104 emekli amiralin yayınladığı bildiri, Türkiye’de uzun yıllar sağlıklı bir zemine oturtulmamış ve 15 Temmuz sonrası gerçekleştirilen demokratikleşme reformlarıyla bir ölçüde gündemden düşmüş olan sivil-asker ilişkilerini yeniden tartışmaya açtı. Tartışmaların haklı bir boyutu, Türkiye’de ordunun demokratik sivil kontrolünün sağlanıp sağlanamadığı üzerinde yoğunlaştı. Ancak diğer yandan bildirinin içeriğinden bağımsız olarak, askerin siyasetle ilişkisi konusunda toplumun azımsanmayacak bir kısmının hala beklenen demokratik refleksleri gösteremediği de görüldü. Bu hiç şüphesiz not edilmesi ve üzerinde durulması gereken bir meseledir. Türkiye’de askeri vesayet olarak kavramsallaşmış askerin demokrasiye müdahalesi olgusu oldukça köklü kurumsal ve kültürel bir zemine sahiptir ki bu sebeple Cumhuriyet Türkiye’sinin siyasi tarihinde, ordu ironik bir biçimde en belirleyici “siyasi” güç unsuru olarak ortaya çıkmıştır.
FETÖ’nün Mümbit Alanıydı
Sivil siyasi iktidar ile silahlı kuvvetler arasındaki ilişkileri zehirleyen bu durum demokratik düzende büyük bir tahribat oluşturmuştur. Hükümet ve ordu arasındaki hukuk dışı teamüllere dayanan bu ilişki Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) için de önemli bir istismar zemini sağlamıştır. Kendisine devlet içinde yasamanın, yürütmenin ve hatta yargının denetimine kapalı bir otonomi oluşturan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) etkili ama bu “sorumsuz” yapısı FETÖ için elverişli bir fırsat oluşturmuştur. Bu süreçte ordu elitlerine egemen olan başörtüsü ve yaşam tarzına ilişkin ideolojik saplantılar, örgütün yapılanmasını gizlemek için uygun bir atmosfer sağlamıştır. Diğer taraftan FETÖ, TSK’nın Türk siyaseti içindeki orduya hakim olanın her şeye hakim olacağı şeklinde özetlenebilecek ağırlığını; kimi zaman çözüm sürecinde, kimi zaman terörle mücadelede, kimi zaman dış politikada, kimi zamansa kumpas yargılamalarında ordudaki unsurları aracılığıyla kullanmıştır.
Esasen özellikle 2000’lerle birlikte sivil-asker ilişkilerine hakim olan bu anti demokratik vesayet düzeninin ortadan kaldırılması yolunda ciddi adımlar atılmış olsa da TSK elitlerinin gösterdiği direnç yapılan reformların hep belli bir çerçeveyle sınırlanmasına yol açmıştır. Ordunun hükümetle arasına koyduğu, 27 Nisan muhtırası ve devlet protokolünde başörtüsü boykotu gibi çeşitli vesilelerle açığa çıkan illegal mesafe FETÖ’nün istismarı için mümbit bir alan oluşturmuştur. AK Parti’nin kararlı demokrasi ve hukuk reformları ile üst üste seçim zaferleri Türkiye’ye askeri vesayetle mücadelede tarihi bir fırsat sunmuş ancak ne yazık ki bu tarihi imkan Fetullahçı yapılanmanın yargı-polis-ordu üçgeninde kurduğu sabotajına maruz kalmıştır.
15 Temmuz’da TSK içindeki FETÖ militanlarının gerçekleştirdiği darbe girişiminin halk tarafından bastırılması, Türkiye’ye sivil-asker ilişkilerinin normalleştirilmesi için yeni bir imkan tanımıştır. Gerçekten de AK Parti iktidarı, 15 Temmuz direnişinin sağladığı ivmeyle daha önce hiçbir sivil hükümetin müdahale etme “cüreti” gösteremediği konularda esaslı değişiklikler gerçekleştirmiştir. Ordunun demokratik sivil kontrolünü tesis etmeye matuf bu düzenlemeler, genel itibarıyla kurumsal yapı, askeri personel rejimi ve askeri eğitim olmak üzere üç başlıkta toplanabilir. Bunların tamamını değerlendirebilmek bu yazının kapsamını aşacağı için sadece belli başlı hususlara değinmekle yetineceğiz.
Kurumsal Dönüşüm
Kurumsal dönüşüm kapsamında atılan adımların başında Yüksek Askeri Şura’nın (YAŞ) yapısındaki değişiklik gelir. Ordunun en mahrem alanı olarak görüp sivil siyasetin nüfuzuna kapattığı Şura; hem kompozisyonu hem de çalışma ve karar alma usulleri itibarıyla askerin domine ettiği bir kuruldu. TSK’nın gelecekteki komuta kademesinin belirlenmesinde kritik önemi olan YAŞ, 12 Mart ara rejiminin bir ürünü olarak askerin demokratik sivil kontrolüne karşı bir bariyer olarak kurgulanmıştır. YAŞ’ı kuran 17.7.1972 tarih ve 1612 sayılı Kanun 16 üyeden oluşturduğu Şura’nın sadece iki üyesinin (başbakan ve milli savunma bakanı) sivil olacağını öngörmüştü (m.2). Bunun önemi ise 5. maddeden açıkça anlaşılıyordu: Kararlar “toplantıya katılan üyelerin salt çoğunluğu” ile alınacaktı. Nitekim AK Parti hükümetleri döneminde gerçekleşen Şura toplantılarında Başbakanlar Gül ve Erdoğan, milli savunma bakanları ile birlikte ordudan ihraç kararlarına ancak muhalefet şerhi düşebilmişler, kararların alınmasına engel olamamışlardır.
YAŞ’ın anti demokratik yapısına yönelik ilk olumlu düzenleme, 1979’da 2233 sayılı Kanun'la yapılmış ve Şura toplantılarının gündeminin başbakanın görüşü değil onayı alınarak belirleneceği kabul edilmiştir. Fakat daha sonraki ilk anlamlı değişiklik ancak 2013’te 6496 sayılı Kanun'la gerçekleştirilmiş ve YAŞ kararlarının cumhurbaşkanının onayıyla yürürlüğe gireceği hükme bağlanmıştır. Böylece TSK’nın kurmay kadrosu ve komuta kademesini şekillendirecek kararlardaki sivil inisiyatif güçlendirilmiştir. Ancak sivil iradeyi YAŞ kararlarında belirleyici konuma taşıyan asıl önemli düzenlemeler, 15 Temmuz sonrasında çıkarılan Kanun hükmünde kararnamelerle yapılmıştır. Darbe girişiminden on beş gün sonra çıkarılan 669 sayılı kararname ve 8 sayılı Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile Şura’nın asker çoğunluklu üye yapısı sona erdirilerek, asker üyeler genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarıyla sınırlandırılmıştır. Cumhurbaşkanı yardımcıları, adalet bakanı, dışişleri bakanı, içişleri bakanı, hazine ve maliye bakanı ile milli eğitim bakanına da üye statüsü verilerek Şura’nın sekiz sivil ve dört askerden teşekkül etmesi sağlanmıştır.
Kurumsal açıdan bir diğer önemli değişiklik, kolluk kuvveti niteliğinde olan ve iç güvenlikle ilgili görev yapan Jandarma Genel Komutanlığı ile Sahil Güvenlik Komutanlığının demokratik normlara uygun olarak tamamen İçişleri Bakanlığına bağlanması olmuştur. Jandarma genel komutanı ve sahil güvenlik komutanının genelkurmay başkanın teklifi üzerine atanması şartı kaldırılmıştır. Türkiye’nin askeri darbelerle ilgili yaşadığı tecrübe göz önüne alındığında ülke çapında yaygın bir örgütlenmeye, güçlü iç istihbarat ve personel altyapısına sahip olan jandarmanın bir kolluk teşkilatı olarak bütünüyle İçişleri Bakanlığına bağlanması yerinde bir düzenleme olmuştur.
Reform sürecinin bir diğer önemli unsuru genelkurmay başkanı ile kuvvet komutanlarının ayrı ayrı Milli Savunma Bakanlığı’na (MSB) bağlanmış olmasıdır. Bununla birlikte silahlı kuvvetlerin, askerlik mesleği anlamında yine başkomutan olarak genelkurmay başkanının komutasında tutulduğunu belirtelim. Kuvvet komutanlıklarının ve Genelkurmay Başkanlığının kadro ve teşkilat yönünden Milli Savunma Bakanlığı organizasyonuna dahil edilmesi bir sivil siyasi unsur olarak MSB’yi güçlendirmiştir. Öte yandan daha önce bakanın özel kalemi ve müsteşarının dahi asker olduğu, neredeyse Genelkurmay Başkanlığının, bir bağlı kuruluşu gibi yapılanmış olan MSB bünyesinde daha fazla sayıda sivil yönetici görev almaya başlamış, bakanlığın kurumsal kapasitesi mevzuat ve personel altyapısı bakımından iyileştirilmiştir. Böylece ordunun askeri yetenekleri korunmuş ancak siyasi iradeye tabi olmasının ve sivil kontrolün önündeki direncin kırılması amaçlanmıştır.
Askeri otonominin en önemli ve çarpık bileşenlerinden askeri yargı, 16 Nisan 2017 Anayasa değişikliği ile tasfiye edilmiştir. 12 Mart müdahalesinin bir neticesi olarak askeri Danıştay olarak tarif edebileceğimiz ve dünyada başka bir eşi bulunmayan Askeri Yüksek İdare Mahkemesinin de içinde bulunduğu bu alternatif yargı düzeninin ilga edilmiş olması, yargıdaki iki başlılığı ortadan kaldırdığı gibi militarist özerkliği de geriletmiştir. Yine benzer bir amaçla askeri sağlık kuruluşları da Sağlık Bakanlığı çatısı altına alınmıştır.
Personel Rejimi
15 Temmuz sonrası yapılan düzenlemelerle TSK personelinin terfi, tayin ve disiplin işlemlerine ilişkin yetkiler liberal demokrasi kuramına uygun olarak sivil otoriteye geçmiştir. Özellikle üst düzey askeri personelin belirlenmesinde sivil mercilerin tek yetkili olması TSK’nın demokratik sivil kontrolünü güçlendirmesi bakımından oldukça önemli bir adımdır. Hükümetin birlikte çalışacağı askeri bürokratları belirleme imkanına sahip olması, çok yakın tarihe kadar mümkün olamamıştı. Böylelikle hükümet TSK içindeki merkeziyetçi ve sivil müdahaleye kapalı usuller sonucu oluşan komuta kademesiyle çalışmaya mecbur bırakılıyordu.
Bu bağlamda bahsedilmesi gereken ilk husus TSK’nın başkomutanı olan genelkurmay başkanının belirlenmesine ilişkin değişikliktir. Genelkurmay başkanının kuvvet komutanları arasından cumhurbaşkanınca atanacağına ilişkin düzenleme değiştirilmiş ve cumhurbaşkanının seçim yapacağı havuz genişletilerek genelkurmay başkanının orgeneral ve oramiraller arasından atanabileceği hükme bağlanmıştır.
Geçmişte Genelkurmay İkinci Başkanı, kuvvet komutanları, ordu komutanlarının atanması için genelkurmay başkanının teklifi şart koşulurken, önce 681 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile bu şart kaldırılmış, ardından 3 sayılı cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile tüm general ve amirallerin atamalarının cumhurbaşkanı tarafından yapılacağı öngörülmüştür. Ayrıca asteğmen ile albay rütbeleri arasındaki bütün subay atamalarında da tek yetkili makam olarak milli savunma bakanı belirlenmiştir.
Eğitim Sistemi
Sivil-asker ilişkilerine dair literatürde askeri eğitimin demokratikleşme için önemi sıkça tekrarlanır. Türkiye’de askeri eğitim sistemi 15 Temmuz’a kadar ordunun mutlak özerkliği kapsamında yer almış, müfredat ya da eğitim kurumlarının yapısı bakımından yürütme erkinin müdahalesine kapatılmıştır. Ordunun devlet aygıtı içinde kendisini siyasi karar alıcıların üzerinde; kurucu, kurtarıcı ve asli bir unsur olarak konumlandırarak, askeri vesayetin kurumsal bir kültür haline gelmesinde askeri eğitim yapılarının önemi yadsınamaz.
Bu anlamda en kritik düzenlemelerden birisi askeri liselerin kapatılması olmuştur. Bunu harp akademileri komutanlığının yerine kurulan Milli Savunma Üniversitesi ve Gülhane Askeri Tıp Akademisinin yerini alan Sağlık Bilimleri Üniversitesi izlemiştir. Askeri eğitim kurumları da MSB teşkilatı bünyesine alınmıştır. Böylece askeri eğitim, çağdaş yaklaşıma uygun olarak sivil katılımla zenginleşmiş ve demokratik kontrol adına ciddi bir kazanım elde edilmiştir. Askeri eğitim sisteminin reformuyla, TSK personelinin demokratik normlara uzak bir doktrinasyona tabi tutularak silahlı kuvvetlerdeki müdahaleci geleneğin kuşaktan kuşağa aktarılmasına yol açan mekanizma kırılmıştır.
Sonuç itibarıyla burada sadece belli başlı olanlarına değinebildiğimiz 15 Temmuz sonrası sivil asker ilişkilerinin demokratikleşmesine yönelik yapılan reformların, Türkiye’de cumhuriyet tarihinin en kapsamlı düzenlemeleri olduğu görülmektedir. Bundan sonraki süreç ise bir yandan kısa zamanda atılan bu reform adımlarının etkilerinin ölçülüp iyileştirmelerin yapılmasına diğer yandan toplumsal kültürün ve bütün bir siyaset kurumunun ordunun sivil kontrolü üzerinde uzlaşısını temin etmeye yoğunlaşmalıdır. Bu çerçevede yasama organının özellikle komisyonlar marifetiyle güvenlik sektörünün denetiminde daha fazla rol üstlenebilmesi, şeffaflık ve hesap verilebilirliği güçlendirerek demokratik sivil kontrole katkı sağlayacaktır. Hukuk dünyasında yapılan düzenlemelerin siyasi konjonktürden bağımsız olarak kalıcı bir etkinlik kazanması ise nihai kertede demokrasi, kuvvetler ayrılığı ve hukuk devleti ilkelerinin tahkim edilmesiyle mümkün olacaktır.