Ağustos’ta çok ciddi bir kur kriziyle karşı karşıya kaldık. Kurda bu kadar ciddi düzeyde bir hareketliliği daha önce kamu maliyesi ve bankacılık kesiminin pek de iyi durumda olmadığı 1994 ve 2001 krizi dönemlerinde görmüştük. Bugün ise Türkiye ekonomisi, kamu maliyesi ve bankacılık kesimi o kriz dönemleriyle karşılaştırılamayacak ölçüde sağlam durumda. Bütün bunlar kurda yaşanan hareketliliğin arka planında ekonomik değil siyasi gerekçelerin olduğu noktasında ciddi oranda bir görüş birliğinin oluşmasına yol açtı. ABD Başkanı Trump’ın Türkiye’ye ve TL’ye karşı olan tutumu da bu görüşü destekler nitelikte oldu. Biz de kurda ve genel olarak ekonomide yaşanan hareketliliğin sebeplerini, sonuçlarını ve söz konusu krizi atlatma ve fırsata çevirme noktasında atılması gereken adımları AK Parti Dış İlişkiler’den sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Cevdet Yılmaz ile konuştuk.
Söyleşi: Mevlüt Tatlıyer, Yusuf Özkır / Fotoğraf: Emre Öztaş
CEVDET YILMAZ KİMDİR?
1967’de Bingöl’de doğan Cevdet Yılmaz Orta Doğu Teknik Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek lisansını ABD Denver Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde, doktorasını Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde tamamladı. Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatında uzman olarak çalıştı. AK Parti’den 23 ve 24. Dönemde Bingöl Milletvekili seçildi. Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Üyeliği ve Parlamentolararası Birlik Türk Grubu Başkanlığı yaptı. 60. Hükümette Devlet Bakanı, 61, 62 ve 64. Hükümetlerde Kalkınma Bakanı, 63. Hükümette Başbakan Yardımcısı olarak görev aldı. Şu an AK Parti Dış İlişkiler’den sorumlu Genel Başkan Yardımcısıdır. İyi düzeyde İngilizce bilen Yılmaz, evli ve iki çocuk babasıdır.
Ağustos’un başında çok ciddi bir kur kriziyle karşı karşıya kaldık. Sizin bu yaşananların arka planı hususundaki düşünceleriniz nelerdir?
İşin bir küresel boyutu var bir de Türkiye ile ilgili boyutu var. 2008 Küresel Ekonomik Krizi akabinde ne yaptı gelişmiş ülkeler? Likiditeyi bollaştırdılar. Merkez bankaları faiz oranlarını düşürdü. Dünyada likiditenin bol olduğu bir dönem yaşandı ancak son dönemlerde bundan geriye dönük bir gidişat var. Normalleşme denilen bir süreç. Yani artık o bol likidite döneminin geride kaldığı, gelişmiş ülkelerin merkez bankalarının faiz oranlarını kademeli bir şekilde artırdığı döneme girdik. İşte Amerikan Merkez Bankasının (FED) başta olmak üzere diğerleri de aşağı yukarı onu takip ediyor. Dolayısıyla yeni bir döneme giriyoruz. Bu dönem gelişmiş ülkelerin parayı merkeze doğru çekme politikalarını uyguladığı bir dönem. Bunu nasıl yapıyorlar? Bir taraftan ekonomik diğer taraftan da siyasi enstrümanlar kullanarak yapıyorlar. Ekonomik enstrümanlar tarafına baktığımız zaman faiz oranlarını yükseltiyor, vergi oranlarını düşürüyorlar. Böylece tabiri caizse doları dünyadan ABD’ye doğru cezbetme politikasını hayata geçiriyorlar.
Diğer taraftan ekonomi dışı enstrümanları da devreye sokuyorlar. Tek taraflı olarak Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) kurallarına da aykırı olacak şekilde birtakım ülkelere dönük yaptırım kararlarının alındığını, korumacılık eğiliminin yükseldiğini, birtakım firmalara daha doğrudan çağrılar yapıldığını görüyorsunuz. Bu da ekonomiyle siyaset arası bir yerde duruyor diyelim. Öte yandan, tamamen siyasi olarak da gelişmekte olan ülkelerin daha riskli gösterildiği ve böylece sermayenin dış ülkelere doğru kaydırıldığı bir süreci de yaşıyoruz. Nasıl oluyor bu iş? İşte şu veya bu sebeple çeşitli ülkelere dönük yaptırım kararları, oradaki güvenliğe dönük endişelerin artırılması ve medyada gelişmekte olan dünyaya ilişkin algının bozulmasının yine aynı hedefe hizmet ettiğini, gelişmekte olan ülkelere fon akışının yavaşladığını görüyorsunuz. FED’in bu yıl ve gelecek yıl faiz artırımlarına devam etmesi bekleniyor. Bir taraftan Trump yönetiminin çok taraflı mekanizmaları karşısına aldığı, DTÖ’den Uluslararası Savaş Mahkemesi’ne varıncaya kadar her türlü uluslararası mekanizmanın yıpratıldığı, tek taraflılığın ön plana çıkarıldığı bir süreç yaşıyoruz. Bunun da temelinde şu var: Giderek dünyada dengeler değişiyor. Çin ve Hindistan başta olmak üzere gelişmekte olan ülkelerin dünya ekonomisinde ağırlığının arttığını görüyoruz. Bu yaşanan sürecin gelişmiş ülkelerde, özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) bir endişe uyandırdığını ve buna karşı birtakım çabalar sergilendiğini görüyoruz.
Türkiye Nasıl Etkileniyor?
Bu genel tablo ama bir de Türkiye’ye özel bir tablo var. Bunu da görmemiz lazım. Türkiye gelişmekte, hızla büyümekte olan bir ülke olarak bu genel gidişattan zaten etkileniyor ama bunun ötesinde daha özel bir durumu var. Nedir? Türkiye Ortadoğu’da gerçekleştirilmeye çalışılan birtakım hadiselere, düzenlemelere karşı farklı bir perspektif ortaya koyuyor. Daha bölgenin içinde, tarihine ve kültürüne hakim bir aktör olarak hem kendi milli menfaatleri hem de bölgenin istikrarı açılarından farklı politikalar ortaya koyuyor. Bu politikalar da herkesi memnun etmiyor. Ortadoğu üzerinde farklı emelleri olan ülkelerin, küresel güçlerin birtakım hesaplarını bozan bir tutum sergiliyor. Bunun getirdiği atmosfer içinde Türkiye ekonomisine dönük farklı saldırılar yapıldığını görüyorsunuz. Aslında 15 Temmuz öncesi süreçlerde siyasi olarak yapılmaya çalışılan birtakım manevraların, müdahalelerin 15 Temmuz sonrasında da ekonomi üzerinden devam ettiğini görüyorsunuz. Ekonomi üzerindeki bu durumu o sürecin devamı olarak okumamız mümkün.
Burada şunu çok net ortaya koymalıyız. Kurda yaşanan dalgalanmalar bir reel ekonomi krizi değil. Finansal piyasalarda var olan bir dalgalanma sadece. Sadece bir türbülans ve inşallah bunu da atlatacağız. Bu dönemsel bir hadise. Ekonomik temeller sağlam olduğu sürece, siyasi istikrarımız olduğu sürece bu tür türbülanslar gelir geçer. Ne kadar süreceği biraz da şartlara bağlı. Onu kestirmek kolay değil açıkçası ama bunlar er geç yerini daha istikrarlı dönemlere bırakacak hadiselerdir. Burada önemli olan Türkiye’nin siyasi istikrarını devam ettirmesi, yeni yönetim sistemiyle birlikte güçlü duruşunu koruması ve ekonomik temellerini sağlam tutması.
Bankacılık Sistemi Nasıl?
Burada siyasal bir hadise var. Ekonomik temeller derken neyi kastediyorum? Şimdi baktığımız zaman Türkiye’nin çok sağlam bir bankacılık sistemi var. 2001 krizinden sonra bir anlamda bu sistemden ders almış bir Türkiye ve iyi bir düzenleyici çerçevemiz var. Dünyadaki en iyi düzenleyici çerçevelerden biri. Mesela bizim bankalarımızın sermaye yeterlilik oranları oldukça yüksek, uluslararası standartların çok üzerinde. 2008 küresel kriz döneminde de birçok ülkede bankalar batarken Türkiye’de bankacılık sistemi sapasağlam ayakta kaldı. Dolayısıyla orada bir problemimiz yok. İkincisi kamudaki borçluluk oranımız geçen yıl itibarıyla yüzde 28 civarında. Dünyada gelişmekte olan ülkelerde bu oran yüzde 40’ın üzerinde. Gelişmiş ülkelerde yüzde 90 mertebesinde. AK Parti döneminde yüzde 74’lerden yüzde 28’lere kadar geriledi. Bütçe açığının milli gelire oranı geçen yıl itibarıyla yüzde 1,5 civarında. Dolayısıyla orada da bir problemimiz yok. Türkiye’de siyasi istikrar var, makroekonomik anlamda tecrübeli bir yönetim var. Öte yandan yeni yönetim sistemiyle birlikte çok daha güçlü bir kurumsal yapıya sahip. Türkiye koordinasyonu çok daha etkili bir şekilde gerçekleştireceği bir yapılanmaya geçmiş durumda.
Dolayısıyla son dönemlerde yaşadıklarımızı ekonomik temellerle izah etmek mümkün değil. Bir tek hadise var orada, cari açığımızın düzeyi. Ama şunu unutmamak lazım, geçmiştekinden daha fazla cari açığımız yok. 2009 ve 2010’a bakın yüzde 10’lara yaklaşan cari açık şu an düşme eğiliminde. Tabii ki bununla mücadele etmeliyiz. Zaten savunma sanayiinden sağlık endüstrilerine kadar çeşitli sektörlerde süper teşviklerle daha yerli ve milli ürünlere dönük politikalarımız ve çabamız var. Turizmde yine bir canlanma söz konusu.
Uzun süredir yurt dışında Türkiye’nin algısını bozmaya yönelik ciddi bir çaba var. Amaç ise ekonomik faaliyetlerin yavaşlaması. İşte Türkiye’ye daha az turist gitsin, daha az firma gidip yatırım yapsın, sermaye akışı daha az olsun. Böyle bir çabayı sistemli bir şekilde birtakım çevrelerin yürüttüğünü görüyoruz. En son ABD yönetiminin Rahip Brunson meselesi ile aldığı kararlar da bunun bir parçası. Türkiye bunu karşılayacak güce sahip. Sayın Cumhurbaşkanımızın güçlü liderliğiyle, tecrübesiyle ekonomi yönetimimizin basiretli kararlarıyla, çabalarıyla kurumlarımızın aldığı doğru tutumla inşallah bu süreci en kısa sürede atlatacağız. Burada önemli olan beklenti yönetimidir. Telaşa kapılırsanız kaybedersiniz ama sükunetinizi koruyup doğru politikalar izlerseniz, tecrübelerinizle beraber imkanlarınızı doğru konumlandırırsanız bu tür dalgalanmalar atlatılır ve bundan Allah’ın izniyle daha güçlü bir biçimde çıkarsınız. Ben bu yaşadıklarımıza baktığımda üretim ve ihracata daha büyük bir vurgu olacağını düşünüyorum.
BATI’DAKİ ALGIYI İÇERİDEN BESLEYENLER VAR
Yabancı medya kuruluşlarının son birkaç yıldır Türkiye ekonomisiyle ilgili yaptıkları yayınlarda oldukça yanlı bir tutum benimsedikleri görülüyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şunu söyleyeyim biz eleştiriye kapalı bir ülke değiliz. Ama dediğiniz gibi bu tür tutumları eleştiri sınırları içinde görmek mümkün değil. Bunlar algı oluşturma ve zarar verme çabasıyla gerçekleştirilen içeriklerdir. Geçmişte istatistiklerden sorumlu bir bakan olarak da bunu rahatlıkla ifade edebilirim. Ama bizim de burada eksiğimiz var: Daha fazla istatistiklerle konuşmalıyız. Yani genel laflarla gitmemeliyiz. Daha fazla analiz ve istatistiklerle bu algı operasyonlarına cevap vermeliyiz. Çünkü orada elimiz güçlü.
Gerçekten Türkiye’nin birçok alanda rakamları son derece iyi durumda. Biz belki herkesin bildiğini sanıyoruz. Hiç kimse bilmiyor diye düşünüp tekrar tekrar farklı çevrelerde istatistiklerimizi, temel gelişmeleri mutlaka paylaşmalıyız diye düşünüyorum. Birileri birtakım işler yapıyorsa bizim de onlara karşı mutlaka cevap vermemiz gerekir. Bu algıları bence bozacak olan da budur. Mesela bu kapsamda İş Bankası Genel Müdürüne ben burada da teşekkür etmek istiyorum. Çıkıp birtakım rakamları açıkladığı zaman öyle bir riskin olmadığı görüldü. Hem piyasadaki bütün aktörlerin hem hükümet yetkililerinin hem de sivil toplumun daha fazla veri paylaşması bence önemli.
Burada ikinci husus da şudur: Biz hep dış dünyaya bakıyoruz ama dış dünyayı içeriden besleyenler var. Yani içerideki realiteyi maalesef çarpıtarak dış dünyaya yansıtan kesimler var. Dış algı dediğimiz şeyin önemli bir kısmı içeride oluşturuluyor ve dışarıya servis ediliyor. Bu anlamda içerideki bu tür kanalları da iyi tespit edip bunları da olabildiğince bilgilendirmemiz lazım. İçeride asıl bu algıyı dönüştürdüğümüz zaman dışarıya da bunun yansıyacağını düşünüyorum.
TÜRKİYE SATIN ALMA GÜCÜNDE ÖNEMLİ GELİŞME GÖSTERDİ
Bu süreçte halkımızın hiçbir şekilde paniğe kapılmadığını gördük. Siz bu durumu neye bağlıyorsunuz?
Bence milletimiz yönetimine güveniyor. Seçimlerden yeni çıktık. Yeni bir yönetim sistemine geçtik. Cumhurbaşkanımız uzun süredir ülkeyi yönetiyor ve tecrübeli bir lider. Dolayısıyla halkımız yönetimine güveniyor. 15 Temmuz’la birlikte bu öz güvenin daha da arttığını görüyoruz. Bir darbe girişimini göğüslemiş, bunun üstesinden gelmiş bir halk bu sorunların da aşılacağına inanıyor.
Geçmişte de küresel kriz olduğu dönemde Cumhurbaşkanımız teğet geçecek demişti hatırlarsanız. Birçok insan o dönemde de eleştirmişti. Farklı söylemleri olanlar olmuştu. Ama çok şükür Türkiye çok başarılı bir şekilde bu süreci atlattı. Kolay bir süreç değildi. Geçici miktar etkilenmeler oldu ama hemen hızlı bir şekilde toparlandık ve büyüme açısından dünyadaki en iyi ülkelerden biri olduk o dönemde. Baktığınız zaman 2010-2017 arasında yüzde 6’nın üzerinde ortalama büyüme kaydetti Türkiye ekonomisi. Bu önemli bir başarıdır. Satın alma gücü kalitesiyle Türkiye’nin kişi başına geliri 25 bin doların üzerine çıktı bu dönemde. Şimdi bu satın alma gücünü çok fazla konuşmuyoruz belki ama çok önemli. Refahın asıl göstergesi bu. Diyelim aynı fiziki mal sepetini Türkiye’de kaç dolara kullanıyorsunuz, ABD’de kaç dolara kullanıyorsunuz? Buna baktığınız zaman bizim refahımız nominal dolarla ölçülmemeli. Satın alma gücüne göre ölçülmeli ve burada da çok ciddi bir gelişme kaydedildi. İstihdamda OECD ülkeleri arasında en hızlı istihdam üreten ülkelerden biri oldu. Burada –2008 küresel krizinden sonra– 7 milyondan fazla ilave istihdam üretti ekonomimiz. İhracatımız, turizmimiz gelişmeye devam ediyor. Ama daha da hızlandırmamız lazım. Önümüzdeki süreçlerde inşallah özellikle üretim ve ihracat odaklı –ihracat derken hem mal hem hizmet ihracatını kastediyorum daha geniş anlamda– çok daha güçlü hale geleceğiz.
YENİ BİR BÜYÜME HİKAYESİ
TL 2003-2016 sürecinde dolar karşısında aşırı değerliydi. Daha sonraki süreçte küresel eğilimle uyumlu bir şekilde ve yaşanan finansal saldırılar neticesinde şiddetli bir biçimde TL’nin dolar karşısında ciddi ölçüde değer yitirdiğini gördük. TL’deki değer kaybını nasıl fırsata çevirebiliriz?
Öncelikle tabii bir volatilite yani oynaklık problemimiz var. Bana göre kurun seviyesinden daha önemli olan bu oynaklık. Bu oynaklık olduğu sürece fiyatın ne olduğuna dair piyasada kafa karışıklıkları oluşuyor. Bu da ekonomik aktiviteyi yavaşlatıyor. Dolayısıyla kur belirli bir seviyeye zaman içinde oturacaktır.
Ama asıl önemli olan bu yaşadığımız sıkıntıları bir fırsata dönüştürmemiz. O fırsatın da özü şu: AK Parti döneminde biz çok hızlı büyüme kaydettik. Fakat cari açık sorununu tam olarak çözemedik. Bu sadece AK Parti’nin bir sorunu değil. AK Parti’den çok önce de böyle bir problemimiz vardı, devam etti. Cari açık her zaman büyümemizin önünde bir engel oldu. Şimdi cari açık vermeyen veya düşük düzeyde cari açıkla başarılan, sürdürülebilir bir büyüme hikayesi oluşturabilmek için fırsatımız var. Bu sadece kurla ilgili değil birçok politikayla ilgili. Üretim, sanayi politikalarımızla ilgili. Kurun geldiği seviye buna destek olacaktır. Daha rekabetçi hale geldi malum ekonomimiz. Kurun olumlu tarafı bu. Fiyatlar açısından daha rekabetçi hale geldik. İthalatı caydırıcı, ihracatı teşvik edici bir boyutu var TL’nin değer kaybetmesinin. Ama elbette bu yatırımlarla, üretimle ve ihracatla bütünleşmek durumunda. Üretmediğimiz sürece ne olursa olsun ihraç edecek malımız olmuyor.
Belli sektörel öncelikleri de ortaya koyarak bizim yeni teşvik politikamız ve kurumsal yapılarımızla birlikte bir hamle yapma imkanımız var. Nerede var? Savunma sanayii, sağlık endüstrileri, enerji, petrokimya… Enerjide ciddi bir hamle yapma imkanımız var. Petrokimya da ithal anlamda çok ciddi sıkıntılarımız olan bir alan. Bir hamle yapma şansımız var. Böyle dört, beş katma değeri yüksek sektörde yapacağımız bir sıçrama Türkiye’yi farklı bir büyüme hikayesine taşıyacak. Bu ve benzeri alanlara odaklanılmış durumda. Bunların detaylarını ve onu takip eden eylem planlarını orta vadeli programda göreceğiz. Bunun için de hem birtakım yapısal reformlar hem de üretime ve ihracata dönük politikalar göreceğimizi düşünüyorum. Bir taraftan kuru istikrarlı hale getirirken, enflasyonla mücadele ederken diğer taraftan da yatırım, üretim ve ihracatı yani reel ekonomiyi güçlendirme politikamızı kararlı bir şekilde hayata geçireceğiz. Türkiye’nin 2023 ve ötesine uzanan hedeflerini ancak böyle gerçekleştirmesi beklenir.
YENİ TEŞVİK YAKLAŞIMI VERİMİ ARTIRACAK
Yakın zamanlara kadar aslında teşviklerin genele verildiğini ve daha sonra geri dönüşlere fazla bakılmadığını gördük. Fakat son zamanlarda yeni teşvik yaklaşımıyla beraber artık bahsettiğiniz üzere teşviklerin daha özel, daha teknolojik, katma değeri yüksek alanlara kaydırılacağı ve performansa da bakılacağı şeklinde genel bir yaklaşım var. Bunlarla ilgili ne söyleyebilirsiniz?
Bu yeni yönetim sistemiyle birlikte yaptığımız en önemli işlerden biri teşvikleri bir yerde bütünleştirmek oldu. Ekonomi yönetimine baktığınız zaman, ekonomi üç önemli bakanlıkta toplandı: Birincisi Hazine ve Maliye Bakanlığımız. Makroekonomiden ve genel politikalardan sorumlu bakanlık olarak çok net bir şekilde tarif edildi. Diğer taraftan iç ve dış ticaret Ticaret Bakanlığımız bünyesinde toparlandı. Üçüncü ayağı da reel ekonomi ve teşvikler. Onları da Sanayi ve Teknoloji Bakanlığımızın şemsiyesi altında toparlamış olduk. Teşvik politikalarımız şimdi daha entegre bir anlayışla yürütebilecek.
Diğer konu etki analizi yani teşvikleri çok iyi ayarlamanız gerekiyor. Sonuç alıcı, arzu ettiğiniz politika hedeflerine sizi ulaştırıcı mahiyette teşvikler vermek, daha fazla aktörü işin içine dahil etmek önemli. Dağınık bir yapıda olduğu zaman bazen bir firma üç ayrı yerden gidip teşvik alabiliyor, bir başka firma ise hiçbirinden istifade edemeyebiliyor. Şimdi bu veri setinin de entegre olduğu bir kurumsal yapı içinde artık bu tür mükerrerlikler, dengesizlikler de daha kolay giderilmiş olacak. Yani kaynaklar çok daha etkin ve verimli bir şekilde kullanılmış olacak. Bunun etkilerini de inanıyorum ki daha iyi ölçeceğiz.
Teşvik politikalarında iki unsurun ön plana çıkacağını düşünüyorum: Birincisi Türkiye’yi küresel düzeyde daha üst noktalara taşıyacak sektörler ve bunlara dönük daha etkili teşvikler. İkincisi de geri kalmış yöreler, küçük ölçekli işletmeler, yeni girişimcilik gibi konulara verilecek destekler. Yani Türkiye içinde daha dengeli bir yapı oluşturmaya dönük teşvikler. Her ikisini de daha etkili bir şekilde bu yeni dönemde sağlayacağız.
ABD SADECE KENDİNİ DÜŞÜNÜYOR
Yaşanılan bu finansal operasyonun bir boyutu ise aslında doların ve ABD finansal sisteminin küresel hakimiyetidir. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dünyada küresel bir yönetim yok, ulus devletler var. Ama bir ulus devlet yani ABD kendi milli parasını aynı zamanda küresel bir para olarak tarif etmiş durumda. Burada bir çelişki var. Kendi milli menfaatleri ile küresel ekonominin ihtiyaçları her zaman örtüşmüyor. ABD bu hususta kendi milli menfaatlerine göre karar alıyor. Ama bundan bütün ülkeler etkileniyor. Böyle bir dengesizlik söz konusu. Tabii burada bir sürü teorik tartışma var biliyorsunuz. Altın sistemi veya tüm dünya için yeni bir para birimi tarif edilebilir mi vs. Tabii bizim de milli paralarla ticaret teklifimiz… Ama buradaki sorunu görmeliyiz. ABD milli menfaatlerini gözetmek için hareket ettiği zaman işte bütün dünyayı sıkıntıya sokuyor. Bakın bunu geçmişte gelişmekte olan ülkelerin borç krizlerinde de yaşadık. ABD kendi ihtiyaçları için faizleri çok hızlı artırdı ve gelişmekte olan birçok ülke bu yüzden battı. Bu gelişmekte olan ülkelerin suçu değildi ama oradaki hızlı faiz artışı gelişmekte olan ülkelerin borç yükünü dayanılmaz bir noktaya taşıdı.
Böyle sorunların temelinde de dünyadaki mevcut düzenin olduğunu görmemiz lazım. Trump yönetiminin son dönemlerdeki bu tavrı sadece Türkiye ile ilgili değil. Gördüğünüz üzere İran’dan Rusya’ya, Almanya’dan Çin’e varıncaya kadar çok geniş bir yelpaze. Bu da bizim açımızdan aslında değerlendirilmesi gereken bir durum yani yeni bir ittifak sistemi içinde bu eğilimlere karşı koyma fırsatı tanıyor bize. Bunu da inşallah en iyi şekilde değerlendiririz önümüzdeki süreçlerde.
İki yanlış yapıyor Trump yönetimi. Bir taraftan serbest piyasa kurallarını tanımaz bir tavır içinde. Yani ABD şimdiye kadar dünyadaki ekonomik varlığını serbest piyasayla meşrulaştırdı. Ama şimdi serbest piyasa kurallarını tanımayan, ekonomiyi siyaset için araçsallaştıran bir zihniyet ile karşı karşıyayız. Bu aslında hem küresel ölçekte ekonomiye hem de ABD’nin uzun vadeli politikalarına güveni aşağı çeken bir yaklaşım. Diğer taraftan uluslararası kurumsallaşmaya karşı da bir tavır görüyoruz. Hep birlikte gördüğümüz gibi DTÖ’den çıkarım deniyor. NATO’da başka bir kriz oluşturuluyor vs. Diğer birçok alanda baktığınız zaman uluslararası hukuku da tanımayan bir yaklaşım var yani serbest piyasayı tanımayan uluslararası hukuku tanımayan bir yaklaşım. Bunun ben dünyada küresel ölçekte yeni bir tartışmayı da canlandıracağını düşünüyorum. Önümüzdeki süreçlerde AB, Çin, Rusya, gelişmekte olan dünya ve Türkiye ile birlikte inanıyorum ki bu tek taraflı, hukuk tanımayan, serbest piyasa kurallarını hiçe sayan yaklaşıma karşı geniş bir küresel muhalefetin oluşturulduğunu inşallah hep birlikte göreceğiz.
EKONOMİK GERÇEKLİK DEĞİŞMİŞ DURUMDA
Dünyada petrol ve altın ticaretinin çok büyük oranda ABD doları ile gerçekleştirildiğini görüyoruz. Bu ticaretin gelecekte ABD doları dışında yerli para birimleri veya altın vs. ile gerçekleştirilme olasılığı nedir ve bu durumun ABD üzerinde nasıl etkileri olur?
Şu anda doların arkasında duran tabii ki ABD’nin gücü, otoritesi aslında. ABD İkinci Dünya Savaşı’ndan çıktığımız tarihlerde neredeyse dünya ekonomisinin nominal olarak yarısını kontrol ediyordu. Ekonomik güç olarak şimdi yüzde 20’ler civarına gelmiş durumda. Ekonomik gerçeklik değişmiş durumda. Üretim ve sanayi dinamiklerinin değiştiği, ticaretin yeni coğrafyalara doğru kaydığı bir ortamda paranın bundan bağımsız olmasını bekleyemezsiniz. Er veya geç yeni üretim merkezlerine doğru para hareketlerinin kayacağını ben bekliyorum doğrusu. Rezerv para birimi noktasında çeşitlenmeler veya farklı para birimleri cinsinden ticaret gibi.