsun dağıtmış olsa da AK Partili yılların başlangıcı antigüvenlikçi ve demokratik özneye dayalı bir siyasal iklimin oluşturulması mücadelesinin özeti niteliğindedir. Antigüvenlikçi yeni siyasal pozisyon ve milletin merkeze çekildiği demokratik siyasal özneye dayalı inşa edilen yeni “siyasal öznellik” aynı zamanda AK Parti’yi “yerleşik nizamın” temsilci ve aktörlerinin de hedef tahtasına yerleştirmiştir. Nitekim 2002-2008 arası Türkiye siyaseti, merkezde ordunun ve ordunun sivil aygıtları olarak hareket eden güvenlik ekosisteminin aktörleriyle AK Parti arasındaki mücadeleye sahne olmuştur. Bu mücadelenin açık bir kavgaya dönüştüğü dönemlerde ise parlamento dışı ve siyaset karşıtı sivil ve bürokratik aktörler; orduyu yeniden özne yapmaya çalışan Cumhuriyet mitingleri ve bunun etrafında dolaşıma sokulan AK Parti karşıtı ötekileştirici söylem, AK Parti’ye yönelik kapatma davası ve bizatihi ordunun öznesi olduğu e-muhtıra süreçleriyle sivil siyasetin alanını daraltan bir meydan okuma sergilemişlerdir.
Söz konusu dönemde AK Parti, demokratik siyaset ve mekanizmaları devreye sokarken aynı zamanda güvenlikçi söylemin ve pratiklerin menziline yerleştirilmiştir. Güvenlik siyasetinin demokratikleştirilmesi söz konusu meydan okumaların aşılmasında büyük rol oynamıştır. AK Parti içerdeki demokratikleşme söylemi ve pratikleriyle güvenlikleştirici dili ve aktörleri zayıflatırken, bölgesel ve küresel ölçekte de dış politika aracılığıyla demokratik siyasete dayalı çoğulcu bir Türkiye öznesi inşa etmeye çalışmıştır. Ulusal ve küresel ölçekte 11 Eylül sonrasında var olan ağır güvenlik iklimi söz konusu olduğu yıllarda ise Türkiye, güvenlik-özgürlük ilişkisinde özgürlüklerden yana tavır alan bir siyasal paradigmayı tercih etmiştir. Özellikle Kürt meselesine yönelik ortaya konan tavır, ordunun konumunun demokratikleştirilmesi yönünde atılan adımlar ve siyasetin demokratik vesayetten özgürleştirilmesi girişimleri söz konusu dönemin antigüvenlikçi politikalarının felsefi çizgisini oluşturmaktadır.
İkincisi ise 11 Eylül ile beraber başlayan güvenlik krizidir. Bölgesel ölçekte güvenlik krizi ilk olarak Irak ile başlamıştır. 11 Eylül sonrası Afganistan ile yetinmeyerek bölgeyi yeniden dizayn etme arayışına giren ABD’nin Irak’ı işgal etmesi, güvenlikçi söylemden kurtularak demokratik ilkelere dayalı yeni bir bölgesel güvenlik ekosistemi ve düzeni inşa etmeye çalışan Türkiye’nin güvenlik endişelerinin yeniden nüksetmesine sebep olmuştur. Bu endişeyi müdahale karşıtı bir pozisyon alarak gidermeye çalışsa da ABD’nin Irak’ı işgali, Türkiye’nin yanı başında yer alan güvenlik sorunlarının yeniden nüksetmesini sağlayacak yeni dinamiklerin oluşmasına yol açmıştır.
Bu dönemde PKK, Kuzey Irak’taki mevzisini güçlendirirken, Irak’taki yerel ve ulusal düzenin bozulması, Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik güvenlik siyasetini olumsuz etkilemiştir. Yeni bir komşuluk ve yakın çevre siyasetiyle bölgesel güvenlik krizini aşmaya çalışan Türkiye, bu dönemde ekonominin ve kültürün (büyük ölçüde medeniyet) merkeze yerleştirildiği yumuşak güç siyasetini devreye sokmuştur. Bu dönemdeki güvenlik krizini, antigüvenlikçi siyasetle aşmaya çalışan çözüm perspektifi, ticareti merkeze alan yeni bir bölgeselcilik tasavvuru ve ikili ilişkilerde yeni tarz siyaset üzerinde durmuştur. Suriye’nin uluslararası sisteme yeniden kazandırılması, Irak’ın yeniden yapılandırılmasında Türkiye’nin oynadığı rol, İran’ın normalleştirilmesi ve diğer komşularla ilk defa tecrübe edilen entegrasyonu merkeze alan siyasi yöntemler, AK Parti’nin yeni bölgesel güvenlik asabiyesinin yapı taşlarını oluşturmuştur. Kıbrıs sorununun özellikle 2004’te hazırlanan Annan Planı ile çözülmesi yönünde atılan adım ise bölgesel ve küresel güvenlik krizinin yaşandığı bir ortamda Türkiye’nin sahip olduğu güvenlik ve dış politika siyasetini anlamak açısından önemlidir.
Bölgesel düzeyde ikinci kriz dalgası ise AK Parti’nin Türkiye’de kapsamlı bir dönüşümü gerçekleştirdiği bir dönemde ortaya çıkmıştır. Arap ayaklanmaları sonrasında Kuzey Afrika ve Ortadoğu’nun yeni oluşan dinamikleriyle birlikte ortaya çıkan siyasal krizin Suriye iç savaşıyla kapsamlı bir güvenlik krizine dönüşmesi, AK Parti’nin ve Türkiye’nin güvenlik algılarında köklü bir kırılmanın yaşanmasına neden olmuştur. Devlet dışı silahlı grupların ve terör örgütlerinin hızla yayılması ve çatışmanın bölgeselleşmesi ve uluslararasılaşması dahil olmak üzere Suriye iç savaşının derinleşmesi, içerde Türkiye’nin ulusal güvenlik mimarisine ve bölgesel güvenlik önceliklerini önemli ölçüde değişime uğratmıştır. Bu bağlamda Suriye krizi sonrası PKK ve DEAŞ’ın yükselişi ve PKK’nın Suriye kolu olan YPG’nin Suriye’de topraksal alan kazanması, Türkiye’nin ulusal güvenliği için derin bir stratejik sınama ortaya çıkarmıştır. Türkiye’nin stratejik ortamının birincil kuşağının iki terör örgütü tarafından tehdit edilmesi, Soğuk Savaş sonrasının erken döneminde güvenlik kurumları arasında baskın güvenlik anlatısı olan “toprak kaybı endişesinin” yeniden ortaya çıkmasına da zemin hazırlamıştır.
Bölgesel düzeyde hakim olan bir başka dinamik ise tüm bölgesel oyuncuların güvenlik odaklı tercihleri benimsemeleri ve bölgesel bir rekabet içine girmeleri olmuştur. Rekabetin neden olduğu “kısıtlayıcı” ve “rekabetçi” güvenlik ortamında, bölgesel oyuncular güvenlik sorunlarının üstesinden gelmek için temel olarak askeri ve sert güç araçlarını tercih etmişlerdir. Bazı ana oyuncular diğer devletlere doğrudan askeri müdahaleler gerçekleştirirken, diğerleri ya çıkarlarını korumak ya da sınır ötesindeki militan grupları askeri olarak desteklemek için vekil unsurları kullanarak asimetrik ve melez bir strateji uygulamışlardır. Türkiye-Katar, Mısır-Suudi Arabistan ve BAE/İsrail ile İran/Suriye olmak üzere üç jeopolitik rekabet ekseni, Türkiye’nin güvenlik siyasetindeki stratejik yönelimlerini dönüştüren Arap ayaklanmasının ardından ortaya çıkmıştır. Aynı zamanda, Rusya, Türkiye’nin ulusal güvenlik önceliklerini tehdit eden Suriye krizinde doğrudan bir oyun değiştirici olurken, ABD kendisini Suriye ve Irak’taki DEAŞ ile mücadelede başrol oyuncusu olarak konumlandırarak Türkiye’ye Suriye’de komşu haline gelmiştir.
15 Temmuz Kırılması
15 Temmuz öncesine kadar, içeride demokratik bir ulus devlet söylemi etrafında antigüvenlikçi bir siyaseti devreye sokan AK Parti, bölgede normatif bir üst kimlik olarak medeniyet ve kültür etrafında yeni bir bölgesel düzen inşasını amaçlamıştır. Küresel ölçekte ise Türkiye’nin jeopolitik konumunu yeniden yorumlayan yeni bir dış politika pratiğinin hayata geçirildiği söylenebilir. Büyük ölçüde Arap ayaklanmalarına kadar geçen sürede bu siyaset başarılı olmuştur. Ancak Arap devrimlerinin neden olduğu sonuçlar, Türkiye’nin güvenlik asabiyesinde yeni bir değişimi zorunlu kılmış, 15 Temmuz 2016 ile birlikte ise bu güvenlik siyasetinde köklü bir dönüşüm meydana gelmiştir.
15 Temmuz başarısız askeri darbe girişimi ile Türkiye’nin siyasi ve güvenlik ekosisteminde tektonik bir deprem yaşanmıştır. 15 Temmuz sonrası özellikle iç güvenlik mimarisinin yeniden organizasyonu açısından sivil-asker ilişkilerinin dönüşümü ve demokratik kontrolü yapısal düzenlemelerin yapılmasını zorunlu hale getirirken, darbe girişimi sonrasında Türkiye’nin güvenlik siyasetinin pratiklerinde de belirgin bir değişimin ortaya çıktığı görülmektedir. Güvenlik siyasetinin değişimine neden olan faktörler arasında bölgesel ölçekle yaşanan gelişmeler ağırlıklı bir yer tutmaktadır. Arap ayaklanmalarıyla birlikte değişime uğrayan bölgesel güvenlik mimarisinin ayırt edici ilk özelliği, devlet egemenliği nosyonunun tahrip olmasıdır.
Bölgesel güvenlik mimarisinin ikinci önemli özelliğini ise sınırlara yönelik içerden ve dışardan gelen baskılar oluşturmaktadır. Arap ayaklanmaları ile birlikte bölgenin mütemmim cüzü haline gelen devlet dışı silahlı gruplar Türkiye’nin güney hattında sınır olgusunu, sınırların fonksiyonu ve sınırlar arası etkileşimin karakterini değiştirmiştir. Küresel ölçekli bölge stratejileriyle yerel ölçekli jeopolitik rekabetin uyuştuğu alanlarda ise sınırların değişimine yönelik dışardan daha sert bir baskı söz konusudur. Bölgesel güvenlik mimarisinin üçüncü karakteristik özelliği ise terörizm olgusunun karakter değiştirmesidir. Devlet otoritesinin çökmesiyle egemenlik nosyonunun zayıfladığı ülkeler hızla terör örgütlerinin operasyon sahasına dönerken, bölgesel ölçekte terör örgütlerinin sayısında ise bir artış yaşanmıştır. Jeopolitik rekabetin derinleşmesi ise bölgesel güvenlik mimarisinde güç ve güvenlik yarışını hızlandırmış ve silahlanma dinamiklerinde bölgesel ölçekli bir değişim ortaya çıkmıştır.
Bütün bu faktörler Türkiye’nin bölgesel güvenlik ve dış politika ortamını 1990 ve 2000’lerden önemli ölçüde farklılaştırmıştır. Bununla birlikte bu yeni bölgesel güvenlik mimarisi ve yakın kuşaktan kaynaklanan güvenlik riskleri, Türkiye’nin stratejik kültüründe ve reflekslerinde var olan tarihsel dinamiklerin yeniden kendini göstermesini beraberinde getirmiştir. 2002-2012 arasında bölgesel ölçekli güvenlik ortamı göreceli olarak daha esnek iken Türkiye’ye birçok açıdan avantaj oluşturmuş; Türkiye’nin geleneksel stratejik kültürünün ele alınış biçimini değiştirmiştir. Ancak 2012 sonrası bölgesel güvenlik ortamının sert bir karaktere bürünmesi, Türkiye’nin güvenlik siyasetine yönelik pratiklerini değiştirmiştir. Böylece yeni dönemde Türkiye, bir taraftan bölgesel güvenlik mimarisinin neden olduğu yeni unsurlarla yüzleşmek zorunda kalırken, sahip olduğu askeri ve politik aktivizmini de pekiştirmek durumunda kalmıştır.
Öte yandan 15 Temmuz, güvenlik siyasetinin sivil otoritenin idaresinde oluşmasını beraberinde getirirken, sivil-asker ekosistemi değişmiş, terörle mücadelede ileride olmayı önceleyen bir stratejinin benimsenmesini sağlamış ve sınır ötesinde aktif bir askeri angajman stratejisi devreye sokulmuş, askeri/savunma gücüne dayalı bölgesel güç projeksiyonu politikası ise öne çıkmıştır.
Geleceğin Güvenlik Ortamı ve AK Parti’nin Güvenlik Siyaseti
Pandemi ve özellikle de Rusya’nın Ukrayna müdahalesi sonrasında uluslararası sistemin kapsamlı bir değişimden geçtiği yeni dönemde yeni güvenlik siyaseti, yeni kırılmaların ve güvenlik krizlerinin üstesinden gelmek amacıyla Türkiye’ye önemli bir avantaj sağladığı gibi yeni oluşacak uluslararası sistemde Türkiye’nin güç statüsünü de değiştirme imkanı doğurmaktadır. Türkiye’nin son altı yılda içinden geçtiği süreç, bir taraftan devletin yeniden yapılandırılmasına dair süreci başlatırken; diğer taraftan da Ortadoğu ve Kuzey Afrika, Güney Kafkasya, Karadeniz ve Balkanlar başta olmak üzere Rusya-Ukrayna Savaşı sonrası ortaya çıkan yeni bölgesel güvenlik ortamında da rekabet etme imkanı tanıyacak yeni ve esnek bir güvenlik siyasetinin hayata geçirilmesi açısından son derece kritik bir süreç olarak görülebilir. Diğer bir ifadeyle güvenlik stratejisi kadar devletin yeniden yapılandırılması hayati derecede önemli bir husustur. Rusya’nın Ukrayna işgali sonrasında Avrupa güvenlik mimarisinde yaşanan değişim bağlamında Türkiye’nin nasıl bir rol oynayacağını etkileyecek olması açısından da bu yeni güvenlik siyaseti yeni unsurları da bünyesine dahil ederek dizayn edilmelidir.
Öte yandan, geleceğin güvenlik ortamı küresel ve bölgesel güç rekabetinin yeniden ortaya çıktığı ve derinleştiği, hibrit tehditlerin giderek arttığı, iklim değişikliğine bağlı askeri olmayan güvenlik sorunlarının giderek çeşitlendiği, gıda krizi başta olmak üzere küresel salgın ve düzensiz göç gibi toplumsal direncin sürekli test edilebileceği bir karaktere sahiptir. Bu nedenle Türkiye’nin yeni güvenlik sorunlarıyla baş edebilecek “bütünsel” bir güvenlik anlayışına sahip olması çok daha fazla ehemmiyet kazanmaktadır. Bütünsel güvenlik anlayışı, güvenliği sadece askeri sektöre indirgemez ve derinleştirilmiş ve genişletilmiş bir güvenlik tasviri yapar. Bu askeri güvenliğin önemsiz olduğuna işaret etmez, tam aksine askeri güvenlikle diğer sektörel güvenlik arasında bir bağ kurarak kapsamlı bir güvenlik siyasetinin oluşturulmasını kolaylaştırır. Dolayısıyla Türkiye’nin güvenlik siyasetinde yaşanacak derinleşme ve genişlemenin odak noktasında askeri güvenliğin yanı sıra insan ve toplum güvenliği gibi devletdışı özneler, ekonomik ve çevre güvenliği gibi askeri olmayan güvenlik alanları da yer almalıdır.