CHP kendi tarihi açısından önemli bir dönüm noktasında bulunuyor. Bu dönüm noktası CHP’nin demokratik siyasetin mücadele kurallarını benimseyip benimsememesi noktasında düğümleniyor. 15 Temmuz direnişi ve 16 Nisan halk oylaması artık ülkede iktidar mücadelesinin yalnızca demokratik siyaset üzerinden verileceğini tescil etmiş oldu. Bu noktada önümüzdeki soru çok açık: CHP 15 Temmuz direnişini ve 16 Nisan’ın getirdiği Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini benimseyip tamamıyla yüzünü demokratik siyasete çevirebilecek mi?
CHP bir yandan FETÖ ve PKK-HDP gibi terör örgütleriyle ilişkilerini sürdürerek 15 Temmuz direnişinde gösterilen ruha ters davranıyor, parlamenter sisteme geri dönülmesi yönünde mesajlar vererek 16 Nisan sonuçlarını reddediyor. Diğer yandan ise “adalet” yürüyüşü ve sonrasındaki benzer etkinliklerle 2019’da yapılacak yerel, parlamento ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerine gidilirken popülist bir blok kurmanın peşinde olduğu izlenimi veriyor. Bu iki eğilim birbirine alternatif mi yoksa tek bir siyasi stratejinin parçası mı? Daha açık bir ifadeyle 2019 seçimlerine yönelik CHP’nin temel stratejisi nedir?
CHP ve Demokratik Siyaset
Bu sorulara cevap verebilmek için CHP’nin demokratik siyasetle olan ilişkisine bir göz atmak gerekir. Bir devlet partisi olarak CHP hiçbir zaman demokratik siyasetin tam anlamıyla işlemesini istemedi. Demokratik siyaseti benimsemek özünde toplumdaki tüm farklı grupların iktidar koltuğuna oturabilmesini benimsemek demekti. Bu haliyle iktidarın herkesin ulaşabileceği ancak hiç kimsenin sonsuza dek ve demokratik siyasi mücadele vermeden elinde tutamayacağı bir olgu olduğunu kabul etmek gerekmekteydi. Maalesef CHP demokratik siyasetin bu temel ilkesine hiçbir zaman riayet etmedi. İktidarın kendisinin de bir parçası olduğu bürokratik vesayet tarafından elde tutulduğu 2010’lu yıllara kadar CHP’nin siyasi misyonu toplumsal çevreden bu düzene karşı çıkan hareketleri durdurma ve boğmada öncü görev üstlenme şeklinde gerçekleşti. CHP’nin yetersiz kaldığı noktada yani parlamentoda durdurulamayan bu hareketlerin karşısına bürokratik takozlar ve darbeler geliyordu.
2010’lu yıllarla birlikte ise CHP siyasetini FETÖ gibi siyaset dışı ve kendi bürokratik vesayetini kurmaya çok yaklaşmış aktörlerle iş birliğine giderek Kemalist bürokratik vesayeti geri döndürmek hedefi çerçevesinde belirledi. Bu ortaklığın kurulması hiç de zor olmadı. En nihayetinde CHP ile FETÖ’yü bir araya getiren ortak noktalar ve paylaşılan bir zemin söz konusuydu.
İlk olarak her iki aktör de demokratik siyasete kuşkuyla ve üstten bakıyordu. Bunun için güçlü sebeplere sahiptiler. Her ikisi de iktidarı elde etmek için gerekli toplumsal destekten yoksundu. Dışarıya olabildiğince kapalı bir azınlık hareketiydiler. Lakin zayıf noktalarını oluşturan bu açığı kapatacak silahlara sahiptiler: CHP’nin de, FETÖ’nün de askeri ve sivil bürokrasisi vardı. Her ikisi de gerektiğinde ve sıkıştığında silahlı ve silahsız darbelere başvurdu.
İkinci olarak hem CHP hem de FETÖ toplumsal çevreyle tek taraflı ve işlevsel bir ilişki kurdu. CHP için toplumsal çevre merkezdeki küçük bir azınlığa yani müesses nizama farklı şekillerde -bazen köylü, bazen kapıcı, bazen de asker olarak- hizmet etme onuru bahşedilmiş “cahil” kalabalıktan oluşuyordu. Hümanist damarları kabardığında bu anlayıştan biraz öte gidip bu “cahil güruh”u aydınlatmanın peşine düşüyordu. FETÖ de toplumsal çevreyi yalnızca insan devşirmek ve para toplamak için kullandığı ve sağdığı şişko bir inek olarak gördü. Toplumsal çevrenin taleplerine kulak kesilmek, onları karar mekanizmalarına dahil etmek söz konusu değildi. İrşat edilmesi elzem “cahil” güruh adeta “İmam’ın ordusu”na asker sağlayan bir ocaktı.
Üçüncü olarak her iki aktör de özünde ülkenin küreselleşmiş Batı hegemonyasına entegrasyonunu savunuyordu. Aralarındaki fark CHP devletçi bir Batıcılığa yaslanırken, FETÖ piyasacı bir Batıcılığı savunmaktaydı. 2000’lerin başında CHP’nin üzerini çizdikten sonra Batı’nın hemen yerine FETÖ’yü ikame etmesi, bu iki aktör arasında kategorik bir ayrım olmadığını, ikisinin de aynı küresel siyasi hedefe hizmet ettiğini gözler önüne sermekteydi.
CHP’nin 2019 Stratejisi
Toplumsal çevreyle ilişkisi bu denli kötü bir sicile sahip bir parti olan CHP 2019 seçimlerine gidilirken nasıl bir strateji izler? Bu soruyu hayati kılan ise 16 Nisan halk oylamasıyla kabul edilen Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin Türkiye’de siyasetin kurallarını radikal bir şekilde dönüştürmüş olmasıdır. CHP gibi halktan kopuk bir siyasi partinin bu hükümet sisteminde iktidardan pay alması öyle kolay olmayacaktır.
Şu soruyla meseleyi biraz daha açalım: CHP’nin canını dişine takarak geçmemesi için mücadele verdiği ve karşısında durduğu Cumhurbaşkanlığı sistemi siyaseti ne şekilde dönüştürdü? Cumhurbaşkanlığı sisteminin siyasette ilk etkisi siyaset kurumu ile bürokrasi arasındaki dengeleri değiştirmesidir. Bu sistemin siyaset kurumunu bürokrasi ve siyaset dışı sektörler karşısında daha güçlü hale getirmesidir. İktidarın yolu bu sistemde siyaset kurumunda başarılı olmaktan yani Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanmaktan geçmektedir. Büyük bir oy oranıyla tek başına hükümet olmak, bürokrasinin seçilmişler karşısında çok daha edilgen bir konumda olmasını getirmektedir.
İkinci etkisi ise siyaset-toplum ilişkilerinde görülmektedir. Hükümetin ve parlamentonun ayrı ayrı seçimlerle belirlenmesi siyaseti büyük oranda koalisyonlardan kurtarmaktadır. Bu da özellikle Cumhurbaşkanlığı seçimleri düşünüldüğünde yüzde 50+1 oy almayı zorunlu kılmaktadır. Bu oy oranını tutturabilmek için de dar ideolojik söylemlerle siyaset yapmak neredeyse imkansız hale gelirken toplumun merkezine seslenen bir söylem geliştirmek elzem hale gelmiş olmaktadır.
Üçüncü etkisi siyasi partilerin sistem içerisindeki yerini yeniden dizayn etmektir. Her ne kadar siyasi partiler önemini seçim kampanyalarındaki rolü ve yasama organında kanun yapımındaki etkisi üzerinden devam ettirse de artık bakanlar ve liderin parti dışından olacak olması siyasi partilerin önemini kısmen azaltmaktadır. Bu da siyasi partilerin albenisini yitirmesine ve daha gevşek yapıda hareketlere dönüşmelerinin yolunu açmış durumdadır.
Bu dönüşümler CHP’nin iktidar mücadelesinde elini daha da zayıflatmaktadır. Dolayısıyla CHP’nin Cumhurbaşkanlığı sistemine sert bir şekilde itiraz etmesi ve parlamenter sistem savunusunun siyaseten anlaşılabilir bir yanı bulunmaktadır. Tam da bu sebeple 2019’da sistem yürürlüğe girmeden CHP bu süreci durdurmak için can havliyle mücadele etmektedir.
CHP 16 Nisan halk oylamasında metropollerde “hayır” oylarının istediği oranlarda seyretmesinden aldığı cesaretle AK Parti’yi 31 Mart 2019’da düzenlenecek yerel seçimlerde büyük bir başarısızlığa uğratarak yeni sisteme geçişi durdurmaya çalışma stratejisi gütmektedir. Bir süredir “adalet” söylemi üzerinden bu kampanya sürdürülmektedir. Yerel seçimlerde istenen sonuç elde edilmediğinde ise aynı söylemle 3 Kasım’daki Cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerine gidilecektir. Bu seçimlerin Cumhurbaşkanlığı sistemi için ikinci bir halk oylamasına dönüştürülecek olması ise şaşırtıcı olmayacaktır. Baştaki soruya cevabımız o halde CHP’de değişen bir şey olmadığı yönündedir. Her iki eğilim de tek bir stratejinin parçasıdır, CHP’nin demokratik siyaseti reddetmesine yöneliktir.