Kriter > Siyaset |

Türkiye’de Göçmen Karşıtlığı ve Zenofobik Popülizm


Önce Kemal Kılıçdaroğlu, sonrasında ise Ümit Özdağ’ın katkılarıyla göçmen karşıtlığı ve zenofobik popülizm, muhalif siyasetin yeni normali haline geldi. Bu noktada Erdoğan, şahsi karizması ve duruşuyla meseleyi daha rasyonel ve insani bir zeminde yürütmeye çalışıyor. Ancak muhalefetten yapılan popülist çıkışlar, seçmenlerin de talep ve beklentilerini dönüştürdü.

Türkiye de Göçmen Karşıtlığı ve Zenofobik Popülizm

Göç ve göçmen meselesi, Avrupa siyasetinin çözülemeyen bir sorunu olmayı sürdürüyor. Nitekim önce Avrupa Parlamentosu, ardından Fransa ve Birleşik Krallık’ta yapılan seçimlerin en önemli gündem maddelerinden biri de göç ve göçmenlerdi. Zira gerek Avrupa geneli gerekse söz konusu iki ülkede gerçekleştirilen seçimlerin sonuçları, popülist partilerin merkez siyaset ile mücadelesinde göçmen karşıtlığının onlara başarı kazandıran en önemli mesele olduğunu ortaya koyuyor. Sağ veya sol fark etmeksizin başta ekonomi olmak üzere neoliberal politikaları savunan Avrupalı merkez partiler, seçmenlerin sorun ve taleplerini karşılamakta yetersiz kalırken, özellikle göç konusunda ya popülist partilerin söylemlerini başarısız bir şekilde taklit ediyorlar ya da seçmenlerinin bu konudaki şikayetlerini ideoloji ve değer odaklı ezberler ile geçiştiriyorlar. Bu da doğal olarak popülist partilere alan açıyor.

Öte yandan Avrupa’daki bu durum çok da yeni değil. Çoğu Avrupa ülkesinde uzun yıllardır merkez dışı popülist partiler, göçmen karşıtı ve hatta yabancı düşmanı bir söylem ile siyasette varlıklarını sürdürüyorlar. Hatta toplumsal ve ideolojik kökenleri 20. yüzyıla kadar dayanıyor. Ancak 21. yüzyıl ve özellikle de 2010’lardan itibaren, başta ekonomik kriz ve ani göçmen akışı olmak üzere geleneksel merkez partilerin yönetmekte zorlandığı meseleler, merkez dışı popülist partilere ivme kazandırdı ve söz konusu güçlü ivmelenmeyle liberal siyasi düzenin en önemli sınaması haline geldiler. Hatta yakın dönemde popülist partiler, nüfus açısından küçük ülkelerde tek başlarına veya hükümet ortağı olarak iktidara gelmeyi başardılar. Neredeyse tüm Avrupa ülkelerinde merkez dışı popülist partiler, oy oranı olarak ilk üç partiden biri olmayı başardı. Benzer şekilde eskiden Avrupa Parlamentosu’nda birkaç sandalye ile temsil edilirken en son seçimde geleneksel merkez sağ ve sol gruplara yaklaşan bir toplam sandalye sayısı elde etmeyi başardılar. Avrupa’nın en büyük ve güçlü demokrasileri; Almanya, Birleşik Krallık ve Fransa’da ise seçim sistemleri sebebiyle henüz iktidara gelmeyi başaramasalar da göçmen karşıtı zenofobik popülistler, aldıkları oy oranları ve halk nezdinde seçimden seçime artan popülariteleri bu durumun çok uzak olmayan bir gelecekte değişebileceğini gösteriyor.

Liberal demokrasinin, Avrupa’daki en önemli temsilcilerinde dahi tehlike altında olduğu bu şartlar altında zenofobik popülizm, Avrupa’dan tüm dünyaya yayılmış durumda. ABD’den Hindistan’a, Latin Amerika’dan Asya-Pasifik’e kadar dünyanın neredeyse tüm seçimli sistemlerinde genelde popülizm, özelde ise zenofobik popülizm, siyaset kurumu ve özellikle de liberal demokrasi karşısında yükselen bir itirazın en önemli temsilcisi durumunda. Türkiye’de de durum ne yazık ki farklı değil.

 

Bir Çekim Merkezi Olarak Türkiye

Türkiye, tarihsel olarak göç bağlamında hem bir çekim merkezi hem de bir geçiş bölgesi konumunda. Özellikle de Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde yaşanan toprak kayıplarının ardından başta Balkanlar, Kırım ve Kafkasya’daki Türkler ve diğer Müslüman topluluklar, Anadolu’yu güvenli bir liman olarak gördü. Bu durum Cumhuriyet döneminde de değişmedi. Önce mübadele ile sonrasında ise çeşitli büyüklükteki kitleler ve bireyler, Türkiye’ye göç etmeye devam etti. Bu süreç içerisinde ise Türkiye, özellikle Avrupa’ya iş gücü temelinde göç verdi.

20. yüzyılın sonlarına doğru ise Birinci Körfez Savaşı ve akabinde Saddam Hüseyin’in Kuzey Irak’ta yaşayan Kürtlere yönelik saldırıları ile birlikte Irak’tan 1988 ve 1991’de büyük bir kitlesel Kürt göçü gerçekleşti. Yine aynı yıllarda, 1989’da ise Türkiye, bu sefer Bulgaristan’daki asimilasyon politikası neticesinde ülkeden ayrılan Türklerin göç ettiği ülke oldu. Bu kısa sürede yüzbinlerce kişi Türkiye’ye göç etti. 1990’larda ise Yugoslavya’da yaşanan iç savaş ve soykırım sürecinde de Boşnaklar ve Kosovalı Arnavutlar Türkiye’ye göç etti.

2010 sonunda Arap Baharı başladığında ise Türkiye, siyasi ve ekonomik anlamda oldukça istikrarlı ve güçlü bir yapıya sahipti. Ekonomik anlamda hızla büyüyen, siyasal anlamda 8 yıllık bir istikrarlı hükümete, aksamalar yaşasa da yüzyıla yaklaşan demokratik ve laik bir cumhuriyete sahipti. Bu açıdan Türkiye, Ortadoğu’daki Müslüman ülkeler için “model” konumundaydı.

Ancak Suriye’deki ayaklanma çok aktörlü ve terör örgütlerine de alan açan bir iç savaşa dönüştü. Rusya, ABD ve İran başta olmak üzere yabancı ülkelerin de savaşa dahil olmasıyla birlikte çatışmalar ve sivil kaybı hızlı bir şekilde artmaya başladı. Bu sebepten dolayı da Suriyeli siviller, özellikle de rejime muhalif grupların kontrolündeki bölgede yaşayanlar, komşu ülkelere göç etmeye başladılar. Nitekim 2013 ile birlikte hızlanmaya başlayan göç, 2014 ve 2015’te zirveye ulaştı. Türkiye ise hem iç çatışmanın yaşandığı bölge hem de en uzun sınır komşusu olması sebebiyle Suriyeli göçmenlerin bir numaralı varış noktası oldu.

Türkiye, yukarıda da bahsedildiği gibi Suriye’deki göç krizi ile birlikte özellikle Ortadoğu’dan Avrupa’ya yönelik göçmen geçişinin bir numaralı güzergahı haline geldi. Ancak bunun da ötesinde gerek coğrafi konumu, gerek sosyoekonomik ve sosyokültürel açıdan kalkınmışlığı gerekse Balkanlar ve Ortadoğu ve hatta Kuzey Afrika ile Osmanlı İmparatorluğu’ndan miras kalan tarihi ve toplumsal bağlarıyla uzun zamandır göç çekim merkeziydi. Nitekim Suriye krizinden önce de Türkiye, komşu ülkelerden zorunlu göçün varış hedefiydi.

Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ
Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ Isparta'da ziyaretlerde bulundu. (Yalçın Çelen / AA, 17 Mart 2024)

 

Türkiye’nin Açık Kapı Politikası ve Erdoğan’ın İnsani Duruşu

Bu süreç içerisinde ise Türkiye açık kapı politikası izledi. 2014 itibarıyla Cumhurbaşkanı, onun öncesinde ise başbakan olan Erdoğan, bu politikayı “İslam medeniyetinin yüklediği sorumluluk” söylemi ile açıkladı. Pozitif ve kapsayıcı söylemini ise “Suriyeli kardeşlerimiz” ve “Ensar-Muhacir ilişkisi” gibi kavramlar üzerine inşa etti.

Ancak özellikle 2015 ile birlikte Türkiye’nin kapasite olarak zorlanması ve kaçak göç yolları başta olmak üzere göçmenlerin Türkiye’den Avrupa’ya geçiş yapması, buna ek olarak özellikle Ege Denizi ve Akdeniz’de göçmenlerin hayatlarını kaybetmeye başlaması ile birlikte mesele insani bir krize dönüştü. Erdoğan bu sırada sık sık Avrupa’yı Suriye’de yaşananlara karşı “sorumsuzluk” ile suçluyordu.

Öte yandan göçün insani bir krize dönüşmesi ile birlikte AB, Türkiye ile Mart 2016’da düzensiz ve kaçak göçü engellemek üzerine bir anlaşma imzaladı. Bu anlaşmaya göre AB, Türkiye’ye maddi yardım sağlayacak, üyelik müzakerelerini ivmelendirecek ve bir dizi diğer meselede pozitif adım atacaktı. Türkiye ise düzensiz ve kaçak göçün engellenmesi için çabalayacak ve kaçak yollarla Yunan adalarına geçiş yapan göçmenleri geri alacaktı. AB de bunun karşılığında yasal yollar üzerinden aynı sayıda göçmeni kabul edecekti.

Bu anlaşma Türkiye iç siyasetinde göç meselesini krize çeviren başlıca sebep oldu. Zira halihazırda AK Parti ile başta ana muhalefet partisi CHP olmak üzere diğer partilerle arasında açık kapı politikası bazı tartışmalara sebep olsa da artan ve milyonlara ulaşan göçmen sayısı ve hükümetin AB ile yaptığı anlaşma, meseleyi kriz noktasına taşıdı. Zira dönemin CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, 2014’te 1.5 milyona ulaşan göçmeni kabul etmenin “ihanet” olduğunu iddia etmişti. Dolayısıyla göç ve göçmenler, Türkiye’nin sosyal ve ekonomik boyutlarından ziyade siyasi bir kriz haline dönüştü.

 

Türk Siyasetinde Göçmen Karşıtlığı ve Zenofobik Popülizm

Oldukça net bir şekilde söylenebilir ki CHP ve o zamanki genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Türkiye’ye başlayan göçün bazı toplumsal kesimlerde rahatsızlık oluşturmaya başlamasından itibaren tamamıyla göç ve göçmen karşıtı bir pozisyon edindi ve bunu özellikle seçimlerde zenofobik bir söylem ile kullandı. Öyle ki her ne kadar partisi siyasal açıdan zaman zaman daha çözüm odaklı ve kapsayıcı çalışmalar yapsa veya Kılıçdaroğlu bazı anlarda özellikle Suriyelilere yönelik pozitif çıkışlar yapsa da süreç içerisinde bunlar istisna olarak kaldı.

Bu noktada Kılıçdaroğlu’nun göçmen karşıtı pozisyonu farklı gerekçelerle açıklanabilir. Muhalefette olması, AK Parti’nin dini referanslar kullanması sebebiyle seküler tabanının bundan rahatsızlık duyması, dış politikada göçmenlerin araçsallaştırıldığı iddiası, göçmenlerin entegrasyonu meselesi, ekonomi ve güvenlik gibi farklı sebepler burada sayılabilir. Bunların haklılığı veya haksızlığı, doğruluğu veya yanlışlığı bir yana, buradaki asıl problem, sosyal demokrat olma ve sol değerleri temsil etme iddiasındaki bir partinin lideri olarak Kılıçdaroğlu’nun “insan dışılaştırma”ya (dehumanization) varan zenofobik söylemleri ısrarla kullanması ve göçmenleri toplumsal bir hedef ve nefret objesi haline getirmesiydi. Zira Kılıçdaroğlu, Suriye’deki iç savaşın kitlesel göçü tetiklemesinin ardından Erdoğan ve AK Parti’nin pratik anlamda tamamen insani bir yaklaşım sergilediği ortadayken asla bu politikayı desteklemedi. Aksine Avrupa’daki zenofobik popülist söylemleri kopyalayarak göçmen karşıtlığını iç siyasette Erdoğan karşısında kazanım elde etmek için kullandı.

Kılıçdaroğlu’nun bu tavrı doğal olarak diğer muhalif aktörlere de alan açtı. Bu noktada ilk olarak İYİ Parti, milliyetçi söylemler ile göçmen karşıtlığı ve zenofobik popülizmi entegre ederek siyasal söylemlerinde ön plana çıkardı. Ancak Türkiye’de aşırıcı zenofobik popülizmin tüm karakteristik özelliklerini taşıyan aktör Ümit Özdağ ve Zafer Partisi oldu. Tamamen Avrupa’daki örneklerin söylem ve stratejisini kopyalayan Özdağ, kendisine emsal teşkil eden öncüllerin ayak izlerini takip ederek özellikle sosyal medyada popülarite kazandı. Üstelik 2023 seçimlerinde de görüldüğü üzere kendisini oy oranının ötesinde bir ağırlıkla aktörleştirirken göç ve göçmen meselesini de gündemin üst sıralarına taşımayı başardı. Bunu yaparken de başta Kılıçdaroğlu olmak üzere muhalif aktörlerin göçmen karşıtı söylemlerinin sertleşmesini sağladı.

Netice itibarıyla önce Kılıçdaroğlu, sonrasında ise Özdağ’ın katkılarıyla göçmen karşıtlığı ve zenofobik popülizm, muhalif siyasetin yeni normali haline geldi. Bu noktada Erdoğan, şahsi karizması ve duruşuyla meseleyi daha rasyonel ve insani bir zeminde yürütmeye çalışıyor. Ancak muhalefet cenahından yapılan popülist çıkışlar, seçmenlerin de talep ve beklentilerini dönüştürdü. Dolayısıyla zenofobik popülizmin farklı bağlamda olsa dahi Türk siyasetinde yükselişe başladığı ve Avrupalı öncüllerinin ayak izlerini takip ettiği söylenebilir. Öte yandan Avrupa ile aradaki mesafenin Erdoğan’ın güçlü liderliğinin bir eseri olduğu, Erdoğan sonrası dönemde bu mesafenin hızla kapanabileceği net bir biçimde öngörülebilir.

 


Etiketler »  

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası