İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki süreçte hızlı bir şekilde kalkınan ülkelere (Japonya, Güney Kore vs.) bakıldığında görülmektedir ki bütün bu ülkelerde devletler ekonomik kalkınma sürecinde gayet aktif bir rol almışlardır. Bu durum bir sürpriz olmaktan ziyade bir kural gibi durmaktadır. Zira devletin yönlendirici gücü olmadan özel sektörün kendi başına bir ülkeyi hızlı kalkınma politikasına sokması pek de olası görünmemektedir.
Şirketler mevcut ekonomik potansiyelde en yüksek karlılığa ulaşmaya çalışmakta, bu çerçevede hızlı getiri sağlayan ve göreceli olarak risksiz yatırımlara yönelmeye çalışmaktadır. Öte yandan şirketlerin finansman ihtiyacı noktasında çok önemli bir yere sahip olan finansal kesim de kısa vadeli bir bakış açısıyla en risksiz ve mali açıdan en sağlam gördüğü şirketlere kredi vermeye çalışmaktadır. Böylece en nihayetinde şirketler ve finansal kesim, mevcut ekonomik potansiyeli kendileri için en iyi biçimde değerlendirmeye çalışmaktadır. Fakat hızlı bir ekonomik kalkınma için bundan çok daha fazlasına ihtiyaç duyulmaktadır ve devlet de tam bu noktada devreye girmektedir.
Bir ülkenin hızlı bir şekilde kalkınabilmesi ve ekonomik potansiyelini genişletebilmesi için teknolojik düzeyini seri bir biçimde yükseltebilmesi gereklidir. Bu da anahtar sektörlerde uzun vadeli yatırımlara girişilmesi ve eğitim ile araştırma-geliştirme faaliyetlerine çok ciddi kaynaklar aktarılmasını gerektirmektedir.
Devlet ise bu noktada bir koordinatör olarak ön plana çıkmaktadır. Direkt olarak eğitime ve araştırma-geliştirme faaliyetlerine önemli miktarda kaynak ayırmalıdır. Ayrıca anahtar sektörlerde faaliyet gösteren şirket sayısını artırmaya çalışmalı ve mevcut şirketleri de dünya çapında üretim yapabilecek teknolojik seviye ve donanıma ulaştırmaya çalışmalıdır. Bu noktada özel sektörün havuç-sopa politikasıyla istenilen yöne doğru gitmesini sağlamaya çalışmalıdır.
Devlet anahtar sektörlerde faaliyet gösteren şirketleri yakından izlemeli ve onlarla koordineli bir şekilde hareket etmelidir. Bu şirketleri ayrıca vergi indirimi, finansmana kolay ve ucuz erişim gibi uygulamalarla desteklemeli, beklenen seviyeye ulaşamayanları da çeşitli şekillerde cezalandırmalıdır. Bu noktada devlet anahtar sektörlerde bir nevi koordinatör vazifesi görmelidir. Güney Kore, Japonya ve Çin gibi hızlı kalkınan ülkelerde bu yöntem başarılı bir şekilde uygulanmıştır. Ülkemizde de işe yaramaması için bir neden bulunmamaktadır.
Bu yöntemin işe yarayabilmesi için hayati konumda olan nokta devlet-özel sektör iş birliğidir. Devlet bürokrasisi bu noktada söz konusu politikayla uyumlu bir anlayışa sahip olmalı ve ülkenin ekonomik potansiyelini artırma hedefini temel amaç olarak belirlemelidir. Devlet bürokrasisinin anlayışı bu çerçeveye oturmadığı zaman bu yöntemin yani devlet-özel sektör iş birliğinin başarılı olması çok zordur. Bunun yanı sıra bu yöntemin işe yarayabilmesi noktasında finansal kesim anahtar bir konumda bulunmaktadır. Finansal kaynaklardan hangi sektörlerdeki şirketlerin yararlanacağı noktasında devlet kamu bankaları yoluyla direkt olarak, özel bankalarla da dolaylı şekilde bu şirketleri finansal yönden desteklemelidir. Bu noktada ilgili şirketler hem ihtiyaçları olan uzun vadeli krediyi rahat bir şekilde kullanabilmeli hem de bu krediler olabildiğince ucuz olmalıdır.
Sonuç olarak hızlı kalkınmanın yolu devlet-özel sektör iş birliğinden geçmektedir. Devlet bu açıdan özel sektörü hem yönlendirmeli hem de koordine etmelidir.