Terörizm literatüründe sıklıkla referans gösterilen David C. Rapoport, modern terörizmi tarihsel seyrinde birbirlerinden ayrışan siyasal şiddet modellerine göre “dört dalga” halinde izah etmiştir. Dalgaların her biri bir kuşağı temsil ederken; her kuşak farklı bir ideolojiden (anarşist, anti-kolonyal, sosyalist ve dini köktencilik) esinlenip beslenmiştir. Birinci dalga, 1870’lerden başlayıp 1910’lara kadar süren, devrim maksatlı, devlet başkanlarını hedef alan, dinamitlerin kullanıldığı suikast eylemlerine tanıklık edilen “Anarşist Dalga”dır. İkinci dalga, 1920’ler ile 1960’lar arasında devam eden, sömürgeci yönetimleri yıkıp yeni devletler kurma gayesi taşıyan ve daha ziyade polisleri ve askerleri hedef alan, gerilla tarzı vur-kaç taktiklerinin yoğun kullanıldığı “Nasyonalist Dalga”dır. Üçüncü dalga, 1960’lar ile 1980’ler arası döneme damgasını vuran, kapitalist düzeni yıkmayı amaçlayan, özellikle ABD gibi hükümetlere odaklanan, korsanlık, kaçırma ve suikast eylemlerine başvurulan “Yeni Sol Dalga”dır. Dördüncü dalga ise, 1979’da başlayan ve 2020’lerin sonuna kadar devam edeceği öngörülen, “Küresel İslam Hilafeti” kurma niyet ve amacına binaen ABD, İsrail ve Avrupa’nın yanı sıra kitle iletişim ve ulaşım hatları ile halk meydanlarını hedef alan, intihar saldırıları ve hava ve kara taşıtlarının silah olarak kullanılmaya başlandığı “Dini Dalga”dır. Kısaca Rapoport, on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkan “Anarşist Dalga”, yirminci yüzyılın başlarında ve ortalarında zuhur eden “Nasyonalist Dalga” ve “Yeni Sol/Marksist Dalga” ile bunları müteakip gelişen ve günümüze kadar devam eden “Dini Dalga” üzerinden bir tarihsel terör okuması yapmıştır.
Rapoport’un geliştirdiği “terörizmin dört dalgası”, kavramsal, teorik ve ampirik boyutlarıyla terörizm çalışmalarına yön vermekle birlikte, en fazla eleştirilen yaklaşımlardan birisi olmuştur. Bu bağlamda terörizmin dalgalar halinde dönemlere hapsedilmesinin yanı sıra, dalgaların her zaman ampirik gerçeklikle örtüşmediği, terörist şiddeti keskin çizgilerle ayrıştırmak suretiyle tarihsel trendler üzerinden tasvir etmenin yanıltıcılığı dile getirilmiştir. Ayrıca Rapoport’un terörizmi dalgalar halinde sınıflandırırken, terör örgütlerinin tarihten aldıkları dersleri göz ardı ettiği ileri sürülmüştür. Zira ister yeni kurulsun isterse uzun zamandır varlık göstersin tüm terör örgütlerinin; diğer terör örgütlerinin bilgileri, deneyimleri, başarıları ve hatalarını gözlemleyip analiz ederek kendilerine has yeni taktikler, stratejiler ve hedefler geliştirdiklerine dikkat çekilmiştir. Mevzubahis dalgalardan ve eleştirilerden referansla, günümüzde terörizmin eş zamanlı farklı ideolojilerden beslenen ve yine siyasal şiddetin eylemselliğinden birbirleriyle örtüşen bir metodoloji benimsediği görülmektedir. Yine bu açıdan bakıldığında, devlet ve devlet-dışı silahlı aktörlerin aralarındaki ilişkinin eskisi gibi “örtülü” ve “gayrimeşru” addedilmediği görülmektedir. Daha açık bir ifadeyle, artık devletlerin devlet-dışı silahlı aktörlerle aralarındaki ilişki daha “aleni” ve “meşru gerekçelere” dayanmaktadır. Aktörler arasındaki ilişki eskiye nazaran gittikçe grileşmekte, bu da sınırların daha bulanık bir hale gelmesine yol açmaktadır. Nitekim literatürde “vekalet savaşları” olarak tanımlanan bu hakikat, bir taraftan aktörler arasındaki kirli ilişki ağını; diğer taraftan da terör örgütlerinin eylemlerine siyasi, askeri, diplomatik ve hukuki yönlerden nasıl meşruiyet kazandırıldığını göstermektedir.
Politik ve Kurumsal Boyutu
Türkiye özelinde değerlendirdiğimizde, Türkiye’nin farklı dönemlerde dört terör dalgasıyla da yüzleşmek zorunda kaldığına dikkat çekilmelidir. Bu anlamda Türkiye’nin farklı saiklarla kurulan, çok çeşitli motivasyonlarla hareket eden, insan kaynağı temini ve eylem yöntemleri itibarıyla son derece esnek ve koşullara hızla adapte olabilen terör örgütleriyle uzun soluklu ve çetin bir mücadele tecrübesi vardır. Nitekim Türkiye’de yaşam alanı bulan MLKP, DHKP-C, PKK, İBDA-C, Hizbullah gibi muhtelif ideolojik argümanlarla farklı hedef kitlelerine yönelen çok sayıdaki terör örgütünden bahsetmek mümkündür.
Peki Türkiye’nin bilhassa 1980’lerin başından itibaren giderek yoğunlaştığı odak konusu olan; iç, dış, güvenlik ve savunma politikalarını belirlerken önceliğini teşkil eden “terörizmle mücadele” stratejisi nasıl bir değişim seyri çizmiştir? Daha açık ve net bir izahla, “öğrenen terör örgütleri” karşısında, “öğrenen Türkiye” tablosu nasıldır? Bu tablonun bilhassa 2000’lerden itibaren önemli bir değişim sürecine girdiği görülmektedir ki, bunun nedeni gerek sınırlar içerisindeki ve gerekse sınırlar dışarısındaki aktörlerin ve faktörlerin ciddi bir dönüşüme uğramasıdır.
Türkiye’nin 2000’lerin erken dönemlerinde terörizmle mücadele politikasında değişikliğe gitmesi zarureti doğmuştur. Zira Türkiye’nin on yıllarca mücadele ettiği PKK terörü, özü itibarıyla Marksist Leninist bir ideolojiyle doğmuşken; tarihsel süreç içerisinde ulusal, bölgesel ve uluslararası konjonktürdeki gelişmelerden etkilenerek etnik-ayrılıkçı söylemi merkeze almıştır. Ne var ki milenyumun hemen başında gerçekleşen 11 Eylül terör saldırıları ve müteakiben İstanbul, Londra ve Madrid’i hedef alan saldırılar; sadece Türkiye’de değil, küresel ölçekte terörle mücadelenin seyrini değiştirmiştir. Bu minvalde, değişen güvenlik parametreleri en baştan tanımlanırken, tehdit ve risk odaklı analizler çerçevesinde askeri stratejiler ve teknolojiler yeniden kıymetlendirilmiştir. Bu süreç Türkiye’nin dünyadaki askeri-politik dönüşümü okumasını zaruri kıldığı ölçüde, askeri-politik dönüşüm ihtiyacına dair bir farkındalığın gelişmesine vesile olmuştur. Nitekim bu süreçle birlikte, Türkiye’nin ulusal güvenlik konsepti ve savunma doktrinini, çağın ihtiyaçlarına ve amaçlarına göre yeniden oluşturması gerektiği yönünde yükselen sesleri dikkate alan bir siyasi irade ortaya çıkmıştır.
Böylece siyasi irade, öncelikle ulusal güvenlik ve savunma stratejilerini belirleyen “sivil” ve “askeri” bürokrasi arasında bir denge kurma çabasına yönelmiştir. Ankara, sivil ve askeri alanların birbirleri üzerinde hükümranlık kurmasını engellemenin kafi gelmeyeceğini; eş zamanlı koordinasyon, yakın iş birliği ve müşterek karar alma mekanizmasının devreye sokulmasını sağlayacak bir reformasyon gerektiğini öngörmüştür. Bu öngörü, halihazırda dış, güvenlik ve savunma politikalarında yansımalarını bulan; Cumhurbaşkanlığı, Dışişleri Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığı, Genelkurmay Başkanlığı ve MİT arasında tesis edilen güçlü diyalog mekanizmasında açığa çıkmaktadır.
Stratejik Boyut
Ankara’nın terörizmle mücadelesinde değişen stratejik yaklaşımın en bariz ve somut kavramsallaştırması; “reaktif strateji”den, “proaktif strateji”ye geçiştir. Bu anlamda artık Ankara’nın “beklegör” yahut “saldırıya mukabelede bulunma” yöntemlerini geride bıraktığı; tehdidi kaynağında gidip bulma ve yok etme anlayışını benimsediği görülmektedir. Mevzubahis yaklaşımın sahadaki yansıması; Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı operasyonları ile tescillenmiş, Pençe Harekatı ile dışarda, Kıran 1-2-3 ve en son Kıran-4 Harekatı ile de içerde yoğun bir biçimde devam etmektedir.
Söz konusu stratejinin hayata geçirilmesi ve işlevselliği, Türkiye’nin istihbari ve operasyonel kabiliyetlerini güçlendirmesini elzem kılmıştır. Bu doğrultuda askeri sistem, savunma yöntemi, iç güvenlik sisteminin işleyişi, TSK-MİT müşterek harekatı, entegre güvenlik ve savunma mekanizması vb. husus ve alanlarda reorganizasyon ve reformasyon gerçekleştirilmiştir. Özellikle güvenlik sektöründe hayata geçirilen reformlar Türkiye’nin terörizmle mücadelesini daha sistematik bir boyuta taşımıştır.
Ayrıca bu hususta Türkiye’nin güvenlik algıları, risk haritaları, beka kaygıları ile ulusal çıkarları doğrultusunda; devlet ve devlet-dışı silahlı aktörlerin öznesi olduğu tehdit skalasını kavramsal içeriği, imkan ve kabiliyetleri ile aktörün kısa, orta veya uzun dönemli hedefleri üzerinden yeniden analiz etme çabasında olduğu görülmüştür. Bu çabanın bir ayağı olarak; MİT’in sınır ötesi istihbarat faaliyetlerini yoğunlaştırdığı, sahada daha aktif olmak suretiyle daha güçlü bir enformasyon ağı kurduğu ve yine istihbarat analizi yeteneklerini genişletip güçlendirecek şekilde insan kaynağı yatırımına ağırlık verdiğinin altı çizilmelidir. Nitekim istihbari analizler, Ankara’nın tehdidin (nicelik ve nitelik bakımından) kabiliyetleri ve bu kabiliyetleri kullanabilme yeteneği hakkında daha fazla bilgi sahibi olmasını sağladığı ölçüde; karar alma sürecinin daha sağlıklı ve sonuç alıcı şekilde neticeleneceği aşikardır.
Teknolojik Boyut
Ankara, Türkiye’nin uzun süredir terörizmle mücadele politikasında karşılaştığı en büyük çıkmazlardan birisi olarak savunma kapasitesinde yaşadığı kısıtlılığı kaldırma arayışına yönelmiştir. Zira ABD başta olmak üzere diğer NATO müttefikleri ile yaşadığı çıkar uyuşmazlıklarının bedeli Türkiye için her zaman ağır olmuştur. Bu anlamda Ankara’nın, NATO gibi bölgesel ittifaklara sadakatini korumakla birlikte; bilhassa beka kaygısı taşıdığı kritik ehemmiyet arz eden güvenlik ve savunma mevzularında “bağımsız” bir statüye kavuşma arzusu taşıdığı görülmüştür. Söz konusu bağımsızlığa erişmek, Ankara’nın sadece NATO dışındaki alternatif aktörlerle iş birliği yapacağı anlamı taşımamıştır. Aksine Ankara’nın herhangi bir tek kaynağa bağımlılığı engellemek adına, tedarikçi yelpazesini yurt dışında çeşitlendirirken; yurt içinde de mevcut ve yeni tedarikçileri cesaretlendirme ve teşvik etme mantığına dayanmıştır. Böylece Ankara, Türkiye’nin kendi öz savunmasını yapabilecek imkan ve kabiliyetlere erişeceğini varsaymıştır. Nitekim bu varsayım, bugün gerçeğe dönüşmüş; TSK’nın ihtiyaçlarının yüzde 60’ından fazlasını yurtiçi kaynaklarla karşılayabilen bir seviyeye erişilmiştir. Ankara, savunma bürokrasisini bir taraftan kurumsal reformasyona tabi kılıp Cumhurbaşkanlığı’na bağlarken; diğer taraftan da Türk savunma sanayiini de ayağa kaldırarak, teknoloji üstünlüğü ve küresel rekabetçilik politikalarını realize etmeye doğru yol almıştır.
Türk savunma sanayiinin ürün yelpazesi ve ihracat rakamlarındaki artış, kat edilen mesafeyi kanıtlarken; Türkiye’nin yerli ve milli savunma ürünlerini terörle mücadele kapsamında yürüttüğü iç ve dış operasyonlarda kullanması, hem kurumsal itibar hem sahadaki özgüven açısından ziyadesiyle yararlı olmuştur. Nihayetinde devlet-dışı silahlı aktörlerin teknolojiye erişimlerinin eskiye nazaran çok daha hızlı ve kolay olduğu (örneğin İHA sürü saldırıları) dikkate alındığında, Türkiye’nin teknolojik üstünlüğü ihmal edecek lüksü bulunmadığı her daim hatırda tutulmalıdır.
Sosyo-Kültürel Boyut
Ankara’nın 2000’lerin başından itibaren terörizmle mücadele politikasında çok boyutlu bir yaklaşımı temel aldığını söylemek mümkündür. Bu yaklaşımın bir gereği olarak, Ankara’nın salt sert güç uygulamalarına başvuran bir Türkiye algısını yıkmak istediği; aksine yumuşak güç araçlarını önemseyen, kuşatıcı ve kapsayıcı bir pozisyonu öncelediği görülmüştür. Bu maksatla Ankara’nın bir yandan terörist unsurları etkisiz hale getirmeye çalışırken; diğer yandan da terör örgütlerinin eleman ve sempatizan kazanma süreçlerini engellemeye dönük tedbirler geliştirdiğine tanıklık edilmiştir. Başka bir yönüyle Ankara, PKK/YPG/PYD terör örgütünün siyasi ve askeri uzantıları tarafından uygulanan radikalleştirme projelerine karşı “önleyici” ve “ön alıcı” tedbirleri geliştirmenin ne kadar hayati olduğunun idrakiyle; sosyal, kültürel ve eğitsel alanlarda açılımlar yapmaya başlamıştır. Örneğin kitle iletişim araçlarına dil serbesti tanınması, bu açılımlardan birisidir.
Sonuç olarak Ankara’nın özellikle son on sekiz yıllık terörizmle mücadele politikasında, sert ve yumuşak güç unsurlarının birbirlerine eklemlendiği bir model benimsediği görülmüştür. Bu durum terörizmle mücadelede Türkiye’yi daha etkin bir ülke haline dönüştürmektedir.