Türkiye ile AB arasında imzalanan geri kabul ve vize serbestisi anlaşmasının hayata geçmesinin mümkün olmadığına dair yaygın bir kanaat oluşmuş durumda. Vize serbestisi anlaşmasının neden yürürlüğe girmeyeceğine yönelik pek çok yorum yapıladursun, anlaşmada varılan son durum bu sorunun Türkiye ile Avrupa arasında teknik bir mesele olmadığını, aksine vizenin psikolojik bir bariyer olduğunu bizlere gösteriyor. Peki, bu bariyeri yaratan faktörler nelerdir ve Türkiye nerede hata yaptı?
Türkiye’nin Batı ile kurduğu ilişkinin arz ettiği hegemonyal karakter, Batı ile ilişkilerde Türkiye’nin önündeki en büyük psikolojik duvar olarak karşımızda duruyor. Bu duvar bir yandan Türk insanını Avrupalının üstünlüğüne ikna ederken aynı zamanda Avrupalıyı da Türk’e karşı üstünlüğüne inandırıyor. Vize asimetrisi Türk insanını Avrupalı karşısında ikincilleştiren psikolojik duvarların en önemlilerinden birisi. Bu, konsolosluk kapılarında örülmeye başlayan, vize başvurusunda tahkim edilen ve korku ile ümit arasında süren bir vize beklentisi sürecinde artık aşılmaz hale gelen bir duvar. Avrupa ülkelerinden alınan vize bir ihsan ve lütuf nevinden bir şeydir ve Avrupalı tarafından tenezzülen verilir! Buna mukabil Avrupalı için böyle bir sorun söz konusu değildir. Ekserisi Türkiye’ye vizesiz girebilen Avrupalıların vize almak durumunda olanları için vize uçaktan iner inmez kolayca elde edilen bir formaliteden ibarettir. Hele ki bir Alman vatandaşının pasaporta dahi ihtiyaç duymadan Türkiye’ye seyahat edebildiğini unutmayalım. Dolayısıyla vize asimetrisi konusunda ortaya konulan gerekçeler her ne olursa olsun, bu ilişkinin tesis ettiği en önemli şey sınıfsal bir alt-üst şuurudur. Bu şuur her kuşakta yeniden üretilmektedir.
Geri kabul anlaşması karşılığında vize serbestisi sözü alan Türkiye kamuoyu, bu anlaşmanın suya düşeceğine yönelik yaygın bir inanışa sahipti. Buna mukabil dönemin başbakanı Davutoğlu’nun Haziran ayı itibarıyla vize serbestisinin yürürlüğe gireceğine olan inancı pek çoklarına “Acaba?” dedirtti. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın vize anlaşmasının büyütülmemesi gerektiğine yönelik ikazları, ipe un sereceği muhakkak olan Avrupa’nın anlaşmanın hayata geçmesine bir şekilde mani olacağını öngörmüş olmasından kaynaklanmaktaydı. Müzakereler sırasında pek çokları tarafından aşılabilecek teknik bir engel olarak okunan vize serbestisinin esasen psikolojik bir engel olduğunu görmemizle birlikte Avrupa’nın Türkiye’ye bu yerine getirilmeyecek sözü neden verdiğini analiz etmek zaruretiyle karşı karşıya kaldık.
Avrupa’nın Asıl Niyeti Ortaya Çıktı
Terörle Mücadele Kanunu'nda herhangi bir değişikliğe gitmesi mümkün olmayan, aksine söz konusu prosedürleri daha da sertleştirmeyi tartışan Türkiye’nin karşısına vize serbestisi karşılığında namümkün bir şartı öne sürmek Avrupa’nın asıl niyetini ortaya koymuş durumda. İç politikada eli hiç olmadığı kadar zayıflamış olan Merkel’in başını çektiği Avrupa, bir yandan kendi kamuoyuna Türkiye’yi sıkıştırıyormuş izlenimini sunarken, diğer yandan Türkiye’ye ikincilliğini hatırlatıyor ve aşılması mümkün olmayan bir psikolojik bariyere sahip olduğumuzu bir kez daha ortaya koyuyordu. Avrupa’nın asıl ortaya koyduğu şey, vize serbestisinin ne oranda imkansız olduğundan ziyade, Türkiye’nin birincil aktörlüğüne yönelik tavrının ne kadar değişmez olduğu idi. Malum olduğu üzere 19. yüzyıl Osmanlı dış politikası iyi bir ikincil aktör olmak üzerine kurgulanmıştı ve bu bir tercihten öte bir zaruretti. Türkiye Cumhuriyeti de Osmanlı’dan müdevver bu alışkanlığı sürdürmüş, uluslararası birincil aktörlerin yanında iyi bir ikincil aktör olarak dış politikada var olagelmiştir.
Avrupa, ikincillik rolümüzü toplumumuzun ve Avrupalının bilinçaltında ve kolektif hafızasında tahkim etmek gayretinde. Almanya’nın sözde Ermeni soykırımını tanıma hamlesi de aynı perspektiften okunabilir. Avrupa Birliği’nin gayriresmi patronu, en çok sabıka sahibi olduğu konuda Türkiye’yi yargılayarak hakkımızda hüküm verebilecek bir noktada kendisini yeniden konumlandırıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın uzun süredir dillendirdiği 2023 hedefleri arasında uluslararası politikanın birincil aktörlerinden olmak şüphesiz en başta gelen menzillerden birisidir. Türkiye kendisine biçilen rol dışında bir dış politika inşa ederek kendi çıkarlarını uluslararası arenada bizzat dillendiren ve oyun kuran bir aktör olmaya çalışmakta. Bunun önündeki en önemli engelin ise Batı ile ilişkilerimizdeki hegemonyal bağlılık olduğu aşikar.
Avrupa ile aramızdaki hegemonyal ilişkiyi değiştirmenin ve psikolojik bariyerleri aşmanın yolu vize serbestisi gibi lütuf görülen konularda ısrar etmekten ve bu anlamsız asimetriyi değiştirmekten geçmiyor. İhsan edildiği düşünülen enstrümanlar ile tesis edilecek bir ilişki hiçbir zaman tam olarak eşit bir ilişki olmayacak. Esasen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da uzun süredir bizlere anlatmaya çalıştığı şey tam olarak bu. Kendisini Türkiye’yi yargılama makamında gören Avrupa’nın yüzüne ikircikli tutumunu sürekli vuran Erdoğan hakim-mahkum ilişkisini yıkmanın derdinde. Her Nisan ayında Ermeni soykırımı iddialarına karşı “Acaba nasıl argümanlar geliştirmeliyiz?” derdine düşen Türkiye açısından bu hiç de alışılmadık bir yöntem. Ancak güçlü bir Türkiye’nin kendi dinamikleri ile geliştireceği bir siyasal bilinç ve diplomasi kültürü Batı ile ilişkilerimizdeki seviye farkını ortadan kaldıracak. Bu durumun farkında olan Avrupa sürekli olarak Türkiye’ye masasında bir yer ayırmamakta diretmekte. Zira Türkiye’nin masaya oturması mevcut masada bir yer edinmekten çok daha fazlası demek olacak; masa düzeni bozulacak ve Türkiye’nin de kurucusu olduğu yepyeni bir masaya oturulacak.