Tabiri caizse, öteden beri “post”a bürünmüş (post-endüstriyel, post-modern, post-demokrasi, vs.) bir dünyada sosyal ilişkilerden dijital ilişkilere geçişi tecrübe ediyoruz. Son “post”a bürünmüş “Hakikat” kavramı da bu gidişatın en önemli tezahürü; hemen her alana yansıdığı gibi, özellikle politika alanında da hakim. Bu yazının konusu da “Hakikat-Sonrası Çağ”da (Keyes, 2017) politikanın nasıl bir hal aldığını izah etmek. Bunu yaparken, önce “Hakikat” kavramının felsefi içeriği; sonra, “Hakikat-Sonrası Politika” olgusunun meydana geliş sebepleri ele alınacaktır.
Felsefede “hakikat” dendiğinde tam neyin anlaşıldığı muğlaktır. Örneğin, bazen “Gerçek”, bazen “Doğruluk”, “Hakikat”in yerine kullanılmakta, fakat aynı durumu ifade etmemektedirler. Ben burada Harun Tepe’nin “Gerçeklik” (Reality), “Doğruluk” (Right) ve “Hakikat” (Truth) arasında yaptığı ayrımı izleyip; “Hakikat” dendiğinde, ontolojik bir doğruluğa atıfta bulunarak, “...varlığın kendi özüne, ya da idesine uygun düşmesi”ni kast edeceğim (Tepe, 2003: 19-22). Bir noktayı baştan netleştirmek lazım. Aktardığım tanım “varlığın kendi özüne ya da idesine uygun düşmesi”, sabit ve mutlak bir duruma işaret etmez. Bir “İde” (İdea)’nın nesnel bir gerçekliğe tekabül ettiğini söylediğimizde, Platon’un asırlar önce yaptığı gibi, o nesnel gerçekliği farklı algılamalardan, son tahlilde, yorumlardan muaf kılmış oluruz. Hal böyleyse, bir varlığın “kendi özüne ya da idesine uygun düşmesi”; hakikat mi yorumu, yorum mu hakikati önceler meselesi ile ilgili bir açmazı ifade eder: Eğer hakikat, “mutlak” değilse; hakikate dair bir bilgiye de ancak pratik akıl yürütmeyle ulaşılabilir ki, bu da farklı algılar üzerine inşa edilmiş bir yorumlamadan kopuk düşünülemez. Bu açıdan, “Hakikat-Sonrası”nın, aslında, “Hakikat”in öyle bir ideye değil de şöyle bir ideye uygun düştüğü iddiasından ve çekişmesinden oluştuğu söylenebilir.
Bu çekişmenin odağında “gerçeği örtbas etme”nin yattığı söylenmekte ve bunun “yalanlara” başvurularak yapıldığı, bu yüzden “Hakikat Sonrası Çağda” yaşadığımız iddia edilmektedir: “Hakikat sonrası, etik açıdan bir alacakaranlık kuşağında yer alıyor. Yalancı olduğumuzu düşünmeden gerçeği gizlememizi sağlıyor. Davranışlarımız değerlerimizle çeliştiğinde, yapacağımız şey muhtemelen değerlerimizi yeniden düşünmek oluyor... Bu terim gerçeği gizlemenin ille de yanlış olmadığı, pekala yapılabileceği, bu nedenle de aslında kelimenin olumsuz anlamıyla ‘yalancılık’ olmadığı etik sistemlere işaret ediyor.” (Keyes, 2017: 22).
Hemen belirtelim ki, “hakikat-sonrası”nın oluşumunu sağlayan en önemli stratejik araç yalan ise de ikisi arasında bir özdeşlikten bahsedilemez; çünkü esas olan kitlelerin yalan olanı doğru kabul etmesi, yalana inanması, giderek onu sahiplenmesi ve savunmasıdır (Alpay, 2019: 29). Bu bağlamda, temel soru, yalanın kitleler nezdinde nasıl olup da doğru kabul edilen bir “itibar” mertebesine çıktığıdır? Veya yalan olan bir iddianın, gerekçenin mevcut bir hakikatin yerini alması, giderek hakikat-sonrası yeni bir durumu inşa edişi hangi mekanizmalarla mümkün olmaktadır ve ne gibi sonuçlara yol açmaktadır? Bu gibi soruların cevapları birçok çalışmada (örneğin, Keyes, 2017; Kakutani, 2018; McIntyre, 2019, Alpay, 2019) bulunmakla beraber; burada biri sosyolog, diğeri politolog iki bilim insanının bazı görüşlerinden hareketle cevaplar geliştirmeye çalışacağım.
Sosyolog Richard Sennett (2013), “Kamusal İnsanın Çöküşü” başlıklı eserinde, Batı’da kamusal alanın oluşumunun iki aşamasına işaret eder: Sosyal ilişkilerdeki görünmezlik ve görünürlük aşamaları. Birinci aşamada insanlar sosyal ilişkilerde kendilerini yalıtan bir tavır sergilerken; ikinci aşamada görünürlüğü fazlasıyla önemseyen ve bundan kaçınmayan bir tavır içine girmişlerdir. Sennett, 19. yüzyıl ortalarında başta Paris ve Londra olmak üzere, Batı’nın birçok başkentinde önceki yüzyılda görülmeyen şekilde kamusal davranışın “bir gözlem, pasif bir katılım, bir çeşit röntgencilik” doğrultusunda görünürlük kazanan bir hal aldığını söyler. O kadar ki, kapitalizm ve sekülerlik gibi etkenlerin imkan verdiği “karakterin irade dışı açığa vurulması”, “kamusal ve özel imgelemin üst üste oturtulması” eşliğinde bir “benlik takıntısı”nın ortaya çıktığına dikkat çeker (s. 46-47). Bu doğrultuda Sennett, kamusal alanda “geri çekilerek savunma ve sessizlik” gibi bir tavrın mevcudiyetini belirtse de sosyal değişimin aldığı yönün, “benlik takıntısı” görünümü veren kendini gösterme şeklindeki baskın durumu ön plana çıkarır.
Günümüz dünyasında medyanın, özellikle televizyonun etkisiyle Sennett’in bu tespiti çok yaygın bir davranış olarak kendini göstermektedir. Nitekim, politolog Giovanni Sartori, bir “zorunluluk” hali aldığını ileri sürdüğü “kendini gösterme”nin, bir süre sonra “arzu”ya dönüşebileceğine dikkat çeker ve şöyle devam eder: “Bu süreç... televizyon tarafından sadece televizyon için üretilen ‘sahte, kurgulanmış haberlerin’ ortaya çıkmasını hazırlar...” Görüntünün gücünün görüntüyü kafese kapattığı doğrudur. Bunu anlayabilmek için, gazetenin yazılı haberi ile televizyonun görsel haberini karşılaştırmak yeterlidir. Hiç şüphesiz, yalan böyle bir durumun odağında yer almaktadır, fakat yalanı işlevsel kılan “görünüyorum, o halde varım” mottosuyla temellenen postmodern kültürün vücut verdiği bir davranış olduğu da buna eklenmelidir.
Postmodern kültür, modern toplum ve kültürün günümüzdeki başkalaşmış halidir. “Postmodern” dediğimiz, modern olanın tek, evrensel ve mutlak kıldığı gerçekliğe, çoğul, tikel ve göreli bir mahiyet atfetmedir. Her terim ve kavramın olduğu gibi, postmodernin de iki yüzü vardır: Bir yanda aklın mutlaklaştırılmasını eleştirirken öbür yanda bazı tarihsel anlarda gerçekten tahrip gücü yüksek olmuş bu silahı tek araç olmaktan çıkarmamız gerektiğine dikkat çekmektedir. Çoğul, tikel ve göreli olanı ön plana çıkarırken, bir parçalanmayı da teşvik etmekte (Aklı akıllara, Mutlakı küçük mutlaklara, Evrenseli sonsuz yerelliklere bölerek) o silahı adeta herkese dağıtmaktadır. Postmodern durumun belirgin bir diğer özelliği, göstergeyi ve gösteren-gösterilen ilişkisini, hemen her alanda hakim hale getirmiş olması; dijital teknoloji ve enformasyon imajını gerçeğin yerine geçirip, bütünün kendisini değil, kısımlarını ön plana çıkararak ve “herkesin hakikati kendine” mottosuyla Hakikat’i itibarsızlaştırmış olmasıdır (Sarıbay, 2014: 28-38).
Bu durumun politikaya yansıyışı ise, 2008’den itibaren ABD eski başkanı Donald Trump’ın öncülük ettiği ve büyük çoğunluğu Cumhuriyetçi Partili olan politikacıların “hiçbir olgusal temeli olmayan ama gerçekmiş gibi iddialara dayanan” politik göstergeleri ve bu göstergelerin işaret ettiği muhayyel bağlantıları politik çekişmenin merkezi yapması şeklinde oldu. Bu kesim, örneğin, Başkan Obama’nın “ABD vatandaşı olmadığını, Kenya’dan ABD’yi sosyalist yapmak için yetiştirilerek gönderildiğini, Hristiyan da olmadığını (çok uzun süre, 2016’ya kadar) iddia ettiler (Kalaycıoğlu, 2018). Burada esas olan, Kalaycıoğlu’nun da belirttiği üzere, halk tarafından bunun bir ayıp veya ahlaksızlık olarak değil, “öteki” unsurlara karşı (seküler, ateist, liberal ve yoz seçkinler, vs.) “etkin mücadele cesareti gösterme”ye eşdeğer şekilde algılanmasıdır.
Başka ülkelerden, iktidarı, muhalefeti ayırt edilmeksizin, birçok örnek vermek mümkün, fakat “post-truth politics” (“hakikat-sonrası politika”) en çok Trump’la maruf olunca (ayrıntılı bir çalışma için bakınız: Kakutani, 2019) bu kadarıyla yetinebiliriz. Esas üzerinde durulması gereken husus, hakikat-sonrası politikanın, politik her kesimin muteber stratejik aracı olmasından dolayı, bir ideoloji değil, başarıya/sonuca endeksli bir politika yapma tarzı olduğunun bilinmesidir. Bunun demokrasilerde nasıl alınırsa alınsın seçmenden en fazla oyu almanın politik bir kuralına dönüşmüş olmasıdır. Demokrasi-dışı rejimlerde ise ne şekilde olursa olsun iktidarı ilelebet sürdürmenin teminatı sayılan bir araç olarak işletilmesidir. Her hal ve şartta, ortaya çıkan sonuç ise, Sartori’nin çok önceleri belirttiği “zayıflatılmış demos”tur: Halkın sorunlara getirilecek çözüm önerilerinden daha çok o konulara kimin yanıt bulabileceğini her şeyden çok önemser hale gelmesi; “kolektivitesini yitirmiş” olarak (Sartori, 2004: 98; 103) hakikatten uzaklaşması!
Postmodern kültürde, “herkesin hakikati kendine” mottosunun bir davranış ilkesine dönüşmüş olması; sosyal ilişkilerden dijital ilişkilere geçmenin eşliğinde halkın zayıf hale gelişinin kabulü; herkesin birbirini gözetleme/denetleme imkânına kavuşması (omniptikon), birbiri üzerinde iktidar kurma arzusunu da beraberinde getirmiştir. Hal böyle olunca, halk, bütün olarak kendi üzerinde kurulan iktidara da rıza göstererek ona meşruluk kazandırmıştır. Tarihsel olarak, halk, modernitenin kendi üzerindeki baskı mekanizmalarıyla sağladığı gözetimin/denetimin (panoptikon), daha ileriki aşamalarda demokrasinin sağladığı imkanlarla iktidarı gözetler/denetler konuma geçtiği, dolayısıyla iktidarı paylaştığı sanısıyla, kendi üzerindeki gözetime/denetime rıza göstermiştir (sinoptikon). Demokrasinin “halk iktidarı” olarak yansıtılması bu sayede olmuştur. Oysa, gerçekte halkın seyrettiği iktidar elitlerinin oluşturduğu bir gruptu ve giderek bu grup pekişmiş demokrasilerde bile tek bir şahısla yer değiştirebilir oldu. Omniptikon mekanizması sayesinde, Trump örneğinde de gösterildiği gibi, halkın zayıflatılmış hali bariz şekilde ortaya çıktı.
Yazımızın yaptığı tespitler ve vardığı sonuçlar, bir çözüm önerisini zorunlu kılıyorsa, demokrasinin büyük teorisyeni Sartori’ye kulak vermek en doğru yol olacaktır: “Bugün her şey, neo, trans ve post... ‘Yenicilik’ ve beyondism, ötesine gitmecilik (Daniel Bell’in terimi) çığırından çıkmış durumda. ‘Aşamayan’ üstesinden gelemez, ilerisine geçmeyen, bugün var olamaz. Seçilecek tek yol, var olmama riskine rağmen, karşı koymak olmalıdır.” (Sartori, 2004: 157)