Hayatımın bundan sonraki kısmı nasıl olacak bilmiyorum. Fakat öncesine benzemeyeceğinden eminim. İdlib’e gitmeye karar verdiğimde karşılaşacağım manzarayı az çok kestirebiliyordum da bu kadar sarsıcı olabileceğini gerçekten tahmin etmemiştim. Sınırı geçer geçmez, savaş uçakları ve roketler tarafından yıkılmış bir ülkenin havasını solumuyorsunuz sadece. Hiç acımadan yok edilmiş bir kültürü de iliklerinize kadar hissediyorsunuz. İdlib’de sadece kamplara kümelenmiş, sıkışmış yaşamlar yok. Bombaların yağdırdığı ölümden kendilerini kurtarmak için Türkiye sınırına göç etmiş olan İdlibliler, yol kenarlarına, tepelere, buldukları boş alanlara çadırlarını kurmuş durumdalar. Sınırı çıkar çıkmaz yol boyunca bize eşlik eden manzara bu.
Şehrin ana güzergahında ve ara güzergahlarda çoğunlukla Heyet Tahrir Şam olmak üzere silahlı farklı grupların kontrolünden geçiyoruz. Yüzleri peçeli, ellerinde ağır silahlar olan gruplar, trafikteki araçların hareketlerinden kuralsızlığı hissettiğiniz şehrin güvenliğini sağladığını iddia ediyor. Kontrol noktalarına astıkları posterlerden silahlarıyla ve kamuflajlarıyla övündükleri belli olan gruplar Türkiye tarafından da terör örgütü olarak tanınıyor.
Tek Odalı Hayat
Ulaştığımız ilk kamp Türkiye sınırına 35 kilometre uzaklıkta. Resmi bir kamp olmayan bu çadır kent, bir köyün girişine kurulmuş. Köye ait olan bu arazi için köylülerden izin almış kamp sakinleri. Yaklaşık otuz çadırlık kamp alanına girdiğimizde kampın erkekleri sarıyor etrafımızı. Kadınlar ve çocuklar daha çekingen davranıyorlar. Türkiye’den geldiğimizi ve yardım malzemeleri getirdiğimizi görünce rahat hareket etmeye başlıyorlar.
İlk dikkatimi çeken çocukların yüzleri oluyor. Hepsinin yüzleri soğuktan çatlamış. Kimisinin üzerinde sadece incecik bir tişört var, kimisi yalın ayak. Hava soğuk, yerler çamur.
Kampın erkekleri de kadınları da ailelerini kurtarmanın derdine düşmüş. Birbirlerine güç veriyorlar. Destek oluyorlar. Bu insanlar için “savaştan kaçan” ifadesini kullanamıyorum. Yerli grupların terörizminin, yabancı düşmanların bombalarının hedefi olmuş, hayatları altüst edilmiş, ailelerinden canlar koparılmış ve “hicret etmekten başka çaresi kalmamış” insanlar bunlar.
Bazı çadırlarda iki, üç aile birden yaşıyor. Tek odaya birden çok hayatı sığdırmış durumdalar. Çadırlar toprağın üzerine kurulmuş. Halı veya kilim sahibi olanlar, toprağın üzerine onları sermişler. Bunları bulamayanlar için halı da kilim de toprak. Birçoğu evlerinden ayrılırken, yanlarına bir kuru ekmek, bir toplu iğne alamamışlar. Yere serebilecek bir şeyler şöyle dursun…
Kampın içinde elektrik direkleri olmasına ve üzerinden elektrik telleri geçmesine rağmen kampta elektrik yok. Bazı çadırlar da çok küçük, otuz santimetre ebatlarında kare şeklinde güneş enerjisi var. Çocuk arabası aküleri kadar küçük bir aküye bağlamışlar. Güneş enerjisi gün boyu aküyü şarj ediyor ve böylece akşamları birkaç saat onun aydınlığında oturabiliyorlar. Sorup öğreniyorum ki, kampın üzerinden geçen o tellerde elektrik yok. Trafo merkezleri bombalanmış.
Acının İzleri
Beraber geldiğim yardım derneği getirdiği gıda malzemelerini, battaniye, yorgan gibi acil yardım ihtiyaçlarını ve çocuklar için oyuncakları dağıttığında yüzlerdeki sevinci görmeniz gerek. O an ülkemle bir kez daha gurur duydum. Çünkü acının izleri yüzlerine vurmuş bu insanları sevindirebilmek, mutlu edebilmek benim ülkemin insanlarına nasip olan bir şey.
Kamptan ayrılma vakti geldiğinde, Türkiye’ye geçmeden önce bir kamp daha gezmek istediğimi beraber olduğum heyete söyleyip izin istiyorum. Bana tahsis edilen araç ve Suriyeli bir şoför ile başka bir kampın yolunu tutuyoruz. Kampın girişinde acı bir manzara karşılıyor beni. Ayakları yalınayak bir çocuk, çamur içerisinden geçmeye çalışıyor. Hızlı adımlarla yanına gidiyorum. Yüzünü avuçlarıma alıyorum. Ürkek, tedirgin, korkak bir şekilde gözlerime bakıyor. Söylediğim hiçbir şeyi anlamadığını biliyorum.
O sırada yanımıza çok az Türkçe bilen yirmili yaşlarda bir genç geliyor. Benim çocukla konuştuğumu duyan gencin ilk kelimesi “Hayat çok zor” oluyor. İçimden o an şunu geçirdim: Bu çocuklara bu mahzunluğu layık gören tığ gibi delikanlılara “Hayat çok zor” dedirten bütün katiller kahrolsun...
Yağmur Yağdığında
Türkçesi çok az olan bu genç ile anlaşmaya çalışırken, yanımıza Mustafa isminde başka bir kamp sakini geliyor. İyi sayılabilecek bir Türkçeye sahip olan Mustafa ile birlikte kamp alanını geziyorum. Kamptaki bir kadınla tanışıyoruz önce. 18 çocuğa sahip 65 yaşında bir anne. 65 yılın bütün anıları, hatıraları ve sevdikleri bombaların altında kalmasına rağmen “Her halimize şükür” diyor. Daha sonra Mustafa’nın çadırına gidiyoruz. Çadırın kenarlarını toprakla kapamış, toprağın etrafına da taşları yığmışlar. Bazıları iri ve büyük taşlar. İçeri giriyoruz. Yer olduğu gibi toprak. Köşede bir bebek beşiği ve içinde battaniyeden yapılmış bir kundak. Yatacakları zaman toprağın üzerine yer yataklarını serip uyuduklarını söylüyor.
Çadırın tentesinin inceliği dikkatimi çekince, “Yağmur geçirmiyor mu?” diye soruyorum. “Geçiriyor” diyor. “Yağmur yağınca ne yapıyorsunuz o zaman, nasıl yatıyorsunuz burada?” diye sorunca, zihnime kazınacak ve her yağmur yağdığında aklıma düşecek cevabı alıyorum “Yağmur yağıyorsa uyumuyoruz. Sabaha kadar ayakta, şu köşede (eliyle çadırın boş köşesini gösteriyor) bekliyoruz.”
Birkaç ailenin ortak şekilde mutfak ve banyo olarak kullandığı başka bir çadıra geçiyoruz. Mutfak dediğime bakmayın. Gazla çalışan, tek gözlü bir yer ocağından ibaret. Küçük bir tavada patates kızartıyorlar. Çeri patatesler. Yemek için çok seçenekleri de yok; zeytin ve patates. Çadırın diğer köşesinde temizliklerini yaptıkları bir duş alanı var, o kısma biraz beton dökmüşler. Bir tuvaletleriyse yok. Kamp alanında zaten bir altyapı yok. Uzak tarlaları kullanıyorlar. Ne söyleyebilir insan böyle bir manzara karşısında onu bilememenin verdiği çaresizlikle susup çıkıyorum çadırdan.
Mustafa içme suyunun bulunduğu depoyu gösteriyor. Çamurlar içerisinde kalmış. “Bütün kamp yemeğimizi, çayımızı bununla yapıyoruz” diyor. Kamp alanını nasıl bulduklarını soruyorum. “Buraya kira ödedik” diyor. Buna oldukça şaşırdığımı söylemek durumundayım. Kamp alanının hemen yanı başında yer alan zeytinliğin sahibine bir yıl için 2 bin 100 Türk Lirası ödediklerini söylüyor. Merhamet etmenin ve paylaşmanın ne kadar büyük bir nimet olduğunu düşünüyorum Mustafa bunları söylerken. İçimde ülkeme duyduğum sevgi büyüdükçe büyüyor.
Mustafa’ya bu kampa hiç yardım gelip gelmediğini sorduğumda çok üzülüyorum. Çünkü henüz bu kampa uğrayan olmamış. Sahada aktif olarak sadece Türkiye’nin olduğunu düşünürsek, birbirinden bağımsız olarak kurulmuş bütün kamp alanlarına ulaşmak zaman alıcı ve zor. En kısa sürede buraya bölgedeki sivil toplum kuruluşlarımızın ulaşacağına dair Mustafa’nın ailesine ve diğer ailelere söz veriyorum.
Vedalaşmak üzereyken çay ikram etmek istediler. Sınır 16.30’da kapanacağı için tekliflerini geri çevirmek zorunda kaldım. Mustafa ve kamptaki ürkek bakışlı, en ufak bir ses yükselmesinden bile irkilen çocuklarla sıkı sıkıya sarılarak, kucaklaşarak ayrıldım. Yola çıktığımızda aklımda tek bir düşünce vardı: “Acaba İdlib’e bu gece yağmur yağar mı?”
Türkiye’nin Desteği
İdlib’den döndüğüm günden beri, şahit olduğum insanları ve acılarını unutmamak adına zihnime egzersizler yaptırıyorum. Aklımda, çocukluklarını yaşayamadan sürgün edilmiş, hiç acımadan yerinden yurdundan kovulmuş, arkadaşları şehit edilmiş, yani çocukluklarını es geçmiş Şahed’in, İsra’nın, İbrahim’in, Ömer’in bana bakan gözleri.
Burası İdlib. Tüm dünyanın ölüme terk ettiği şehir, burada insanlar yokluk içinde, aç ve sefil haldeler. Sahip oldukları tek şey canları, onu da koruma derdine düşmüşler. Burada var olan şey bir geçim mücadelesinden çok ama çok uzak. Paylarına düşen; yok olmak veya hayatta var olabilme mücadelesi... Savaşın bir ülkeyi, insanlığı ne hale soktuğuna şahit oluyorsunuz burada. O kadar yokluk içindeler ki; ben kendi adıma insanlığımdan utandım. İçtiğim sudan, yediğim yemekten, ayağıma giydiğim bottan, üstümdeki monttan utandım. Madde adına ne varsa utandım.
Ve ülkemle gurur duydum. Eğer Türkiye bölgede olmasa, oradaki insanları vurup öldürecekler. Kamplarda görüştüğüm farklı göçmenler bu durumun gerçekliğini teyit ediyor. Bu arada, hayırsever vatandaşlarımız sayesinde Mustafa’ya ve kamptaki diğer ailelere verdiğim söz de tutuldu. Bir sivil toplum kuruluşumuz tarafından kamptaki ailelere bir tır dolusu acil yardım malzemesi ulaştırıldı.
Ne zaman diner İdlib’in acısı bilmiyorum. Çocuklar bütün bu yaşadıkları tramvayı kaç nesil sonra atlatabilirler hiçbir fikrim yok. Fakat şunu gözlerimle gördüm ve biliyorum. Bu insanların bize, dünyanın da Türkiye’nin her fırsatta yüklendiği merhamet dolu misyonuna ihtiyacı var.