Kriter > Siyaset |

Sistemik Bir İmtiyazlılık Meselesi Olarak Boğaziçi


Boğaziçi Üniversitesi akademik kadrolarında zaman içinde dönüşen bu yeni ideolojik durum, Marksizm’in şemsiyesinde farklı ideolojik çizgilerin eklektik biçimde birbirine angaje oldukları bir resme dönüştü. Temel zemin ise aynı kaldı: sekülerizm mayalı imtiyazlılık.

Sistemik Bir İmtiyazlılık Meselesi Olarak Boğaziçi
Tekin Türkdoğan/Getty Images

Türkiye 2021’e, tarihsel serüveninde hiç de yabancısı olmadığı; özü itibariyle siyasal, menbaı itibariyle sosyo-kültürel bir çatışmanın Boğaziçi üzerinden yansıyan izdüşümüyle, merhaba dedi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından rektörlüğe Prof. Dr. Melih Bulu’nun atanmasıyla birlikte eski fakat bitmeyen buhranlar da bir kez daha günyüzüne çıkmış oldu böylece. Bazı hegemonik ve manipülatif kodlara bir kez daha müracaat eden bir siyasal dile de yeniden şahit olduk. Belki son dönemde bunların en kullanışlısı olarak “kayyım” gibi. Ki ne etimolojik ne hukuki ne de siyasal bağlam itibariyle ne olduğu ile ilgili herhangi bir fikir sahibi olunmadığının, kelimenin ısrarla doğru kullanılamamasından da açık olduğu kullanışlı bir kod. Tek adamlık ya da diktatörlük diskuruna uzanacak manipülatif cehaletin ara istasyonu. Ya da ideolojik siyaset dilinin yeni siyasal iletişim keşfi. Nasıl tanımlarsak tanımlayalım, bu kullanışlı kodun farklı siyasal bağlamlarda kimi zaman bir STK faaliyeti etrafındaki tartışmalarda kimi zaman bir şiddet/terör meselesinin alenen manipülasyonunda kimi zaman ise açıktan bir ideolojik muhalefet angajmanında fonksiyonel biçimde işletilmeye çalışıldığı muhakkak. Boğaziçi Üniversitesi meselesi ise bunun son örneği oldu.

Üniversitelerde rektörlerin belirlenme biçimi üzerinden yükselen seçme-atama tartışması, burada kalmayarak, bir siyasal sistem meşruiyet sorgulamasına dönüştürülebiliyor. Meseledeki temel problemli nokta bu aslında. Ve elbette üniversitelerde rektörlerin nasıl belirlendiği ile ilgili yeterince fikir sahibi olunarak yapılmıyor bu tartışmalar. Nitekim gerek Türkiye’deki geçmiş farklı rektör belirleme formlarına gerekse dünya örneklerine ilişkin akademik literatür, Boğaziçi önünde açılan pankartların aksini söylüyor. Öyle ki Birleşik Krallık ve ABD üniversitelerinde yetkilerle donatılmış yöneticilerin, öğretim üyeleri tarafından seçilmesine ilişkin hiçbir örnek yok. Benimsenen form, doğrudan ve dışarıdan atanan üniversite yöneticisi formu. Kıta Avrupası ülkelerinde ise üniversitelerin hemen hepsinde idari (personel dahil) ve mali konulardan sorumlu bir direktör bulunuyor. Fransa’da üniversitelerin şansölyesi Recteur de l'Académie eğitim bakanı tarafından atanırken; İsveç ve Norveç’te bakanlar kurulunca; Japonya’da vali, belediye başkanı veya eğitim, bilim ve kültür bakanınca; Almanya’da eyalet bakanı, Hollanda’da ise bakanlar kurulunun belirlediği adaylar arasından eğitim, kültür ve bilim bakanı tarafından atanıyor. Bunun dışında, rektörün seçimle belirlendiği farklı vakıf/özel/kamu üniversitelerinde ise farklı yollar mevcut: mezun derneklerinin seçimleri üzerinden ya da öğrencilerin ve idari kadronun da dahil olduğu seçimlerle ya da mütevelli heyetinin doğrudan seçtiği bir formla. Hasılı, tepeden atama söylemi türünden bir siyasal bagajla üretilen argümanların bilimsel ve teknik bir karşılığının olmadığını ilkin belirtmek gerek. Buna rağmen, daha iyiye ulaşabilmenin önünde bir fikir ve ufuk sınırı yok. Fakat temel nokta, meselenin nasıl ve ne amaçlanarak tartışıldığında. Boğaziçi’ndeki itirazın, bu yönüyle, teknik bir efektiflik ya da verimlilikle ilgili bir çaba ya da arayıştan kaynaklanmadığını görmek çok zor değil.

Boğaziçi Üniversitesi

Kaynak: Boğaziçi Üniversitesi

 

İmtiyazlılık Döngüsü

Gelelim, protestolara odak oluşturan “tarafsızlık”, “demokrasi”, “çoğulculuk”, “özgürlük”, “özerklik” gibi diğer kodlara. Elbette siyasal teoride ve insanlık tarihinde derin ve anlamlı karşılığı olan bu kavramsal havza, en azından söylemsel itibarla başlı başına bir meşruiyet kaynağı olarak kullanılıyor. Peki Boğaziçi’nin itirazı, bize bu kavramsal dünyaya dair ne söylemekte? İhsan Doğramacı, 1992’deki kanun değişikliğinin kendisini YÖK Başkanlığından istifaya götürdüğü süreci tarif ederken, bazı üniversitelerde özellikle tedavüle sokulan bu kavramların, asli olarak ilgili zemindeki iktidar alanının imtiyazlı niteliğini ve sahasını korumakla ilgili olduğunu belirtir. Demokrasi kavramının üniversitelere olan birincil izdüşümü, toplumun denetimine açık olmakla ilgili başat bir yükümlülükten doğar. Ki bu, demokrasi anlayışının gerçek koşuludur. Bu bağlamda özellikle devlet üniversiteleri gerek finansman kaynakları gerekse meşruiyet zemininden mülhem, toplumun denetimine doğrudan açık kurumlar olarak, toplumun temsilcisi olan seçilmiş hükümetlere karşı sorumludur. Yani buradaki ana demokratik ilke, topluma karşı sorumluluk ve faaliyetleri itibariyle topluma hesap verme zorunluluğudur. Bilakis denetlenme, topluma karşı sorumlu kılınma ve hesap verme mekanizmalarının olmadığı kurumlarda, iç bünyede oligarşik yapılar zuhur eder ve bunun sonucu olarak da üniversitenin ruhu anlamına gelen akademik özgürlük ve çoğulculuk ortamı asla oluşamaz. Boğaziçi’nin mevcut durumunu aslen tam olarak buradan hareketle konuşmak gerekir. İmtiyazlılık döngüsü de kendisini buradan sürekli biçimde yeniden üretir.

Bu anlamda, Melih Bulu’nun “Boğaziçili olmaması” argümanı, kurumsal bir aidiyetin de ötesinde, her şeyden evvel Boğaziçi özelinde ideolojik bir aidiyetten doğan bir kasıt ve zeminden üreyen bir itiraz biçimidir. Öyle ki teknik bakımdan bile bakıldığında ‘atanan’ bir rektöre olan itiraza karşı dillendirilen ‘seçim’ argümanının Boğaziçi özelinde hizipleşme, gruplaşma, dar görüş, tutuculuk ve tektipliliğin nasıl hem neticesi hem de motivasyonu olduğunu, yine protestolarda dillendirilen 150 yıllık kurumsal kültür ve geleneğe atıfla tartışmak gerekiyor. Yani iddiamız, Boğaziçi özelinde akademik çeşitlilik, çoğulculuk, özerklik ve entelektüel tarafsızlığın, Boğaziçi’nin oturduğu tarihsel ve siyasal bağlam göz ardı edilerek tartışılmasının, anlamsız bir entelektüel tatminden ibaret kalacağıdır. Zira mesele bir “Boğaziçi meselesi” olarak kodlandığında, buradan yükseltilen “gayrimeşruluk” iddialarının kıstas zeminine ve bunun fikirsel ve tarihsel kaynaklarına uzanma gereği ortaya çıkıyor. Yani bir “Boğaziçi ideolojisi” … O halde, bakalım bu 150 yıllık kurumsal gelenek bize ne söylüyor? Ve sistemik imtiyazlılık bu zeminle nasıl, nereden bir angajman geliştiriyor?

Twetler

Boğaziçi Üniversitesi’nde Kabe fotoğrafının yere atılmasına tepki gösteren üniversite öğrencilerinin fişlendiği ortaya çıktı. Öğrencilerin bulunduğu sosyal medya gruplarındaki yazışmalara göre Kabe’ye karşı yapılan saygısızlığa tepki gösterenlerin isimleri tek tek belirlenmiş ve not alınmıştı. Fişleme mağduru öğrenciler sosyal medyada bu skandala tepki gösterdi. 

 

Boğaziçi’nin Kısa Tarihi

Sınırlar dışında kurulan ilk Amerikan okulu olarak Robert Kolej’in Bebek’te faaliyetlerine başladığı 1863 itibariyle, Amerikalı misyoner ve eğitimci Cyrus Hamlin’in hayallerindeki eğitim kurumunun yönü de yavaş yavaş şekilleniyordu. Klasik bir misyonerlik okulu olarak düşünülen Bebek İlahiyat Okulu, yeni bir felsefi içerik ve yöne evrilirken, erken 19. yüzyıldan beri Protestan misyonerlerinin özel ilgi odağı olarak “Orient”e ilişkin entelektüel ve fikirsel çabalar da Türkiye sınırları içerisinde kurumsallaşıyordu. Ki aynı dilimde 1866’da Suriye Protestan Koleji olarak Amerikalı misyoner Daniel Bliss tarafından kurulan Beyrut Amerikan Üniversitesi ve 1919’da Amerikalı misyoner Charles Watson tarafından kurulan Kahire Amerikan Üniversitesi de aynı felsefi ve entelektüel yataktan doğan bir motivasyona dayanıyordu. İyi eğitimli ve toplumlarının kültürel düzeyi yüksek üyelerine odaklanan bu yönelimde, Amerikan değerleri merkezli bir ruhani yenilenme misyonu üzerine kodlanmış bir Protestan duyarlılık üzerine bina edilmiş bir kurumsallaşma çabası süreciydi bu. Öncül odağında eğitim, kültür ve sağlık hizmetlerinin olduğu, bu sayede Osmanlı yönetiminin hüsnüniyetini çeken sosyal bir faktöre de dönüşen bu dinamik, zamanla Osmanlı’nın siyasi elitleriyle yakın ve dostane ilişkiler kurulmasının önünü açarken, yeni bir iktidar seçkini zümre meydana getiriyordu. Ki doğal olarak bu zümre, akabinde Cumhuriyet tarafından miras alınan zümre olmuştu. Robert Kolej, işte bu hikayenin ayrıcalıklı konumunda duran bir yapı olarak, zamanla siyasal ve diplomatik bir misyonu da üzerine alan bir kurum. Nitekim kaynaklar henüz ilk dönemlerde dahi Hamlin’in ABD Dışişleri Bakanı William Seward’a Kolej ile ilgili gelişmeleri düzenli biçimde aktardığını aktarır (Hamlin, 2014). Bölgeye dair uzmanlıkla birleşen eğitimli beyinleriyle Kolej’in, zamanla ABD’nin Türkiye ile kurduğu ilişkinin dinamiklerini, politikalarının içeriğini ve gelecek projeksiyonunu şekillendirme konusunda da kilit işleve oturduğu görülüyor. Ki Soğuk Savaş dönemi politikaları, Amerikan-Türk siyasi-akademik elitleri arasındaki iş birliği üzerinden Kolej’in sağladığı entelektüel zeminde işleyen bir patikaya sahne oldu. Kolej arşivleri ve otobiyografik çalışmalardan edinilen bilgiler, bu bağlamda, Kolej’in Birinci Dünya Savaşı’ndan Soğuk Savaş’ın sonuna dek ABD’nin Türkiye’ye ilişkin politikalarının şekillenmesinde nasıl öncü bir rol oynadığını gösteriyor (Hamlin, 2014; Freely, 2018). Özellikle Türkiye açısından bir türbülans ve geçiş dönemi olan Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemde ABD’nin Türkiye’de kültür ve eğitim alanında yaptığı yatırım, kısa vadede kendisine siyasal zeminde etki alanı olarak geri dönerken orta ve uzun vadede ise geniş fırsatlar havuzu anlamına geliyordu.

Boğaziçi Üniversitesi'ndeki olaylarla ilgili paylaşımlar

Robert Kolej’in Kilit Rolü

Kolej’in eğitim kalitesinin 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başları itibariyle ABD’den gelen gerek eğitim kadrosu gerekse özel ve vakıf bağışları sayesinde kayda değer bir gelişim gösterdiğini görüyoruz (Gates, 1940). Yeni Cumhuriyet ile birlikte Türk elitlerinin ABD ile yakın bağ kurma isteği, türbülanstan henüz çıkarken yönetici elitlerin gözünde Kolej’in giderek artan prestijli konumuyla birleşen bir dinamiğe dönüşüyordu. Ki bunu, eğitimde sekülerleştirici reformlara olan derin inanç zemininden ayrı düşünmemek gerekir. Bu ise aynı zamanda Kolej açısından da bir iç dönüşüm anlamına gelen bir şey. Nitekim Tevhid-i Tedrisat ile beraber Amerikan kolejlerinin misyoner karakterinden koparılarak yeni eğitim sisteminin içerisinde emildiği yeni bir kurumsallıktan söz etmek mümkün. Ancak ne olursa olsun, gerek Kolej’in o dönemki başkanı Caleb Frank Gates’in Osmanlı hükümetinden Cumhuriyet yönetimine dek uzanan bir yakın dostluk silsilesi gerekse ama kesinlikle daha önemlisi ana iskeletinde Batılılaşma olan bir eğitim projeksiyonunda Kolej’in istisnai ve merkezi rolüne istinaden, hayatiyetini üstelik derinleştirerek koruduğunu görüyoruz (Erken, 2016). Elizabeth Huntington-Dodge’un anılarında belirttiği gibi: “toplumun dönüştürülmesinde, anlaşılıyor ki Cumhuriyet elitlerinin planlarında Robert Kolej’in kilit bir rolü vardı” (Huntington-Dodge, 1979). Benzer bir gözlem Gates’in 1926-27 yıllık raporlarında var. Nitekim bunun çok pratik karşılığı, Türkiye’deki yönetici elitlerin (politikacı, bürokrat, entelektüel ve aydınlar) hemen çoğunun çocuklarının eğitimlerine Kolej’de devam etmeleri durumunda aksediyordu (Freely, 2018). Soğuk Savaş politikası da ABD açısından siyasi-entelektüel elitler bazında benzer bir düzlemde anlaşılıyor ve pratize ediliyordu. Kolej, burada, merkezi pozisyonunu tahkim ettirirken, Ali Erken'in (2019) isabetli vurgusuyla, artık birtakım özel vakıflar (başlıcaları Rockefeller ve Ford vakfı) eliyle eğitim ve siyasal iletişime dönük büyük çaplı ve kurum inşası temelli uluslararası faaliyetler bütününün merkezi aktörlerinden birisine dönüşüyordu. Özellikle sekizinci başkanı Ballantine dönemi, bu anlamda hem uluslararası standartta bir okul hem siyasi-diplomatik bir kanal olma misyonu yüklüyordu kuruma. Bu ise esasen Eisenhower’ın özel vakıflara, dünyanın farklı bölgelerinde eğitim girişimlerinin güçlendirilmesi çağrısını somutlaştıran bir tarife işaret ediyordu. Ballantine bu misyonu Kolej’e atfederek, eğitimli entelijansiyaya -Marshall Planı’na benzer ölçekte- bir özel yatırım olmadıkça ABD’nin küresel liderliğe giden yolda önüne çıkacak meydan okumalara karşı dirençli duramayacağını belirten ifadesinden anlıyoruz (Ballantine, 1955). Nitekim bu bağlamda Türk adaylarına doktora yapmak için ABD’de bulunmasını mümkün kılan bir program önerdi. Zira Kolej artık “ithal” insanlar öncülüğünde ilerleyemezdi; Batılı ve liberal ruhunu koruyacak Türk akademik kadronun yetiştirilmesine ihtiyaç vardı. Söz konusu program için seçilen ve Harvard, Oxford, Cambridge ve MIT gibi üniversitelere doktora için gönderilen öğrencilerden bazıları şunlardı: Süheyla Artemel, Üstün Ergüder, Emre Gönensay, Ezel Kural, Ahmet Niyazi Koç. Beraberinde söz konusu vakıflar eliyle 1950 ve 60’lardan sonra sosyal bilimler araştırmaları için çeşitli akademisyenlere çok sayıda araştırma bursu sağlandı. Bunlar arasında; Yılmaz Altuğ, Ergun Özbudun, Suna Kili, Mete Tunçay, Deniz Baykal gibi isimler vardı (Erken, 2019).

John Marshall, Robert Kolej, Beyrut Amerikan, Kahire Amerikan gibi Yakın Doğu’daki Batılı eğitim kurumları vasıtasıyla öğretmenlerden onların öğretmenlerine ve “en yüksek düzeyde Batılı eğitime sahip olanlara” uzanmakta olan yeni bir bilgi hiyerarşisinin doğduğunu söylerken, buradan doğan insan sermayesi için “yaratıcı azınlık” tabirini kullanıyordu. İşte bu yüzden Kolej, Amerikan elitleri arasında da ciddi etki oluşturmayı başarmıştı. Öyle ki yüzüncü kuruluş yıldönümü mesajında John F. Kennedy Robert Kolej ve Amerikan Kız Koleji’ni, “eğitim ve Ortadoğu’daki dostlarımız nezdinde Amerika markasına büyük katkı sağlayan yapılar” olarak tarif edecekti. Özetle Kolej, salt bir eğitim girişiminden öte bir oluşum olarak; Türk siyasi-entelektüel elitlerine, öğretim üyeleri ve mezunlarıyla önemli bir entelektüel girdi sundu. Öyle ki, Sosyal Bilimler Bölüm Başkanı Peter Frank’ın ifadesiyle: “Robert Kolej, Türk devletine, Türkiye’nin en çok ihtiyaç duyduğu zamanda gerekli yetişmiş insan sermayesini sağladı”.

 

İdeolojik Durum

Yani Robert Kolej’den Boğaziçi’ne aktarılan süreklilik çizgisinde, üretilen entelektüel-fikirsel çıktı ve insan sermayesinin, Türk entelijansiyası ve elitleri açısından durduğu anlam zemini ve kapladığı istisnai ve imtiyazlı konumun farkında olmak gerekiyor. Sloganlardaki “Boğaziçi bizimdir” vurgusunu bu mündemiç boyutlu imtiyazlı birey/grup/kurum psikolojisi üzerinden tanımlamak mümkün. Belki bu son atamanın ilgili psikoloji açısından bir varoluş meselesi olarak algılanması, fakat aynı zamanda da bir meydan okuma kapasite testi olarak icra edilmesi, söz konusu afazik imtiyazlılık güdüsüne içkin bir şey.

Olayın siyasal ideolojik tarafı ise ayrıca dikkate değer. Çünkü artık başlı başına bir ideoloji halinde vücut bularak zaman içerisinde yeni bir çizgiye de evrilen, özellikle sosyal bilimlerin temel sahasını domine edecek bir fikri eklektizm şeklinde yansımasını buluyor bugün Boğaziçi akademik kadrolarında. Zaman içinde dönüşen bu yeni ideolojik durum, Marksizm’in şemsiyesinde farklı ideolojik çizgilerin eklektik biçimde birbirine angaje oldukları bir resme dönüştü. Temel zemin ise aynı kaldı: sekülerizm mayalı imtiyazlılık.

Boğaziçi Üniversitesi Haberi, AA

Dışlayıcılık Söylemi

Öyle bir hal ki bu, Türk solu açısından varılan genel noktayı da gösteren bir prototip sunuyor aynı zamanda: entelektüel derinlik/kapasite aşınması, siyasi liderlik problemi, kadro sıkıntısı. Yani, akademik literatürdeki teorik tartışmalardan gelinen nokta, sığ ve fanatik bir yeni-Kemalist refkleksin, içi boş sloganlarla bezeli düşük düzeyli ideolojik siyaset figürlerine dönüşmesi durumu. Türkiye’de mevcut iktidar karşıtlığından fazlaca zehirlenmiş olmakla solun bugün geldiği nokta, Gezi eylemlerinde ilk olarak billurlaşan, akabindeki siyasal-sosyal gelişmelerin hemen tamamında, son derece dar ufuklu bir pragmatik eklektizme “son çare” çaresizliğiyle başvuran bir ideolojik siyasetsizlik biçimi. Öyle ki, sınıfsal, sosyo-iktisadi, sosyo-kültürel zemini itibarıyla yukarıda Kolej dolayımında çerçevesi çizilen arka plandan gelen bir akademisyen figürünün, militan sol ile fikirlerde, söylemlerde ve eylemlerde buluşmasının tuhaf ve dahası hazin fotoğrafını veriyor. Bu çizgiye itiraz eden akademik kadrolar ise, bilimsel seviyesine bakılmaksızın zaman içinde dışlanıyor, doğrudan veya dolaylı baskılara uğratılıyor, küstürülüyor ya da uzaklaştırılıyor. Şerif Mardin, sonradan verdiği mülakatlarda bu boyutu net şekilde vurguluyordu. Keza Nilüfer Göle, Suna Kili, Nermin Abadan, Mim Kemal Öke gibi isimler, farklı ideolojik geçmişlerden gelmiş olmalarına karşın benzer bir sürece tabi kılınmış isimler.

Beraberinde daha farklı noktalar da var. Her türden bilimsel donanımına rağmen üniversitede akademisyen olarak istihdam edilebilmek şöyle dursun, sair zamanlarda lisans düzeyinde dahi farklı düşünen öğrencilere dönük ideolojik, kimlik-temelli ayrımcılık ve alaycı yaklaşımlar şeklinde tezahür eden bir jakoben zihnin bizatihi bazı öğretim üyelerince icra edildiği gerçeği halen daha yürüyor bu kurumda. Yine, 2008’de henüz tam çözülememiş olan başörtüsü meselesine dair Boğaziçili 119 akademisyenin imzaladığı bildirideki “türban-dini inanç-laik devlet” üçgeninden başörtüsüne özgürlüğün kriterini, limitlerini belirleyen ve buraya kendince bir “tolerans sınırı” ihdas eden bir anlayış, yine o imtiyazlı seçkinciliğin büyülü dünyasını kendisine kalkan yaparak meseleyi rasyonelleştirme yoluna gidiyordu (Independent Türkçe, 7 Ocak 2021). Bugün, protestolara ana rengini veren demokrasi, çeşitlilik, özgürlük ve çoğulculuğun rüzgarı böyle esiyor Boğaziçi sırtlarında.

En tuhaf ve ironik olanı ise, protestolarda bayraktarlığı çeken pankartların (Marksist Fikir Topluluğu, Devrimci Öğrenci Birliği, Devrimci Gençlik Birliği, Öğrenci Sendikası, Öğrenci Kolektifleri ortak organizasyonunda) ortak temasının Marksizm’in ideallerinden müteşekkil olması. Belki ironik fakat çelişik değil. Zira kuramsal bakımdan ayrıcalıklı konuma sahip bir siyasal idoeloji varsa bu, Marksizm’dir. Üstelik o toptancı, ütopyacı mahiyeti ve tüm vaat karlığıyla; ya da Kolakowski’nin tarifiyle, “20. yüzyılın en büyük fantezisi” olarak Marksist düşünce, tarihin en zalim sistemlerini doğuran teori olduğu gerçeğini de bu ayrıcalıklı konumu sayesinde uzun dönemler manipüle edebildi. Esasen halen daha akademik-entelektüel muhitlerin çoğunun bir tür Marksist işgal altında bulunması durumunu yaşamaya devam ediyoruz. Bundan etkilenenler ise işçiler değil. Eğitimliler ve eğitim serüvenlerinde mesela Boğaziçi’ndeki sosyal bilimler öğretmenlerinin fikri hülyalarından nasiplenen öğrenciler. Yani Marksist terminolojiyle: küçük burjuvazi.

Hasılı, son Boğaziçi protestolarına rasyonel zeminden yaklaşmak isteyen bir kişi için ne itirazlarda ne iddialarda ne taleplerde gerçeğini bulabilen bir reel karşılık çıkmıyor. Ancak belki de buna gerek yok. Belki de Boğaziçi için bunların bugün gelinen noktada hiçbir anlamı da yok. Bizim söylemeye çalıştığımız da zaten bu!


Etiketler »  

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası