Türkiye’de çoğu zaman iç siyasetteki kısır tartışmalara çok fazla odaklanıyoruz ve dünyada yaşanan gelişmeleri ve bu gelişmelerin ülkemiz üzerindeki muhtemel etkilerini kaçırabiliyoruz. Halbuki başka ülkeler için olduğu gibi Türkiye’nin geleceğinin şekillenmesi açısından da en belirleyici olacak husus, dünya siyasetinin ve ekonomisinin yönünün ne olduğudur. Hatta Türkiye gibi uluslararası sistemden gelen etkilere çok açık ülkeler için bu daha da önemlidir. İç siyasetin ülkemizin geleceğindeki rolü ise küresel sistemde yaşanan dönüşümlerin ortaya çıkaracağı tehdit ve fırsatları anlayacak ve ona göre en uygun politikaları geliştirebilecek iktidarların var olup olmayacağı ile ilgilidir. Eğer Türkiye’de uluslararası sistemde yaşanan kısa, orta ve uzun vadeli değişim dalgalarını doğru anlayacak iktidarlar olmayacaksa, o zaman küresel güç mücadelesinin ne yöne evrildiğinden bağımsız olarak, ülkemiz 21. yüzyılın kaybeden aktörleri arasında yer alacaktır. Aksi durumda ise, yani Türkiye’deki iktidarlar dünya siyasetindeki trendleri, tehditleri ve fırsatları doğru analiz edip doğru politikaları geliştirirlerse ülkemizin 21. yüzyıl dünyasında daha iyi bir yere sahip olma şansı olacaktır. Bu durumda bile Türkiye’nin uluslararası sistemdeki pozisyonunun şekillenmesinde küresel güçlerin politikaları çok belirleyici olacaktır.
Ülke Gruplarının Etki Düzeyleri
Gerek mevcut gerekse muhtemel küresel aktörlerin güç potansiyellerine ve politikalarına yakından bakmak hem 21. yüzyıl dünyasının nasıl görüneceğine hem de Türkiye’nin bu dünyadaki yerinin ne olacağına dair fikir verecektir. Bugün elimizde olan veriler açısından bakıldığında, 21. yüzyıl dünyasının şekillenmesinde rol oynayacak ülkeleri etki düzeylerine göre üç kategoriye ayırabiliriz.
Birinci grupta, günümüz dünyasının halen en büyük ekonomik ve askeri gücü olan ABD ile ona en büyük meydan okumayı yaptığı düşünülen Çin yer almaktadır. İkinci grupta, özellikle askeri açıdan ciddi bir nüfuz alanı inşa etme çabası içerisinde ve bu konuda oldukça da başarılı olan Rusya, bütünleşme sürecinde ciddi sorunlar yaşasa da halen dünyanın en büyük ikinci ekonomik gücü olan AB, yakında dünyanın en kalabalık ülkesi olacak olan ve son 20 yılda oldukça yüksek bir ekonomik büyüme trendi yakalayan Hindistan ve halen dünyanın en büyük üçüncü ekonomisine sahip Japonya sayılabilir. Üçüncü grupta ise sahip oldukları ekonomik ve askeri potansiyel, doğal kaynaklar, jeopolitik avantajlar, tarihsel derinlik ya da nüfus açısından bakıldığında Brezilya, Endonezya, Türkiye, İran, Kanada ve Pakistan gibi ülkeler yer almaktadır.
Son grupta yer alan ülkelerin 21. yüzyılda uluslararası siyasal sistemde etkili aktörler olmaları ancak iktidarlarının en doğru politikaları izleyip önceki iki grupta yer alan ülkelerle aralarındaki güç farkını kapatmalarıyla mümkün olacaktır. Başarılı politikalarla 2011’de dünyanın altıncı büyük ekonomisi konumuna kadar yükselen Brezilya’nın bu tarihten sonra sürüklendiği iç istikrarsızlıklar sonucu 2020’de yeniden 12. sıraya gerilemesi bu grupta yer alan ülkelerin potansiyelini ve risklerini gösteren en iyi örneklerden biridir. İlk iki grupta hiçbir Müslüman ülkenin yer almaması ise İslam dünyasının uluslararası sistemdeki güç dağılımı açısından ne kadar geri düştüğünün ve artık bunu ciddi şekilde sorgulaması zamanının geldiğinin göstergesidir. Aksi takdirde Müslüman halklar başkalarının şekillendirdiği dünyada yaşamak ve kendilerine biçilen rolü oynamak zorunda kalacaklar ki dünya tarihi, başkaları tarafından verilen rolü oynamanın hiç de iyi sonuçlar doğurmadığının örnekleriyle doludur.
Şimdi her üç grupta saydığımız ülkelerin 21. yüzyılın uluslararası siyasal sistemini etkileyebilme açısından güç kapasitelerine, avantaj ve risklerine biraz daha yakından bakalım. Bunu yaparken yararlanacağımız veriler ekonomik ve askeri göstergeler ile siyasi istikrar ve diplomasinin etkinliği gibi gücün klasik unsurlarını kapsayacaktır. Öncelikle ABD’ye bakmak gerekirse, geldiğimiz noktada ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından sahip olduğu ekonomik açıdan tartışmasız üstünlüğünün büyük ölçüde ortadan kalktığı görülmektedir. 1960’ta dünya üretiminin yaklaşık yüzde 39’unu gerçekleştiren Amerika için bu oran 2020’de yaklaşık yüzde 25’e gerilemiştir. Ancak dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 4’ünü oluşturan ABD’nin dünya üretiminin dörtte birini gerçekleştiriyor olması bu ülkeyi ekonomik açıdan halen dünyanın en güçlü ülkesi yapmaya yetiyor.
Avantaj Çin Tarafında
Bugün Çin’in yaptığı gibi, geçmişte de Amerika’nın ekonomik üstünlüğüne meydan okuyanlar olduğunu hatırlamak, bugün Çin’den gelen meydan okumanın nasıl sonuçlanabileceğine dair fikir edinmemize de yardımcı olabilir. Özellikle son 35 yılda çok hızlı büyüyen Çin’in GSYH’sinin 2020’de ABD’nin yüzde 70’ine ulaşması bu ülkeden gelen meydan okumanın çok ciddi olduğu yorumlarının yapılmasına yol açıyor. Pekin’in bu büyümeyi benzer hızda tutacak politikaları sürdürmesi durumunda yakın gelecekte Çin’in dünyanın en büyük ekonomik gücü unvanını ABD’den alacağı da konuşuluyor. Zaten satın alma gücü paritesine göre GSYH açısından 2017’de ABD’yi geçen Çin bu açıdan dünyanın en büyük ülkesi olmuş durumda. Ancak geçmişte başka ülkeler de ABD’nin ekonomik üstünlüğüne meydan okuyacak düzeyde gelişme göstermiş fakat bu meydan okumaları kalıcı olamamıştı. Örneğin Japonya 1995’te ABD’nin GSYH’sinin yüzde 71’ine ulaşan bir ekonomik büyüklüğe ulaşmıştı ancak sonrasında Japon ekonomisinin yaşadığı sorunlar yüzünden bu oran günümüzde yüzde 24’e gerilemiş durumdadır. Benzer şekilde Avrupa Birliği de on yıl önce ABD’den daha fazla GSYH büyüklüğüne sahipken aradan geçen zamanda yaşanan krizleri yönetme konusunda başarısız olmasının sonucu olarak bu oran tersine dönmüş ve 2020 rakamlarına göre AB’nin ekonomik büyüklüğü ABD’nin yaklaşık yüzde 72’sine gerilemiştir.
Tablo 2’deki veriler Çin’in ekonomik meydan okumasının mutlaka başarılı olamayabileceğini, Japonya ve AB gibi Çin’in de Amerika karşısında yeniden gerileme yaşayabileceğini gösteriyor. Ancak Çin ekonomisinin 1976’dan beri yıllık bazda hiç küçülme yaşamamış olması ve özellikle 1980’lerin ortalarından itibaren yüzde 10 ortalamaya karşılık gelecek bir hızla büyümesi Pekin’in krizleri yönetme konusunda bugüne kadar Japonya ve AB’den daha başarılı olduğuna işaret ediyor (Grafik 1). Bu başarının devam etmesi durumunda Çin’den gelen ekonomik meydan okumanın daha öncekilerden farklı olduğu ve bu defa ABD’nin ekonomik üstünlüğüne son verebileceği söylenebilir. Zaten ABD’nin verdiği tepkiler de Washington’ın Çin’den gelen meydan okumayı diğerlerinden daha fazla ciddiye aldığını ve daha da büyümeden bertaraf etmeyi hedeflediğini gösteriyor.
Çin’in dünya ekonomisindeki payına bakıldığında, özellikle son 20 yıl içerisinde bu konuda çok büyük ilerleme kaydettiği görülüyor. 2000’de dünya GSYH’si içerisinde Çin’in payı yüzde 3,4 iken 2020’de bu oran yüzde 17,4’e yükselmiştir. Aynı dönem içerisinde ABD, dünya ekonomik krizi, 11 Eylül saldırıları, Afganistan Savaşı ve Irak Savaşı ile sarsılırken, savaşlardan uzak duran Çin ekonomisi hız kesmeden büyümeye devam etmiştir. Mortgage krizinin tetiklediği Dünya Ekonomik Krizi sırasında ABD ve diğer Batılı ülke ekonomileri 2008 ve 2009’da ciddi küçülmeler yaşarken Çin ekonomisi aynı yıllarda yüzde 9’un üzerinde büyümeye devam etmiştir.
Pekin yönetiminin bu şekilde ülkesini savaşlardan uzak tutması, ihracata dayalı büyümeyi teşvik etmesi ve krizleri başarıyla yönetmesi Çin’in ABD ile arasındaki makası daraltması ve dünya ekonomisindeki payını artırmasında temel etken olmuştur. Bu dönemde satın alma gücü paritesine göre GSYH açısından Çin ekonomisinin büyüklüğü ABD’yi geçmiş ve ardından bu makas giderek açılmaya başlamıştır (Grafik 2).
Çin’in ekonomik büyümesine dair güçlü rakamlar ve bu rakamların ABD’nin makroekonomik göstergeleriyle karşılaştırılması bu iki ülkenin 21’inci yüzyılın en belirleyici aktörleri olacağına işaret ediyor. Bu da artık daha fazla konuşulan “Asya’nın yükselişi” gerçeğinin yaklaşık 250 yıldır söz konusu olan “Batı’nın üstünlüğü” fenomenini sona erdireceğini gösteriyor. Bu mücadelenin sonunda Asya uluslararası siyasal sistemde Batı’nın sahip olduğu konumu almayacak belki ancak Batı’nın ekonomik ve askeri açıdan mutlak üstünlüğüne işaret eden bir dönem artık sona ermiş oluyor. Belki bundan sonra uluslararası sistem çok kutuplu bir sisteme evrilecek belki de ABD ve Çin’in başını çektiği iki kutuplu bir sistem söz konusu olacak ama Batı’nın 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın bir kısmında sahip olduğu güç tekeline benzer şekilde artık herhangi bir coğrafi bölge ya da medeniyetin tekeli en azından yakın ve orta vadede söz konusu olmayacak gibi görünüyor. ABD, AB ve diğer uzantılarıyla Batı, halen dünyada en fazla ekonomik üretime sahip ama artık bu açıdan mutlak üstünlük olarak adlandırılabilecek bir tekele sahip değil ve mevcut göreceli üstünlüğü de giderek eriyor.
Bu yazının kapsamı ve sınırlı sayfa sayısı, 21’inci yüzyıldaki güç mücadelesinde diğer aktörlerin rollerinin ne olacağına değinmeye ve ABD ile Çin arasındaki güç dengesinin askeri ve diplomatik boyutlarını ele almaya yetmedi maalesef. Ancak bir sonraki yazıda bu boyutlar da ele alınıp yazının tamamlanması mümkün olacaktır.