Türkiye’de son iki aydan bu yana, karar mekanizmalarını tesir altına almak ve yönlendirmek maksadıyla adeta bir psikolojik harekat niteliğinde negatif söylem rüzgarları estirilmeye başladı. Ülkede yaşanmış olan süreçlerin tesiri ile her türden sorunu analiz ederek kavramaya çalışan kesim, ne olup bittiğini anlamak maksadıyla haklı sorular sorarak yaşanan süreçlere projektör tutmakta gecikmedi. Lakin, ülke sathında zembereği dışarıdan kurmalı tüm mekanizmalar ise estirilen bu rüzgarı hedefleri doğrultusunda yelkenlerini şişirmek maksadıyla kullanmakta hiç tereddüt etmediler.
Psikolojik Harekat
İşaret fişeğinin emekli bir general tarafından atılmasından hemen sonra Atlantik merkezli düşünce kuruluşlarının da ardı ardına konuyu kaşıma niteliğinde raporlar yayınlaması kuşkusuz tesadüf olamaz. Özellikle terör ile mücadelede Türkiye’nin gelmiş olduğu noktadan son derece rahatsızlık duyan bu kuruluşlar, Türkiye’deki karar mekanizmalarına ve siyasete tesir edememenin ıstırabını 15 Temmuz’dan bu yana derin bir şekilde yaşamaktalar. Bu zaviyeden bakıldığında Türkiye’nin Suriye coğrafyasında İdlib merkezli gerçekleştirdiği yoğun yığınaklanmanın hemen ertesinde bu rapor ve söylemlerin sahaya sürülmüş olması da elbette oldukça manidardır.
DEAŞ terör örgütünün sınırlarımız dibinde PKK devletçiğine alan açma maksatlı her türden vahşeti sergilediği, Suriye’de YPG/SDG terörüne Batı’nın nazarında her türden meşruiyeti sunacak terör eylemlerini ortaya koyduğu zamanlarda yaşadıklarımız da aynı psikolojik harekatın farklı boyutuydu. DEAŞ’ın sınırlarımızın hemen dibinde bir alan kazanmasına ve bu alanın SDG tarafından kurtarılmasına yönelik önceden hazırlanmış senaryoyu gören siyaset aklı, bu duruma askeri bir harekat ile cevap vermek istedi. Lakin, 15 Temmuz öncesindeki güvenlik bürokrasisinin gösterdiği direnç ve siyaseti manipüle edecek karşı raporların masaya konulması, 2016’da DEAŞ’a yönelik icra edilen Fırat Kalkanı Harekatı’nı iki yıl geciktirdi ve PKK-YPG terör örgütünün alan kazanmasının önünü açtı.
Şimdi de Suriye’den sınırlarımızın içerisine her türden savaş suçu işlenerek sürülen bir milyondan fazla Suriyelinin bulundukları coğrafyada kalmalarını temin etmeye yönelik kapsamlı bir harekat hazırlığı var. Tam da bu sırada, içeriden siyaseti etki altına alma gücünden mahrum kalan bu yapı, irademizi sarsmak maksadıyla bu türden söylem ve raporları eş zamanlı bir şekilde dillendirmekte ve yayınlamakta tereddüt göstermiyor.
Peki Ne Yapmalı?
Yaşadığımız süreçleri ve darbeler tarihi ile dolu olan bir siyasi geçmişi aklımızın bir köşesinden atıp, hiçbir şey olmamış ve de olmayacakmış gibi davranmak ya da sürekli kuşku içerisinde karar alma melekelerimizin zafiyet göstermesine müsaade etmek bir hal tarzı olamayacağına göre; ne yapmalıyız? Aslında yapılması gereken bu raporların ve söylemlerin içeriğinde aşikardır. Silahlı gücünü demokratik yönden kontrol ve gözetim altında tutmayı bugüne kadar başarılı bir şekilde sağlamış olan ülkeler bu sistematiklerini nasıl kurgulamış ise bizler de kendi güvenlik bürokrasimizi tarihsel bir okuma da yaparak demokratik denetim ve gözetim altında bulundurmalıyız.
İşte tam bu noktadan gelişmeler değerlendirilerek adımlar atılmaya devam ederse ve 15 Temmuz sonrası hayata geçmiş reform hamlelerinin uygulaması sıkı sıkıya takip edilirse, o zaman emekli bir generalin konuşmasını ya da yurt dışı merkezli bir kurumun ülke içerisindeki kurumlara yönelik hareket tarzları içeren raporlar yazmasını kayda değer bulmayabiliriz. Tıpkı büyük stratejist Sun Tzu’nun dediği gibi “Eğer kendini bilir düşmanını da bilirsen girdiğin her muharebeyi kazanır, kendini bilmez ve düşmanı da bilmez isen girdiğin her muharebeyi kaybedersin.
Bu zaviyeden güvenlik bürokrasisinin demokratik kontrolüne bakarsak, eğer güvenlik bürokrasisinin içerisindeki tüm süreçlerin işleyiş sistematiğini bilir ve bu sistematiği milli iradenin iş başına getirdiği siyaset mekanizması dizayn ederse, yurt dışından yazılan/yazdırılan raporların da adeta psikolojik harekat niteliğinde bilgi pornografisi olduğunu ve kimler tarafından kaleme alındığını bilirsek, girdiğimiz her mücadeleden mutlak zafer ile çıkarız.
Türkiye’de askeri müdahalelere tarihsel bir çizgiden bakarsak, askerin iki otonom alanı koruyarak bugüne kadar müdahaleci yönünü beslediğini rahatlıkla görebiliriz. Bunlardan birisi siyasi otonom alan, diğeri de kurumsal otonom alandır.
Siyasi Otonom Alan
Siyasi otonom alan, elinde silah bulunduran gücün bundan önce de müdahalelerde bulunmuş olmanın yarattığı iklim ile her türden siyasi söylemi pervasız bir şekilde kamu ile paylaşabilme rahatlığıdır. Tarihe elektronik muhtıra diye de geçen muhtıra aslında bunun en bariz örneklerindendir. Çocukların yataklarına kaçta gitmesi gerektiğinden seçilecek cumhurbaşkanında olması gereken vasıflara kadar askerin yetki alanında olmayan birçok konuda sınırlarını aşarak irade beyan etmesi, siyasal otonom alan kapsamında 2007’den verilebilecek örneklerdir. Kuşkusuz siyasal otonom alana dair verilebilecek salt örnek bununla sınırlı değildir.
Siyasal otonom alan bugün itibarı ile son derece kısıtlanmış olsa dahi, bu şekilde bir siyasal otonom alanın tekrardan inşa edilmesine olanak sağlamayacak yasal ve zihni dönüşümlerin üzerinde önümüzdeki dönemde daha fazla durmalıyız. Çünkü emekliye ayrılan generallerin yapmış olduğu açıklamalar iyi analiz edildiğinde içselleştirilmiş bir demokratik sivil asker ilişkisinin hala oluşmadığını bizlere göstermektedir.
Kurumsal Otonom Alan
Kurumsal otonom alan ise tüm güvenlik bürokrasisinin (TSK, Emniyet, Jandarma, MİT) hangi görev kapsamında, nasıl bir teşkilat ve malzeme yapısı ile hangi personel rejimi doğrultusunda faaliyetini sürdüreceğine, personelin kime ya da kimlere karşı sorumlu olacağına ve hangi eğitim ve terfi süreçlerinden geçirileceğine kadar tüm işleyişin siyaset tarafından kurgulanmış olmasıdır.
Bu kadar geniş kapsamlı bir mekanizmanın ihdas edilmesi hiç kuşkusuz bir savunma siyaseti ortaya koyabilecek bir sivil aklın varlığını da zorunlu kılar. İşte tam bu husus Türkiye’de yıllarca bilerek geliştirilmemiş bir alan olarak muhafaza edildiği için güvenlik bürokrasisi ile sivil irade arasındaki asimetrik ilişki modeli bugüne kadar süregelmiştir. Özellikle 15 Temmuz sonrasında ortaya konulan reform hamleleri doğrultusunda Milli Savunma Bakanlığı’nın (MSB) içerisindeki üst düzey kadrolara sivillerin atanması çok yerinde bir hamle olmuştur. Genelkurmay Başkanlığı makamının demokratik ülkelerde olduğu gibi MSB çatısı altına alınması ve geçiş periyodu diye adlandırabileceğimiz periyotta genelkurmay eski başkanının demokratik zihniyette bir bakan olarak atanması son derece yerinde hamleler olmuştur.
Batı ülkelerindeki silahlı gücün demokratik kontrolü ve denetimi alanında yıllardan bu yana yapılan işlemler ve alınan mesafe dikkatle incelendiğinde Türkiye’nin bu konuda henüz başlangıç aşamasında olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Milli Savunma Üniversitesi
Yazının başında da vurguladığımız üzere; Türkiye dışından yazılan ve karar mekanizmalarını tesir altında bırakma, kısmen de olsa TSK içindeki kadrolara bariz nifak sokma vazifesi de gören yazıların ana hedeflerinden birinin Milli Savunma Üniversitesi ve bu okuldan yetişen subay kadroları olduğu açıktır. Peki neden Milli Savunma Üniversitesi’nin faaliyetleri bu kadar geniş ölçekte rahatsızlık yaratmaktadır? Aslında cevabı oldukça basit: Uygulanan müfredat programı ve bu müfredat kapsamında gerçekleştirilen demokratik zihni dönüşüm.
Yukarıdaki siyasal otonom alan ve kurumsal otonom alanda yapılan ve yapılacak olan her türlü adımın köklü bir gelenek şeklinde TSK içerisinde kendisine zemin bulabilmesinin yegane yolu Milli Savunma Üniversitesi müfredatından geçmektedir. Bugün Batı’da demokratik sivil-asker ilişkilerine dair ortaya konulan tüm teori ve kuramların tamamında konu profesyonel askeri eğitim konusuna bağlanmaktadır.
Milli Savunma Üniversitesi’nin kurulduğu günden bu yana tüm sistemi sil baştan kaldırıp yeniden kurgulamak yerine, var olan süreçteki sorunlu alanları reformize eden, dönüşümü demokratik kabullere doğru kanalize eden bir anlayışı benimsediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Üniversitenin müfredat programlarına demokratik sivil asker ilişkileri kapsamında değerli katkılar sokması, eğitim ve öğrenim süreçlerinde sivil öğrenci ve akademisyenlere eskiye nazaran daha fazla yer vermesi belli ki yıllarca bu alanı tekelinde tutmuş içerideki ve dışarıdaki eli kalem tutan rapor sahiplerine epey rahatsızlık vermiş olmalı.
Kuşkusuz eğitim ve öğretim süreçleri süreklilik arz eden hususlardır ve bu kapsamdaki müfredat ve dersler de sürekli gelişen ve değişen süreçlerdir. Nasıl kurumsal otonom alan ve siyasi otonom alanlar konusunda atılan adımlar yeterlidir ve yeni bir ilave tedbir ve reforma ihtiyaç yoktur denilemezse, Milli Savunma Üniversitesi ve müfredatları açısından da bu varsayımımız geçerlidir. Lakin burada dikkat edilmesi ve asla taviz verilmeksizin kontrol ve gözetim altında tutulması gereken ana husus, bu müfredatın demokratik sivil asker ilişkilerini ön planda tutan bir yaklaşım sergilemesinden bir an bile geride durulmamasıdır.
Zihinsel Dönüşüm
Yapısal alanda yapılan birçok reform kolaylıkla hayata geçirilme imkanına sahipken, zihinsel dönüşüm çok daha uzun zaman dilimlerine ihtiyaç duyar ve bu zihinsel dönüşümün mayasının atıldığı yegane yer Milli Savunma Üniversitesi müfredatı ve onun uygulayıcılarıdır. Bu müfredat sadece yürütme gücünü elinde tutan hükümetlerin kontrol ettiği ya da kendisine dert ettiği bir husus olmaktan ziyade, başta yasama organı olan TBMM ve onun savunma komisyonu üyelerinin, basının, medyanın ve Türk akademisinin de derdi olmalıdır. Aksi takdirde sadece yürütmenin bu konular ile hemhal olduğu ve katılımcı olmayan bir anlayışın demokratik körlüğü besleyebileceği unutulmamalıdır.
Sonuç olarak, demokratik sivil asker ilişkilerinin TSK nezdinde sağlam bir zemine oturtulması, silahlı gücün demokratik kontrolü ve denetimi; zorlu, meşakkatli, bilgi temelli ve kesintisiz devam etmesi gereken bir süreçtir. Bu süreç duraklatılmaksızın ve ilanihaye uygulandığı takdirde meyvelerini uzun zaman içerisinde verecek bir süreçtir. Türkiye bu zemine büyük bir azim ve kararlılık ile girmiştir. Bu kararlılık ile gidildiği takdirde kendi bünyemizden rahatlıkla emin olup her türden yönlendirmelere açık raporları ve gündemleri elimizin tersi ile itebilir ve gerçek gündemlerimizden uzaklaşmama iklimini muhafaza edebiliriz.