Avrupa Birliği'nin (AB) genişleme sürecinde en uzun adaylık hikayesine sahip kahramanın Türkiye olduğu biliniyor. Sürecin 50 yıldan uzun bir süreye yayılması Ankara ile Brüksel arasındaki ilişkilerin nasıl bir gelişme göstereceği ve gerçekten üyelikle sonuçlanıp sonuçlanmayacağı konusunda haklı soruların oluşmasına yol açıyor. Bu yazıda Türkiye ve AB'nin, aralarındaki ilişkiyi şekillendirirken hangi motivasyonlarla hareket ettikleri, hangi hedeflere sahip oldukları ele alınacak ve bu çerçevede yapılan tespitler ışığında bundan sonra iki taraf arasındaki ilişkilerin ne yönde gelişeceğine dair tartışmalar analiz edilecektir.
Öncelikle, gerek Türkiye gerekse AB açısından motivasyon ve hedeflerde bir tekdüzelik olmadığı tespitiyle başlamak gerekir. Özellikle tarafların motivasyonlarında dönemlere ve iktidarlara göre önemli değişiklikler gözlense de Türkiye'nin üyelik hedefinin iktidarlara göre çok fazla değişmediği ancak bu hedefe ulaşma yöntemlerinin ve Brüksel'den gelen taleplere karşı tutumların önemli farklılıklar gösterdiği görülmektedir. AB cephesinden bakıldığında ise Türkiye ile ilişkilerin üyelikle noktalanması konusunda bir fikir birliği olmadığı hatta birlik içerisinde çok belirleyici role sahip Almanya ve Fransa gibi üyelerin çoğunlukla Türkiye'nin üyeliğine karşı çıkan bir tutum içerisinde olmaları söz konusudur. Örneğin Almanya'da 1982 sonrası süreçteki 16 yıllık Helmut Kohl ve 11 yıllık Angela Merkel başbakanlığına karşılık gelen Hristiyan Demokrat (CDU) ağırlıklı koalisyon dönemlerinde bu ülkenin politikası açık bir şekilde Türkiye'nin AB üyeliği karşıtlığı yönünde olmuştur. Buna karşılık bu ikisi arasında başbakanlık yapan Sosyal Demokrat (SPD) Gerhard Schröder döneminde Berlin, AB üyeliği konusunda Ankara'ya destek vermiştir.
Sağ Partiler Türkiye'nin Üyeliğine Karşı
Almanya örneğinin gösterdiği gibi, AB ülkelerinin Türkiye'nin üyeliği konusundaki tutumları iktidarların rengine göre değişiklik gösterebilmektedir. Bu değişikliklerin Brüksel'in Türkiye siyasetine yansıma düzeyi ise doğal olarak söz konusu ülkelerin büyüklükleri ve AB içerisindeki konumlarıyla yakından ilgilidir. Yine Almanya üzerinden örnek vermek gerekirse, Hristiyan Demokrat Kohl'ün başbakanlığı döneminde 1997 Aralık ayındaki Lüksemburg zirvesinde Türkiye'nin adaylığını reddeden AB, 1998 yılında Almanya'da yapılan seçimleri kazanan Sosyal Demokrat Schröder'in başbakan olmasının etkisiyle 1999 Aralık ayındaki Helsinki zirvesinde Türkiye'ye adaylık statüsü vermiştir. Bu olumlu kararda Almanya'da Sosyal Demokratlar ile Yeşiller arasında yeni kurulan koalisyon hükümetinin Türkiye ve AB'ye bakışının çok önemli etkisi olduğu açıktır. Hristiyan Demokratlar'dan farklı olarak, AB'yi bir "Hristiyan kulübü" olarak görmeyen Schröder hükümeti, halkı Müslüman olan Türkiye'nin AB'ye üye olmasının birliğe başta güvenlik olmak üzere, ekonomik ve siyasi açıdan önemli kazançlar getireceğini düşünmekteydi. Buna karşılık Schröder sonrasında 2005 yılında başbakan olan Merkel, kendisinden önceki Hristiyan Demokrat Başbakan Kohl gibi AB'yi bir "Hristiyan kulübü" olarak gördüğü için Türkiye'nin üyeliğine karşı bir politika izliyordu.
Mülteciler AB'nin Türkiye Politikasını Etkiledi mi?
Bu noktada sorulması gerekli soru, 10 yıllık iktidarı döneminde Türkiye'nin tam üyeliğini reddeden Merkel'in mülteci krizi nedeniyle yaşadığı sorunlar dolayısıyla artık Türkiye'nin üyeliğine sıcak bakıp bakmadığıdır. Ankara'nın, Merkel'in yoğun çabaları sonucu AB ile 18 Mart'ta imzaladığı anlaşma, mülteci sorununun çözümü konusunda yaptığı işbirliği karşılığında Türkiye'nin AB üyelik sürecinin hızlandırılmasına dair adımları içeriyordu. Bu çerçevede müzakere sürecinin yeni fasıllarla canlandırılması ve Türk vatandaşlarına AB ülkelerine vizesiz seyahat imkanı getirilmesi kararlaştırılmıştı. Bu düzenlemeler Merkel ve onun gibi Türkiye'nin AB üyeliğine soğuk bakan çevrelerin bu konudaki tutumlarından vazgeçtikleri şeklinde yorumlanabilirmiş Ayrıca AB içerisindeki bu çevrelerin, üstesinden gelmekte zorlandıkları mülteci sorununun çözümü konusunda olduğu gibi, Avrupa'nın güvenliği için her zaman Türkiye'nin desteğine ihtiyaç duyduklarını fark edip Ankara ile ortaklığı üyelik düzeyine taşıma konusunda ikna oldukları söylenebilir mi?
Sadece mülteci meselesi üzerinden Türkiye'nin üyeliğine karşı çıkan çevrelerde böyle bir dönüşümü beklemenin gerçekçi olmayacağını ifade etmek gerekir. Çünkü bu kesimlerin AB tasavvurları, tek bir mesele üzerinden Türkiye'nin üyeliği konusundaki kanaatlerini değiştirmelerine imkan vermeyecek kadar köklü (ön) yargılara dayanıyor. Onların tasavvurlarında AB, ideolojik/dinsel kimlikleri Hristiyanlık ortak paydasında birleşen ülkelerin dünyanın "öteki" kutuplarına karşı oluşturdukları ekonomik, sosyal ve siyasal ittifakı temsil ediyor. Bu tasavvurda kendisine ancak "öteki" kavramı içerisinde yer bulan Türkiye'nin AB üyelik sürecinde sürekli sorunlar yaşaması da doğal olmaktadır. Ancak Türkiye'nin üyelik sürecinde yaşanan sorunların bütün sorumluluğunu Brüksel'e yıkarak Ankara'nın bu konudaki eksikliklerini görmezden gelmek de doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Buna rağmen Ankara'nın bu süreçteki eksikliklerinin en önemli kaynaklarından birinin, AB içerisindeki söz konusu ideolojik kimliği öne çıkaran yaklaşımlarıyla Türkiye'nin üyeliğine karşı çıkan çevrelerin oluşturduğu hayal kırıklıkları olduğunun da altı çizilmelidir.
AB, Homojen Bir Yapı Değil
Bu tespitlerin ardından sorulması gereken yeni soru, eğer mülteci sorunu nedeniyle Ankara ile Brüksel arasında söz konusu olan yakınlaşma Merkel gibi muhafazakar politikacıların Türkiye'nin AB üyeliğine olumsuz bakışlarını gerçekten değiştirmelerini sağlamıyorsa, Ankara'nın bundan sonra AB ile ilişkilerinde nasıl bir yol izlemesi gerektiği sorusudur. Türkiye'nin AB ile ilişkilerini şekillendirirken sürekli olarak göz önünde bulundurması gereken üç önemli nokta vardır:
1. AB homojen bir yapı değildir: AB ülkeleri, Türkiye'nin üyeliği de dahil olmak üzere, gerek birliğin genişlemesi konusunda gerekse entegrasyon düzeyinin nereye kadar uzanacağı konusunda fikir birliği içerisinde olan aktörler değildir. Bu alanlardaki farklılıklar AB kurumlarında da kendisini göstermektedir. Bu nedenle Türkiye, Brüksel'e yönelik politikasını şekillendirirken AB'yi homojen hareket eden bir yapı gibi görmeyip bu yapı içerisinde kendisine karşı olan aktörler kadar hatta onlardan çok, kendisiyle işbirliğini güçlendirmeye istekli çevrelerin de olduğu bilinciyle hareket etmelidir. AB üyeleri arasında Türkiye'nin üyeliğine taraftar hükümetlerin sayısının, karşı olanlara göre çok daha fazla olduğu hatırlanırsa, Ankara'nın AB içerisindeki Türkiye'ye pozitif yaklaşan kesimlerle işbirliğini artırmaya odaklanması faydalı olacaktır. Türkiye'nin AB üyeliğine olumsuz yaklaşan hükümetlerin bulunduğu ülkelerde de bu hükümetler gibi düşünmeyen siyasal ve toplumsal çevrelerle işbirliği yolları aranmalıdır.
2. Türkiye'nin AB ile ilişkisi sadece tam üyelik hedefinden ibaret değil: AB'nin gerek dış ticaret gerekse doğrudan yabancı yatırımlar açısından Türkiye'nin en önemli ekonomik ortağı olduğu göz önünde bulundurulduğunda, Ankara'nın Avrupa ülkeleriyle ilişkilerini sadece üyelik çerçevesinde değerlendirmeyip farklı boyutlarıyla ele alması önemlidir. Bu gerçek, Ankara'nın bir yandan üyelik hedefiyle hareket ederken, diğer yandan üyelik sürecinde yaşanan sorunların diğer alanları gölgelemesine ve Türkiye'nin genel ekonomik çıkarlarına zarar vermesine müsaade etmeyecek şekilde bir politika izlemesi gerekliliğini göstermektedir. Türkiye'nin AB'ye tam üyelik hedefi gerçekleşmese de Avrupa ülkeleri Türkiye açısından işbirliğinin ilerletilmesi gereken ekonomik ortaklardır.
3. AB önemli bir uluslararası aktör ve Türkiye'nin komşusu: AB'nin dünya siyasetindeki ağırlığı da Türkiye açısından Brüksel ile ilişkilerini şekillendirirken dikkate alması gereken bir faktördür. Özellikle Türkiye'nin yakın çevresini oluşturan Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslarda gerek ekonomik gerekse siyasi açıdan önemli etkiye sahip olan AB, bu bölgelerde izlediği politikalarla Türkiye üzerinde de etkide bulunmaktadır. Türkiye'nin AB'ye üyelik hedefi söz konusu olmasa da başta Kıbrıs meselesi olmak üzere, Ankara'yı doğrudan ilgilen- diren birçok sorunda Brüksel doğrudan ya da dolaylı taraf konumundadır. Bu durum Türkiye'nin dış politikasını şekillendirirken AB'nin söz konusu meselelere ilişkin pozisyonunu dikkate almasını zorunlu kılmaktadır.
Yunanistan'ın üyeliğiyle birlikte 1981 yılından beri doğrudan komşuluk ilişki- sine sahip olan AB ile Türkiye arasındaki bu ilişki Bulgaristan ve Romanya'nın da 2007 yılında birliğe üye olmasıyla iyice pekişmiştir. Ancak onlardan önce 2004 yılında Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin AB tarafından Kıbrıs Cumhuriyeti adı altında üye olarak kabul edilmesi zaten Türkiye-AB ilişkisini farklı bir düzleme taşımıştı. Bu gelişmeyle birlikte Türkiye ile AB artık Kıbrıs sorununun karşı tarafları haline gelmişlerdi. Bundan sonra Kıbrıs meselesi Türkiye'yi kültürel/ideolojik nedenlerle AB üyesi olarak görmek istemeyenlerin bahanesine dönüşmüştür. Türkiye'nin üyeliğine olumsuz bakan bu kesimlerin AB içerisinde giderek yükselmeleri ve Türkiye karşıtı söylemleri Ankara'nın da Brüksel'le işbirliği yapma isteğinin zayıflamasına yol açmıştır. Ancak Ankara'nın, AB içerisindeki bu kesimlerin kalıcı olmadığını, konjonktürün değişip Türkiye ile daha sıkı işbirliğini savunan kesimlerin Brüksel'de etkin olabileceklerini ve AB'nin her durumda Türkiye için önemli bir ekonomik ve siyasi ortak olduğunu bilerek hareket etmesi önemlidir.