Kriter > Dosya > Dosya / Anayasa |

Anayasanın Yüzyılı, Yüzyılın Anayasası


Bugün Türkiye iki yüzyıllık anayasal devlet olma ve demokratikleşme mücadelesini başarmış olmanın getirdiği bir siyasi olgunluk ve siyasi özgüvenle yeni, sivil, katılımcı, demokratik ve hürriyetçi bir anayasaya doğru ilerliyor. Anayasanın yüzyıllık tartışma ve mücadele tarihinin sonu, yüzyılın anayasası ile taçlanacak bir seviyeye gelmiş durumda.

Anayasanın Yüzyılı Yüzyılın Anayasası
15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü kapsamında Meclis'te

Türkiye iki yüzyıldır anayasal bir devlet olmaya çalışıyor. Bu iki yüzyılın ilkinde Osmanlı Devleti’nin son yüzyılı, ikincisinde Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yüzyılı yaşandı. Cumhuriyet dönemini anlayabilmek için önce dünyanın modernleşme tecrübesinin temellük edilmeye çalışıldığı on dokuzuncu yüzyıl birikiminin bir değerlendirmesiyle işe başlamak elzem. Osmanlı’da anayasa arayışı, padişahın yetkilerinin kısıtlanarak, yetkilerin bürokratlara devredilmesi ve halka verilmesi arasındaki tezlerin mücadelesi şeklinde gelişmiştir. Merkezin çevreyi kontrol etmesi halindeki geleneksel yönetim anlayışındaki merkezin, saraydan bürokratik zümreye doğru genişlemesini “demokrasi” açısından yeterli gören anlayış, halkın aydınlanmış bir despot veya aydınlanmış despotik bir zümre eliyle vesayet altında yönetilmesi ve eğitilmesini esas almıştır. Bunun karşısında ise demokrasi ve hürriyet anlayışını merkezin çevreyi yönetmesinin yeni formatının ötesinde, bu iddiayı ciddiye alarak gerçekleştirmek isteyen elitlerin mücadelesi, anayasal devletin çerçevesini çizecektir. Bu mücadelede, zaman zaman demokrasi ve anayasal devlet bakımından, siyasi tatbikatta ve siyasi kültürde ciddi gelişmeler yaşanmıştır.

 

İttihat ve Terakki Mirası

İttihat ve Terakki dönemi, bu bahisteki olumlu ve olumsuz gelişmeleri bağrında taşımaktadır. İttihat ve Terakki’nin Birinci Dünya Savaşıyla beraber giderek otoriterleşen yönetimine rağmen, Cemiyetin içinde çok güçlü bir şekilde anayasa ve hürriyeti savunan bir damar, varlığını muhafaza etmiştir. Diğer taraftan Cemiyetin illegal yapılanması ve savaşla beraber yönetimi ele alan komitacı kanadın, anayasa ve hürriyet rejiminin prosedürleriyle kendini bağlı saymayıp, kendini milletin hakimiyetini temsil eden “mukaddes cemiyet” olarak görerek, İttihat ve Terakki’nin en büyük başarısını zedelediği tarihen sabittir.

 

Milli Mücadele

Osmanlı’dan müdevver bu paradoks, Cumhuriyet döneminde de yeniden boy gösterecektir. Milli Mücadeleyi müteakiben Halk Fırkasının otoriter devletçi bir tek parti yönetimine yönelmesiyle Türkiye, anayasal devlet bahsindeki kazanımlarını büyük ölçüde yitirecektir. Milli Mücadeleyi yürüten Birinci Meclis’te yürütmenin biraz da İttihatçılara benzemesinler diye şedid bir şekilde denetlenmesi, yürütmeyi temsil eden Mustafa Kemal Paşayı bunaltacaktır. Öyle ki Mustafa Kemal Paşa Milli Mücadeleyi meclissiz devam ettirme ihtimalini açınca, İsmet Paşa buna İkinci Abdülhamid ve İkinci Meşrutiyet dönemlerini hatırlatarak karşı çıkacaktır. Mustafa Kemal Paşa da bu siyasi tarihten ders alan bir siyasi kültür içinde yetiştiği için, son tahlilde ve şimdilik Meclis’in sert eleştirileriyle yola devam etmeyi tercih edecektir. Ahmet Ağaoğlu, İkinci Meşrutiyet ve Milli Mücadelenin anayasal devlet olmak istikametindeki tecrübe ve ruhun bir anda ortadan kalkıp, Halk Fırkasının anayasa ruhundan uzaklaşarak, otoriter devletçi bir ideolojiye yönelmesi karşısındaki şaşkınlığını ifade eder. CHP’nin tek parti dönemi, daha doğru ifadesiyle tek parti diktatörlüğü, anayasal devlet ve demokrasi, İkinci Meşrutiyet döneminin ifadesiyle hürriyet mücadelesi veren samimi kesimlerin, yaklaşık 23 yıl sürecek uzun bir şaşkınlık ve baskı dönemi anlamına gelecektir.

 

CHP’nin “Parti Devleti”

Bu dönem, görünürdeki 1924 Anayasasının gerçekte giderek bir “parti devleti” haline gelen tek parti rejiminin, anayasal devletten uzaklaşma süreci anlamına gelecektir. Takrir-i sükun dönemi ve fiilen işleyen şeflik düzenini takiben rejim, bir CHP parti devletine dönüşmüştür. CHP ilkelerinin 1937’de anayasaya girişiyle Türkiye’nin anayasa devleti olma mücadelesinde, bugüne kadar devam edegelen bir tahribat yaşanacaktır. CHP içerisindeki daha radikal unsurlar, tek parti rejimini bunun da ötesinde dönemin totaliter devletlerine benzetecek teşebbüslerde bulunmuşlarsa da Atatürk ve İnönü’nün tecrübe, pragmatizm ve basiretleri, Türkiye’yi daha ağır tahribatlardan koruyacaktır.

Atatürk Ankara'da

Mustafa Kemal Atatürk, Ankara'da 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı Kutlamalarında. (Arşiv/AA, 29 Ekim 1930)

 

Dünyada Anayasal Devlet Gerilerken Türkiye

Bu dönem, yani Birinci Dünya Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı arasındaki yıllar, bütün dünyada tarihçi E. Hobsbawn’ın “aşırılıklar çağı” adıyla tasnif ettiği bir dönemdir. Bu dönemde bütün dünyada liberal hürriyetler geri çekilecek ve liberal demokrasilerin sayısı beş ülkeye kadar düşecektir. İktisatçı Ludvig von Mises bu dönemde yükselen “bürokrasi”nin iktisadi ve siyasi liberalizmi yok eden karakterini, Karl Popper “Açık Toplum ve Düşmanları” adlı demokrasi klasikleri arasına giren eserinde totaliter ideolojinin epistemolojik çerçevesini, F. Hayek de “Kölelik Yolu” adlı yine liberal demokrasiyi savunan güçlü kitabında totalitarizmin ideolojik yükselişini anlatır. Dünyadaki bu aşırılıklar çağından Türkiye’nin de nasibini alması ve anayasal devlet olma mücadelesinde geriye düşmesi, bu bakımdan dönemin şartları altında nispeten anlaşılabilir bir tarihi konjonktüre sahiptir. Nitekim İkinci Dünya Savaşının sonuna doğru dünyadaki siyasi iklim demokrasi istikametine dönünce, Türkiye’deki siyasi hava da değişecek ve Türkiye çok partili hayata yeniden dönebilecektir.

Türkiye’nin 1945’ten itibaren dönemin Cumhurbaşkanı, tek parti rejiminin milli şefi ve CHP’nin değişmez genel başkanı İsmet İnönü’nün çağrısıyla yeniden çok partili hayata döndüğünü görüyoruz. Türkiye; on dokuzuncu yüzyıl birikimi, İkinci Meşrutiyet tecrübesi ve Birinci Meclis’in ruhu ve kadrosuyla tek parti döneminin kötü mirasını aşarak çok partili hayata ve “anayasal devlet” olma mücadelesine dönebilecek bir başarı performansını yeniden gösterebilecektir.

 

Çok Partili Hayata Geçerken İhmal Edilen “Anayasa Meselesi”

Başta 1937’de anayasaya giren CHP ilkelerinin anayasadan kaldırılmaması olmak üzere çok partili hayata, demokrasiye ve anayasal devlet olmaya yönelik anayasa değişikliklerinin ihmal edilmesi, bu dönemin temel hataları olacaktır. Bu dönemde anayasadaki değişiklik, CHP’nin anayasa dilini öz Türkçeleştirme çabasına karşı Demokrat Parti iktidarında anayasanın eski haline dönülmesiyle sınırlı kalacaktır. Bu şekilde anayasa bahsi, bir on yıl bir tür “dil ve kelime kapmaca meselesine” dönüşmüş olacaktır. Bu durumun hukuk ve anayasa diliyle beraber, konunun ciddiyetine ve anayasal devlet olma kriterine zarar verdiği aşikardır. Demokrat Parti 1945’te kurulduktan sonraki muhalefet yıllarında demokrasi ve hürriyet perspektifiyle anayasa değişikliğini isteyen bir partiyken, iktidar yıllarında bu önerilerini gündeme almayacaktır. Buna karşılık iktidar yıllarında anayasa değişikliği önerilerine olumlu cevap vermeyen CHP de muhalefet yıllarında ısrarla anayasa değişikliği konusunu gündeme taşıyacaktır. Bu şekilde anayasa meselesi, bir polemik ve muhalefet söylemine dönüşmüş olacaktır.

 

27 Mayıs: Darbecilerin Çoğunluğa Güvenmeyen Anayasası

27 Mayıs 1960 darbesiyle beraber ise anayasa bahsi, tamamen çığırından çıkarak içinden çıkılmaz bir meseleye dönüşecektir. Darbeciler anayasayı ortadan kaldırdıkları halde seçimle gelen Demokrat Parti iktidarını anayasayı ihlal etmekle suçlayacak, ana muhalefet partisi CHP bu söylemi destekleyecek ve darbecilerle beraber çoğunluğun dışlandığı bir darbeci kurucu meclisle yeni anayasa yapım sürecine katılacaktır. Seçmen çoğunluğuna, seçilmiş siyasetçilere ve çoğunluk yönetimine karşı darbecilerle CHP’nin müşterek yaptığı 1961 Anayasası, bir vesayet anayasası olarak ortaya çıkacaktır. Kuvvetler ayrılığını öne çıkarma ve bir takım hürriyetlerin zikredilmesi, 1961 Anayasasının darbeci ve vesayetçi ruhunu, muhtevasını ve sicilini değiştir(e)meyecektir. Anayasada ihdas edilen yargı ve bürokrasinin vesayet kurumlarıyla milletin hakimiyetine ortak olarak çoğunluğun yönetme hakkını elinden alan anayasa, bu haliyle milletin çoğunluğunun içine hiçbir zaman sinmeyecektir.

Bu darbeci ve vesayetçi anayasa ruhu, yeni ortaya çıkan anayasa yargısına da sinecek ve Anayasa Mahkemesi bu ruhun “dinamik anayasa yargısı” olarak faaliyet gösterecektir. 1961 Anayasası, legal ve illegal darbeci ve vesayetçi eğilim ve yapıların temel dayanağı haline gelecek ve demokratik bir şekilde seçilen çoğunluğu temsil eden siyasi lider, siyasi parti ve siyasi kadroların önünde bir engele dönüşecektir. 1965’te darbecilere ve vesayet kurumlarına rağmen yüzde 52 oyla tek işbaşına iktidara gelen Başbakan ve Adalet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel “Tay’lar (Yargıtay, Danıştay, Sayıştay gibi yargı kurumlarının açık muhalefetini kastediyor) bırakmadığı için, Kırat (önce Demokrat sonra Adalet Partisi’nin sembolüdür) şaha kalkamıyor” derken bu rahatsızlığı ifade etmiş olacaktır.

Eski Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile Maliye Bakanı Hasan Polatkan'ın idamıyla sonuçlanan 27 Mayıs 1960 darbesi
Eski Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile Maliye Bakanı Hasan Polatkan'ın idamıyla sonuçlanan 27 Mayıs 1960 darbesinin üzerinden 63 yıl geçti. TSK içerisindeki bazı general ve subayların oluşturduğu 38 kişilik Milli Birlik Komitesi, 'DP'nin ülkeyi gitgide bir baskı rejimine ve kardeş kavgasına götürdüğü' gerekçesiyle 27 Mayıs 1960'ta sabaha karşı yönetime el koydu. 1960 darbesinin ardından Yassıada'da görev yapan muhafız subaylarından Mehmet Nuri Taşdelen, gizli olmasına rağmen Yassıada'daki durumu 400'e yakın fotoğrafla belgeledi.  (Ata Müzayede/AA)

 

Türk Sağının Anayasa Arayışı

Türk sağının 1961 sonrası siyasi macerası, 1961 Anayasasının darbeci ve vesayetçi ruh ve müesseselerine karşı mücadele tarihidir. 1961 Anayasasının vesayet kurumlarını yeterli görmeyenler bu dönem boyunca defalarca yeni darbe teşebbüsleri ve askeri müdahalelerle, demokratik hayata ve anayasal devlete zarar verecek adeta siyasi bir gelenek oluşturmuşlardır. Türk sağı bu dönemde 1961 Anayasasının vesayetçi yapısı ve sisteminden kurtulmak için arayışa başlamış, başkanlık sistemini telaffuz etmiş ve bu hususta ancak seminer düzenleyebilme aşamasına gelebilmiştir. Çoğunluğu teşkil ettiği halde anayasayı değiştirecek bir siyasi reşit olma kabiliyetine, gücüne erişemeyen ve anayasa değişikliği teklif dahi edemeyen Türk sağı, 12 Eylül 1980 darbesiyle bir kere daha darbeyle, seçimle geldiği iktidar koltuğunu terk etmek mecburiyetinde kalacaktır.

 

1982: Kimseye Güvenmeyen Anayasa

12 Eylül darbecileri de mutemet olarak gördükleri Coşkun Kırca ve Arslan Başer Kafaoğlu’na bir anayasa taslağı hazırlatacaklardır. 27 Mayıs darbesinden sonra Ankara’ya gitmek için valizleri hazır, hazır ol da bekleyen anayasa hukukçularının olduğu bir ülkede anayasa teklifi de ancak darbecilerden gelebilmektedir. İşin tuhafı darbenin başındaki isim Orgeneral Kenan Evren dahi Kırca-Kafaoğlu’nun anayasa teklifini diktatörce bulmuş ve başka bir anayasa hazırlanmasını istemiştir. 27 Mayıs darbesinden itibaren “darbecilerden daha darbeci” hukukçu ve aydınların bütün antidemokratik ruh ve müktesebatı, bu ortamda 1982 Anayasasına her şeyiyle yansıyacaktır.

 

Yüzyılın Yeni, Sivil, Demokratik Anayasasına Doğru

Türkiye’nin 6 Kasım 1983’te yeniden çok partili seçimlere dönmesiyle beraber, yeniden bir anayasa tartışması başlayacaktır. Siyasetin ve demokrasinin alanının her gelişme teşebbüsü sonuçta, anayasayı değiştirmeye yönelecektir. Çünkü 1982 Anayasası topluma güvenmeyen bir zihniyetle hazırlandığı için toplumun, siyasetin ve demokrasinin alanlarını fevkalade kısıtlamıştır. Darbecilerin, vesayet kurumlarının, onlarla iş birliği yapan siyasi aktörlerin ve anayasa yargısının direnişine rağmen, 1982 Anayasası 23 kere değiştirilecektir. 12 Eylül 2010 tarihinde referandumla yapılan değişiklikle 1982 Anayasasının vesayetçi yapısının bel kemiği kırılmıştır. Bu kırılan vesayetçi bel kemiğine FETÖ’nün paralel devlet yapılanmasının eklemlenmesiyle devam ettirilmek ve yeniden sahiplendirilmek istenen vesayet projesi de nihayetinde 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsünün başarısız olmasıyla yenilgiye uğrayacaktır.

15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsünden sonra askerin sivil denetimi reformu ve 18 Nisan 2017’de yapılan referandumla hayata geçen anayasa değişikliğiyle de 1982 Anayasası neredeyse tamamen değişmiş olacaktır. Bu anayasa değişikliklerinin çok önemli bir yönü de artık, anayasa değişikliği meselesinin darbecilerin ve darbecilerin nöbetçi anayasa hukukçularının tekelinden çıkmış olmasıdır. Bugün Türkiye iki yüzyıllık anayasal devlet olma ve demokratikleşme mücadelesini başarmış olmanın getirdiği bir siyasi olgunluk ve siyasi özgüvenle yeni, sivil, katılımcı, demokratik ve hürriyetçi bir anayasaya doğru ilerliyor. Anayasanın yüzyıllık tartışma ve mücadele tarihinin sonu, yüzyılın anayasası ile taçlanacak bir seviyeye gelmiş durumda.

 


Etiketler »  

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası