Türkiye ve ABD ilişkileri, tarihinin hiçbir döneminde mükemmel olmamıştır. Türkiye’nin NATO’ya üyeliği ile ilişkilerin stratejik rasyonelitesini, iki kutupluğunun neden olduğu jeopolitik öncelikler belirlemiştir. Bu dönemde Türkiye, ulusal güvenlik kültürünün şekillenmesinde baskın olan Sovyetler Birliği tehdidi üzerinden ABD ile ilişkilerini tanımlarken, ABD de Türkiye’yi Sovyetlerin çevrelenmesi stratejisinin ayrılmaz bir parçası olarak, pasif bir oyuncu şeklinde konumlandırmıştır. Soğuk Savaş dönemindeki ortak tehdit algısına rağmen 1960 sonrasında stratejik konulardaki ayrışma, iki ülkeyi sürekli bir biçimde karşı karşıya getirmiştir. 1961’deki Küba Krizi’nde Washington’ın Ankara’ya yönelik tavrı ile daha sonrasında yaşanan Johnson Mektubu krizi, iki ülkenin dış ve güvenlik politikalarında bir uyumun olmadığını kanıtlayan en önemli gelişmeler olarak öne çıkmıştır. Türkiye’nin Kıbrıs Barış Harekatı ile zirve noktasına ulaşan ambargo kriziyle derinleşen stratejik ayrışma, Soğuk Savaş’ın neden olduğu kısıtlayıcı stratejik ortam nedeniyle yönetilebilmiş ancak ilişkiler bir kriz yönetimi ekseninde inişli çıkışlı bir seyir izlemiştir. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte sistemik koşullarda meydana gelen köklü değişimler ile bölgesel ve iç dinamiklerde yaşanan dönüşümler ilişkilere doğrudan yansımıştır.
Soğuk Savaş sonrası dönemin ilk on yılında bölgesel krizlerin neden olduğu yeni jeopolitik ortam Türkiye’nin stratejik konumunu “kanat” ülkeden “cephe” ülkeye doğru çevirirken Türk-Amerikan ilişkileri de bu yeni konumlanmadan doğrudan etkilenerek adı konmayan yeni bir gerginlik dönemine girmiştir. Bu dönemde stratejik konularda yaşanan ayrışmalar olsa da ilişkiler yönetilebilir bir seviyede kalmaya devam etmiştir. 11 Eylül sonrası, ABD’nin küresel ve bölgesel ölçekli yeni güvenlik stratejisini devreye sokmasıyla ortaya çıkan yeni bölgesel jeopolitik hareketlilik ise, ikili ilişkilerin ağırlık merkezini yeniden güvenlik eksenine yerleştirmiştir. Ancak diğer dönemlerden farklı olarak 11 Eylül sonrası süreç, Türkiye’nin dış politikada kendisini yeniden konumlandırarak köklü bir dönüşümün yaşandığı bir döneme rast gelmiştir. Bu dönüşüm Türk-Amerikan ilişkilerinde yeni bir tarihsel döngünün ortaya çıkmasına neden olurken, ilişkilerin karakteristik özelliklerini derinden etkilemiştir.
Türk Dış Politikasının Dönüşümü
2002 sonrası Türkiye’nin dış politika dönüşümünün yaşandığı üç temel düzey söz konusu olmuştur. Bunlardan birincisi, Türkiye’nin uluslararası ölçekte yeniden konumlandırılmasıyla ilgilidir. Soğuk Savaş döneminin pasif oyuncusundan güç statüsünü değiştirmek isteyen aktif bir bölgesel oyuncuya dönüşme amacına matuf olan bu yeniden konumlandırma, Türkiye’nin uluslararası angajmanlarını transatlantik jeopolitik kuşağının ötesine yerleştirmiştir. Kendisini sadece Atlantik düzenin bir parçası görmekle sınırlı tutmayan yeniden konumlandırma pratiği Türk dış politikasında yeni bir dönemin başlamasını beraberinde getirirken, geleneksel dış politika pratiklerinde de bir dönüşümün ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Sütunlardan ikincisi, Türkiye’nin bölgesel dış politika felsefesi ve pratiklerinde yaşanmıştır. Özellikle 2003 Irak işgaliyle başlayan Ortadoğu ölçekli değişim, Türkiye’nin bölgede daha etkin bir rol oynamasına imkan tanırken, birçok yeni dış politika pratiğinin de devreye girmesini sağlamıştır. İsrail ve Suriye arasındaki kolaylaştırıcılık rolü, İran nükleer müzakerelerinde alınan inisiyatif ve Suriye ile normalleşen ilişkiler, Türkiye’nin bölgesel dış politika profilinde köklü bir değişimin ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Sütunlardan üçüncüsü ise iç politikada yaşanan dönüşümden oluşmaktadır. AK Parti’nin iktidara gelmesiyle birlikte başlayan tek parti iktidarı, bir taraftan siyasi istikrarı sağlarken, öte yandan da dış politika karar alma serbestisini ortaya çıkarmıştır.
Türkiye’nin Yükselen Güç Profili
Üç düzeyde yaşanan dönüşüm, Arap Baharı’na kadar süren dönemde bir şekilde krizlerin yönetilmesini sağlarken, Türk-Amerikan ilişkilerinin genel çerçevesinde, bölgesel dinamiklerle iç politika dinamiklerinin daha baskın bir karakter kazanmasını da beraberinde getirmiştir. Bu dönemde belirgin şekilde dönüşen uluslararası sistem de Türkiye’nin yükselen güç profilinin yansıtabileceği daha serbest bir ortam sağlamıştır.
Arap Baharı ile birlikte Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da başlayan yeni süreç ise Türk-Amerikan ilişkilerinde önceki dönemlerden çok daha farklı bir konjonktürün ortaya çıkmasını sağlarken, ilişkilerde daha önce olmayan dinamiklerin, ikili ilişkilerin merkezine yerleşmesine neden olmuştur. Böylece ikili ilişkilerde, Arap Baharı’nın başlangıcında var olan hava dağılarak, ilişkileri konjonktürel krizlerden, çözümü daha zor yapısal sorunlara hapsetmiştir. Özellikle Suriye krizinin derinleşerek bölgesel bir rekabete dönüşmesiyle, YPG-PYD eksenli DEAŞ karşıtı bir stratejiyi devreye sokan ABD, Türkiye için yakın tehditlerin üretiminde asli aktörlerden biri haline gelmiştir. 15 Temmuz Darbe Girişimi’yle açığa çıkan yönetimin tavrıyla birlikte ilişkilerdeki müphemlik daha derin bir güven krizine dönüşürken, Fetullahçı Terör Örgütü’nün elebaşı Gülen’e ev sahipliği yapılması, ilişkilere ağır bir darbe vurmuştur. S-400 sistemlerinin Rusya’dan tedariki sonrası Trump yönetimi tarafından devreye sokulan CAATSA yaptırımları, Türk-Amerikan ilişkilerindeki var olan krizin yapısal bir karaktere bürünmesine neden olmuştur.
Sonuç olarak Suriye krizindeki ABD tavrı, Türkiye’yi askeri operasyonel düzeyde Rusya ile birlikte çalışmaya zorlarken, S-400 ise Moskova-Ankara ilişkilerini birçok konuda uzlaşı olmasa da siyasi olarak yakınlaştırmıştır. Dolayısıyla Soğuk Savaş’ta güvensizliğin ana kaynağı Sovyet Rusya iken Arap Baharı sonrası güvensizliğin kaynağı bizatihi ABD olmuştur.
Türk-Amerikan İlişkilerini Tamir Etmek Mümkün mü?
Kısa tarihsel süreç dikkate alındığında ve var olan sorunların neden olduğu hasara bakıldığında, Türk-Amerikan ilişkilerinin nasıl tamir edileceği hala önemini koruyan bir soru olarak ortada durmaktadır. Bu sorunun daha anlamlı bir zeminde tartışılabilmesi için ise yeni bir ilkesel çerçeveye ihtiyaç vardır.
Bu ilkesel çerçevenin ilk unsurunu, ilişkileri tanımlayan yeni ve rasyonel bir kavramsal çerçevenin inşa edilmesi oluşturmalıdır. Bu anlamda gerçekleşmesi pek mümkün olmayan “stratejik ortaklık” veya “model ortaklık” gibi kavramlar yerine Türk-Amerikan ilişkilerinin karakterini tanımlayan bir çerçevenin ortaya koyulması gerekmektedir. Buradaki temel kriter ise Türkiye’nin özerkliğine saygı duyan, asimetrik olmayan ve mutlak olmasa da dengeli bir ilişki biçimini ifade eden kavram ya da kavramların geliştirilmesidir. Yeni dönemin ortaya çıkardığı stratejik ortam ve Türk dış politikasının değişimi dikkate alındığında “karşılıklı pragmatizmin” merkeze alındığı daha rasyonel bir çerçeve oluşturulabilir.
İkinci unsur ise ilişkilerin kavramsal çerçevesi ile dış ve güvenlik siyasetine dair pratiklerin uyumlu olmasıdır. Hem tutarlı bir kavramsal çerçeveden yoksun hem de saha gerçekliğinden uzak bir ilişkinin sürdürülebilir olması da pek mümkün değildir. ABD’nin Türk savunma sanayiine uyguladığı ambargo ile YPG’ye verdiği destek, söz konusu durumun kristalize olması bakımından son derece önemlidir.
Türk-Amerikan ilişkilerinin tamir edilmesinde dikkate alınması gereken bir başka husus ise sürdürülebilirliktir. Kavramlardan yoksun, gerçekliklerden uzak bir ilişkiyi sürdürülebilir hale getirmek için anlaşmazlık konularının en az iki taraftan birinin doğrudan birincil çıkarlarına zarar vermemesi gerekir. Örneğin, YPG’ye yönelik Amerikan desteği, Türkiye’ye yönelik doğrudan bir güvenlik ve terör tehdidine neden olmaktadır. Bu durumun devam etmesi ilişkilerinin tamirini zorlaştırmaktadır. Öte yandan anlaşmazlıkların yaşandığı dönemlerde ilişkileri çöpe atan (karşılıklı olarak) veya yakınlaşma dönemlerinde ilişkilere aşırı anlam yükleyen bir anlayış, sürdürebilirlik anlamına gelmemektedir. Bu üç unsur üzerinde Türkiye ve ABD belirli bir uzlaşı oluşturabildiği takdirde sorunların daha gerçekçi konuşulması mümkün hale gelebilir.
Türkiye’nin yükselen güç profilini ve dış politika aktivizmini görmezden gelen ve bölgesel değişim dinamiklerini Türkiye’yi kenara iterek anlamaya çalışan bir dış politika stratejisinin, pandemi sonrasındaki dünyada başarılı olması pek mümkün değildir. Daha önemlisi, Türkiye’nin müdahil olduğu bölgesel meselelerde, Ankara’yı görmezden gelmenin jeopolitik maliyeti, Türkiye-ABD ilişkilerinin tarihsel döngüsünü tamamen değiştirebilir.