Yedi yıldır, hangi konuda olursa olsun, kendimi çaresiz ya da hiç gereksiz yere yine bir yığın zahmete katlanacağımı hissedersem, kendimi 15 Temmuz 2016 gecesi, Antalya’nın bir kenar mahallesinde karanlık bir sokakta, gecekondumsu bir binanın önünde gelip gelmeyeceği belirsiz bir otobüsü beklerken bulurum.
Gecenin ileri bir saatiydi; Antalya’nın bir başka köşesinde bir dost üzerinden gelen telefon mesajı üzerine bulunduğum tatil kentinden Antalya Merkez’e koştum. Prof. Dr. İlhan Varank dostum, kardeşim şehit edilmişti. 15 Temmuz kalkışmasını bir tatil köyünde, bir kulübede uydu antenin girişine bağladığımız televizyondan kimi zaman görüntüyü, kimi zaman sesi kaybederek izlemenin bu haber üzerine artık devam edemeyeceğini düşündüm. Ne yapmalı etmeli, ama kesin İstanbul’a dönmeliydim.
1960’tan beri radyodan-televizyondan darbe haberi izleyen kuşağın üyesiydim; ama bu kez arkadaşlarım, çoktan bittiğini sandığımız vesayet sisteminin yine kaldırdığı çirkin kafasını elleriyle eziyorlardı; TRT’yi askerlerin ele geçirdiği haberi artık televizyon başında durma saatinin geçtiğini gösteriyordu. Antalya’da darbe yoktu; kentteki askeri birlik, darbeye katılmamış, sadece sokaklarda güvenliği sağlamıştı. Bu bir tür sokağa çıkma yasağıydı. Şehirlerarası otobüs seferleri durmuştu; sabah uçak seferlerinin yapılacağı da belli değildi. İstanbul’a gitmek için tek çare özel bir yol bulmaktı. Karanlıklar içindeki otogarın bir köşesinde, kılığı kıyafeti ile hiç de güven vermeyen bir arkadaş, bir otobüs kaldırılacağını ama ücretin peşin verilmesi gerektiğini söylüyordu. Otobüs kentin dışında bir adresten kalkacaktı. Orada bulunmanız gerekiyordu. Belirtilen yere gittiğinizde otobüsten eser yoktu ama başka çare yokluğundan biletsiz, otogarsız, (daha sonra anlayacaktık ki şoförü de ehliyetsiz) otobüsü tercih edenler vardı.
Maceralı bir gece yolculuğundan ve Tuzla’dan Şehzade Camii’ne (İBB’nin önünde şehit düşenlerin bu camide olduğu söylenmişti) bir başka (ama en azından korkusuz) maceradan sonra, bastırılmış bir darbenin yerdeki kan ve palet izleri ile süslü, yaralı ama başarısı ile gururlu bir İstanbul sabahında idik. 196 cenaze, o gece Peygamber Sancağının altında buluşmak üzere ebediyete yolcu edildi. Daha sonra bu sayı 251’e çıkacaktı. 3 bine yakın kişi kalkışmayı bastırırken yaralanmış, bunlardan 2 bin 196’sı resmen “Gazi” unvanı ile onurlandırılmıştı.
Destek Sayısının Azlığı
Darbe girişimi sadece ona direnenleri değil, ona katılanlardan da kurbanlar almıştı. Bence, darbeye direnen, sivil yönetimi tekrar bir askeri darbe ile kesintiye uğratmanın mümkün olmadığını kanıtlayan şehit ve gazi sayısı kadar, darbeye katılan “sivil halk” sayısının azlığı ile de övünmeliyiz. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 27 Aralık 1979, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997 darbe ve darbe-benzeri askeri müdahaleler (kimi zaman kısaca muhtıra deniyor) sırasında, vesayet sistemini desteklemek için sokağa dökülenlerin sayısıyla mukayese edildiğinde 15 Temmuz’a gösterilen “destek” sayısının azlığı, hem siyasal gelişme endeksi olarak Türkiye lehine bir puan, hem de hala kafasının bir yerinde böyle birtakım beklenti/umut olanlar açısından da önemli caydırıcı öge sayılabilirdi.
Zamanın başbakanı Binali Yıldırım, kalkışmadan bir ay sonra yaptığı açıklamada, girişime katılan askeri görevlilerden 36’sının ölü, 49’unun da yaralı olarak ele geçirildiğini bildirdi. Gözaltına alınan polis, asker, yargı mensubu, mülki idare amiri ve sivil şahıs toplamı 40 bin olmuş; 20 bini tutuklu yargılanmış, darbeden sonraki dört yıl içinde karara bağlanan 275 davada toplamda 4 bin 130 sanık hüküm giymiş bulunuyor. Bu davalarda, daha sonra Fetullahçılar, Fetullahçı Terör Örgütü, kimi zaman kısaca FETÖ, Fetöcüler diye adlandırılan M. Fetullah Gülen’in telkinleri ile bir araya gelen kişiler mahkum oldular. Ancak kalkışmanın hemen ardından gelen süre içinde bu yapılanmanın adalet mekanizması, kamu bürokrasisi, örneğin eğitim kurumları içinde hala varlığını sürdürdüğü hatırlanırsa, 40 bin küsur darbe yanlısından sadece 4 bininin suçlu bulunmasındaki gariplik anlaşılabilir.
Nitekim Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, darbe girişiminin ardından ortaya çıkan tutuklama ve gözaltı kaosuna ilişkin olarak, “Şu var ki at izi, it izine karışmış vaziyette. 'Ben bir şey atayım da nasılsa tutar' diyenler var” diyerek, rahatsızlığını gizlememişti. Bu “atıp tutturma” çabasına engel olmak için hükümet, yürürlükte olan olağanüstü hal kararnamesi çerçevesinde (KHK) hakkında idari kararlarla yapılan ihraçlar, medya kuruluşları ile sivil toplum ve meslek örgütlerinin kapatılması gibi işlemlerin incelenmesi için komisyon kurmuştu.
Özetle, 27 Mayıs Darbesi öncesi ve sonrasında Kızılay ve Taksim meydanlarında, darbecilerin kendi icat ettikleri hukukla kurdukları ve bu hukukla öldürdükleri sivil siyasetçilerin aleyhine gösterilere katılanların sayısıyla karşılaştırıldığında, ne kadar abartılmış olursa olsun 15 Temmuz’u hazırlayan ve o gece kalkışmaya destek sağlayanların azlığı (tabii buna gizlenen “kripto” Fetöcülerle ilgili tahminleri de eklemek gerek), vesayet sistemine karşı siyasal gelişme endeksi olarak bir umut kaynağıdır.
Düz ifade edecek olursak, Türkiye’nin demokratik süreci, şu yukarıda saydığım darbe ve darbe-benzeri muhtıralarla yuvarlandığı uçurumlara bir daha yuvarlanmayacaktır.
“İyi ama bu kadar Fetöcü...” diye başlayacak her itiraza, ABD’de halkoyuyla seçilmiş bir başkanın, seçim sonuçlarının 200 yıldır şekilsel onayı olan bir ilan işlemini, parlamento binasına doldurduğu 3-5 bin kişinin çıkarttığı gürültü arkasında, seçimlerin ilgası ve kendi başkanlığının devamı için bir darbe rejimine çevirtmek istediği için mahkemeye verilmiş olduğunu hatırlatarak, karşılık verebilirim. Trump’ın bu akıl dışı hayali, kendi başkan yardımcısı Mike Pence’in bu komploya katılmaması ile akim kalmıştı. Ama ne Trump’ın bu komplosu ne kitlelerin onu, bu suçlamalara rağmen, yeniden başkan adayı yapmak istemesi (ve hatta ne de -kazara- yeniden başkan seçmeleri) ABD’yi demokratik gelişme endekslerinde, örneğin bir Fransa’dan, bir Almanya’dan geriye itmiyor.
Aynı şeyi Türkiye için söylemek gerektiği kanısındayım.
Sivil Gücün Ayağa Kalkması
Biz kanımızı dökerek, kimimiz askeri vesayetin hala geçerli olabileceği inancıyla kent meydanlarına tank sürdüğü, kimimiz bunun artık kabul edilebilir olmadığı inancı ile o tankın hareketine engel olduğu o meşum gece, bir uçurumun kenarından döndük. 15 Temmuz tarihini okuyabileceğiniz yüzlerce kitapta, Prof. İlhan Varank kardeşimin, bu uçuruma nasıl engel olduğunu şu satırlarla okuyorsunuz:
“Üniversite öğretim üyeleri olarak bizim görevimiz şu an sokakları dolduran insanların yanında olmaktır. Biz korkarsak, herkes korkar. Ben şimdi çıkıyorum. Büyük toplantı belediye binası önünde deniliyor. Ben oraya gidiyorum.”
O gece, Türkiye’nin her bir yerinde toplananlar, tarihi yarımadada İBB’nin önüne, Beşiktaş’ta, Levent’te Boğaziçi Köprüsü’ne şimdiki adıyla 15 Temmuz Şehitler Köprüsüne koşanların geçtiği bir uçurum vardı: Bu, ülkedeki sivil siyasal sistemin yaşaması için halkın desteğin sadece “gerekli sebep” değil aynı zamanda “yeterli sebep” olduğunun idrakinin önündeki uçurumdu. Eğer İlhan Hoca ve on binler, bu uçurumu atlayıp, öte tarafa geçip, sivil siyasetin yanında yer almamış olsalardı, rejim bir kere daha vesayet uçurumuna düşecekti.
Türkiye’de siyasal sistem bu uçuruma defalarca düştü. Her düşüş bir sonraki düşüşün daha kolay olmasını sağladı. Başbakan ve iki bakanını katleden darbeciler, daha sonra bu işi devlet radyo ve televizyonlarından bir bildiri okutarak yapılabilir hale getirmişlerdi. O kadar ki, artık darbeciler sivil siyasete son vermek için gelenekselleştirdikleri darbe mekanizmasına bile başvurmuyorlar, genç bir subayı, bir askeri jiple TRT Genel Müdürlüğü’ne gönderip bir bildiri (muhtıra) tebliğ ediyorlardı.
Sivil yönetimin bu denli ayaklar altına alındığı, ister modern TSK’nın kurulduğu 3 Mayıs 1920’yi ister Büyük Hun Devleti’nin orduyu ilk kurduğu MÖ 209’u başlangıç olarak alın, görülmemişti.
Sivillerin kendi kurdukları yönetime sahip çıkmaları gerekiyordu ve bunun önünde bir uçurum vardı. Bu uçurumun adı, elitizm’di. Hani hep dilimizdedir ya, “Ben bilmem, büyüklerimiz bilir!” ya da “Devletin işine karışılmaz!” Bir de “Amaan, canım; bize mi kalmış bu işler!”
Bence kritik nokta buydu. Sistemin bir sivil rejim olduğunu hepimiz biliyorduk. Ama onu korumanın senin-benim-hepimizin görevi olduğunu idrak edemiyorduk. Bu idrakin sağlanması kolay olmadı. Bir başbakanın tıpkı valiler gibi, yüksek dereceli kamu görevlileri gibi, askeri kuvvet komutanlarının tayin ve terfilerine karar verilen sürece karışmaya, Yüksek Askeri Şura toplantılarını bir imza töreni olmaktan çıkartıp, bir değerlendirme çalışması haline getirmesi gerekiyordu. Bu birikim, İlhan Hoca’da, sizde-bende-hepimizde “Sivil sistemi biz kurduk-biz savunacağız” bilinci oluşturmuştu.
Belli ki bir başka grupta, hala askeri kalkışmanın Türkiye’de kolay ve geçerli olduğu kanısı silinmemişti.
O gece eminim bu kanı da silinmiş oldu.
Antalya’da karanlık bir sokakta başlayan ruhsatsız, ehliyetsiz, farlarından biri yanmayan otobüsle İstanbul’a gelirken uyumaya nasıl imkan bulabildim, bilmiyorum. Ama ne zaman bir kâbus görsem, gördüğüm tek sahne o otobüs olur!
Bir kâbustu 15 Temmuz öncesi; 15 Temmuz gecesi, güneş doğdu. Biz demokrasiye uyandık.