İkinci Dünya Savaşı bittiğinde, Almanya 9 milyon insanını kaybetmiş, 272 milyar dolar harcamış ve yerle bir olmuşken; Fransa, İtalya ve İngiltere 1,5 milyon insan kaybetmiş, 320 milyar dolar harcamış ve savaştan ağır yıkımla çıkmıştı. Sovyetler Birliği 22 milyon insan kaybetmiş, 192 milyar dolar harcamış ve ülkenin Avrupa tarafı ağır hasarlı iken; Çin de 18 milyon insan kaybetmişti. ABD ise, 417 bin asker ve bin 700 sivili ülke dışı topraklarda kaybetmiş olsa da her iki dünya savaşında da topraklarında tek kurşun atılmamış ülke olarak, bir tarafta dünya üretiminin yarısını temsil eden bir ekonomik güç diğer tarafta ise “asimetrik düzen” ve “kapitalist sistem”in tartışılmaz lideri konumundaydı.
Böylece uluslararası ekonomi politik düzeninin temsilcileri olan Birleşmiş Milletler, Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası, GATT ve NATO’yu kendi koordinasyonu ve emrinde kurdurarak “küresel” patronajlığını da ilan etti. ABD dolarını da küresel bir finansal güce dönüştürdü. Ta ki 2000’lere kadar. 2000’ler küresel ekonomi politik sistemin yeni “yükselen” çekim merkezleriyle tanıştığı ve bu sürecin dünya siyaseti ve küresel ticarete bire bir yansıdığı bir 18 yıla sahne oldu.
Bu süreç içerisinde, yeni “yükselen” çekim merkezlerinin de içinde yer aldığı G20 kulübü, ABD’nin çağrısıyla bir araya gelmiş olsa da Doğu-Güney İttifakı BRICS ve Şangay İşbirliği Örgütü’yle (ŞİÖ) Batı-Kuzey İttifakı’na diğer bir deyişle Atlantik İttifakı’na karşı “Pasifik” ve “Güney Yarımküre”nin önlenemez yükselişini başlattı. ABD, bu süreçte Rusya ve Çin’in küresel “güç merkezi” olmasından ciddi rahatsızlık duyması bir yana, 1990’lardan bu yana Avrupa Birliği merkezli olarak Almanya ve Fransa’nın “Tek Avrupa” projesi kapsamında yeni bir ekonomik, parasal ve askeri güç olma heveslerinden de hoşnut olmadı. Bu nedenle, “Tek Avrupa” idealinin İngiltere’nin Brexit kararıyla ciddi yara almasından da son NATO zirvesinde Trump’ın küstah ifadeleriyle Almanya ve Fransa’yı askeri yetersizlikleri boyutunda ağır bir dille eleştirmesinden de son derece memnun.
“Doların İmparatorluğu” Zayıflarken
ABD dolarının basılmış para birimi olarak yüzde 65’ini oluşturan 580 milyar dolar, ABD dışında işlem görüyor ve ödeme aracı olarak kullanılıyor. Dünyadaki toplam borcun yüzde 39’u dolar bazlı. 34 trilyon dolar değerinde dolar bazlı kredi dünya bankacılık sistemi tarafından yönetilmekte. Dünya finans sisteminde 240 milyar dolar değerinde gümüş, 6,4 trilyon dolar değerinde altın, dünya bankacılık sisteminde 50 trilyon dolar düzeyinde mevduat, 56,7 trilyon dolar düzeyinde devlet tahvili, 116,4 trilyon dolar düzeyinde dünya bankacılık sistemi tarafından kullandırılmış kredi, özel sektör tarafından ihraç edilmiş hisse senedi ve borçlanma kağıdı, 300 trilyon dolar düzeyinde gayrimenkul ve 1 katrilyon dolarlık türev finans ürünleri piyasası yer almaktadır.
IMF’in 1947’den 1974’e kadar bekçilik ettiği Bretton Woods uluslararası para sistemi ve 1948’den itibaren hayata geçirdiği, 2. Dünya Savaşı sonrası yıkılmış Avrupa’yı ve sonrasında Japonya’yı ayağa kaldırma projesi olan Marshall Yardım Planı’yla ABD “dolar imparatorluğu”nu oluşturmak adına her türlü adımı atmıştı.
Doların küresel finans sisteminde güç kazanmasında önemli bir detay da ABD Merkez Bankasının (FED) dolar swap imkanıdır. Bu nedenle 2030’a kadar yeniden yapılanma süreci devam edecek olan yeni küresel ekonomi politik açısından, Çin, Rusya, Türkiye, Brezilya, Venezuela, Hindistan ve İran kendi aralarında, kendi para birimleri cinsinden işlem yapmak üzere merkez bankaları arası swap anlaşmalarına ve kendi aralarında daha yoğun işlem hacmine ağırlık verme kararlılığını dikkatle izlemekteyiz. ABD, dolar kullanımını azaltacak, dünyanın yeni yükselen “yıldız” ülkeleri arasında yerel para birimleri cinsinden artan küresel ticaretten de artan finansal aktarımdan da ciddi manada rahatsız.
ABD’nin kredi derecelendirme kuruluşları aracılığıyla yükselen ekonomilere kurduğu finansal tuzak deşifre olmuş durumda.
İmalat sanayiinde gerileme göstermiş olan rekabetçilik becerisini, artan cari açık sorununu, bastığı dolarları dünyanın başka ekonomilerine talep ettirerek, yüksek bir senyoraj geliri imkanından yararlanarak finanse etmiş olan ABD, bugün yükselen “dolar dışı” küresel ticaret nedeniyle, karşılıksız bastığı doların kendisine büyük bir ekonomik felaket olarak döneceğinin farkında. Bu nedenle, gelişmekte olan ekonomileri önce liberal bir ekonomik yapıya özendirme; ardından imalat sanayinde, bilhassa savunma endüstrisinde, dolar bazlı borçlanmada, kendine bağımlı hale getirme, ardından derecelendirme kuruluşları aracılığıyla IMF’le masaya oturtma operasyonu, bugün tüm yükselen “yıldız” ülkelerin var güçleriyle karşı durdukları bir “finansal tuzak” olarak deşifre olmuş durumda. Bu nedenle, ülkeler IMF’in ve Dünya Bankası’nın yeniden yapılandırılmasından söz ederlerken, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın liderlik ettiği “Dünya 5’ten büyüktür” çağrısı küresel ölçekte bir büyük dönüşüm isteğinin çağrısı oldu. ABD artık bir zamanlar Birleşmiş Milletler, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü ve NATO’nun tek patronu olma vasfının tartışılmasından, sorgulanmasından son derece rahatsız.
ABD Kurduğu Düzeni Yıkıyor
Bugün karşı karşıya olduğumuz tablo, 1941’de devraldığı kapitalist sistemin, asimetrik düzenin liderliği çerçevesinde, 1944’ten itibaren kendi patronajlığında kurguladığı “yeni liberal dünya”nın 2000’lerle birlikte kendi aleyhine çalıştığını görmesiyle, ABD’nin kendi patronajlığında inşa ettiği “‘Atlantik” merkezli küresel ekonomi politik mimariyi yıkma kararı almış olmasıdır. Bu nedenle ABD, GATT anlaşması ve devamı olan Dünya Ticaret Örgütü’nü işlevsiz kılacak ağır bir ticaret savaşına, istediği kararlara artık destek bulamadığı BM bütçesine yapması gereken ödemeleri dondurarak BM’yi parasız bırakmaya, G7 ve NATO içerisinde yetmiş yıldır birlikte olduğu Avrupa’yla pek çok konuda gerginliği tırmandırmaya yoğunlaşmış durumda.
ABD Çin, Rusya ve AB ile farklı içerikte, farklı düzey ve şiddette bir savaşa tutuşmuş gözüküyor. Latin Amerika’yla ilgili de husumetleri söz konusu. Ve yetmiş yıldır kendisini pek çok konuda yalnız bırakmamış, bir Amerikan tümenini Kuzey Kore’de yok olmaktan kurtarmış, Soğuk Savaş döneminde Atlantik’in savunmasının, günümüzde küresel terörle mücadelenin en etkili ülkesi olan Türkiye’yle de ilişkileri bir daha düzelemeyecek bir seviyeye getirmeyi göze almış bir havada. ABD “Yıldız Savaşları”nı başlatmış durumda. Evet, Türkiye 2000’lerin yükselen “yıldız” ülkelerinden birisi ve ABD’nin tetiklediği “Yıldızlar Savaşı”nın da tarafı.
Bu nedenle Rahip Brunson üzerinden yürüyen Ankara-Washington gerginliğinin, görünen temel başlıklardan daha uzun soluklu, daha derin ve Türkiye-ABD ilişkilerinde, ABD’nin dünyanın bugün ve geleceği adına giderek tırmandırdığı saldırganlığına bağlı olarak telafisi imkansız yaralar açabilme riski taşıdığını iyi okumamız gerekiyor. ABD, “Yıldız Savaşları”na tutuştuğu hiçbir ülkeyle barışmak veya orta yol bulmak istemiyor. Ya onun rotasına girilecek ya da ülkeler ağır bedel ödeyecekler. Türkiye’nin kendi iç dinamiklerinden hareketle, siyasi vesayet odakları ile sivil ve askeri bürokrasi vesayet odakları üzerinden yürüttükleri tüm operasyonlar başarısız kalınca, son kez ekonomik vesayet odakları üzerinden, Türkiye’yi cezalandırma yoluna giriştiler.
Osmanlı ordusunun dünyanın tüm saygın askeri okullarında okutulan destansı başarılarının özü, savaş öncesi “psikolojik hazırlık”, cephane, mühimmat ve ulaşım boyutunda “lojistik hazırlık” ve gerektiğinde “son savunma” taktiğidir. Yani “hatt-ı müdafaa” değil “sath-ı müdafaa”dır. Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın açıkladığı “yeni ekonomik yapı” ekonomik savaşın “psikolojik” ve “lojistik” hazırlıklarına yönelik pek çok ipucu taşıyor. Ekonomik dengelenme döneminde elde edilecek sonuçlar, tasarrufların artırılması, daha etkin bir kamu mali disiplin ve küçülen cari açık “psikolojik hazırlığı” sağlayacak. İstikrarlı büyüme koşullarının sağlanması, ekonomide daha adaletli paylaşımla, nitelikli insan gücü ve toplum başlıkları ise “lojistik hazırlık”. Strateji üretme kapasitesinin katılımcı bir anlayışla güçlendirilmesi, hızlı refleks kabiliyeti, güçlü temeller; değişim odaklı hedefler ise “son savunma” taktiğimiz olacak. Türkiye “Yıldız Savaşları”nı daha yoğun strateji üretme kabiliyetiyle aşacaktır.
ABD Türkiye’yi “Kaybetme”nin Paniğinde
2008 Küresel Finans Krizi’ne kadar ABD’nin hayli yakından tanıdığını, hatta “kontrol altında” tuttuğunu düşündüğü Türkiye, ekonomisini yeniden yapılandırması gerekiyorsa IMF ile görüşen, alt yapı yatırımları gerçekleştiriyorsa Dünya Bankası’ndan kredi alan, silah ve mühimmata ihtiyacı var ise ABD’den temin eden bir görünümdeydi. Hatta NATO’nun tüm beklentilerini karşılayan, kuruluşundan bu yana üyesi olduğu uluslararası örgütlerde “Atlantik İttifakı”yla birlikte hareket ediyor gözüken ve gelecekte de hep böyle kalacağı zannedilen bir ülkeydi. Derken, 30 Ocak 2009’da Davos’ta, Cumhurbaşkanı Erdoğan “1 minute” dedi. Türkiye IMF ile yolları ayırdı. IMF, tersine Türkiye’den 5 milyar dolar destek istedi. Türkiye, Çin, Güney Kore, Rusya gibi ekonomilerle nükleer enerjiyi, uydu sistemlerini, hava savunma sistemlerini konuşur ve projeleri hayata geçirir hale geldi.
2012’de ABD menşeli şirketlerin Türkiye’deki doğrudan yatırım stoğu 1,3 milyar dolar iken, Asya şirketlerinin toplam yatırımları 2,4 milyar dolardı. 2017’de ABD’nin 1954-2017 arası, 63 yılda doğrudan yatırım stoğu daha ancak 1,8 milyar dolara ulaşmışken, Asya şirketlerinin yatırımları 4,2 milyar doları geçti. Çinli şirketler tek başına 1 milyar dolara ulaştı. Rusya’nın öncülük ettiği ülkeler grubu 5,3, Afrika ülkeleri 2,5 milyar doları yakaladılar. Bu dönemde ŞİÖ ile BRICS’in “‘daha güçlü iş birliği” adına çağrıları yoğunlaştı. Eylül 2014’te Cumhurbaşkanı Erdoğan bu kez “Dünya 5’ten büyüktür” dedi ve hiçbir operasyon, hainlik, işgal girişimi, Başkan Erdoğan’ın liderliğinde Türkiye’nin yükselişini, Avrasya’da artan “oyun kurucu” gücünü durduramadı.
ABD, Türkiye’nin dünya siyasetinde artan öneminden ve hem yerel hem de küresel vesayet odaklarını başarılı bir şekilde devre dışı bırakma becerisinden panik olmuş durumda. Küresel ekonomi politik yeniden yapılanırken, yeni “‘kutup”lar oluşurken, Türkiye çok yönlü ve çok katmanlı bir diplomasi ağı oluştururken, ekonominin güçlendirilmesine yönelik etkili adımlar Türkiye’nin “yeni” öyküsü olacak ve “yeni” stratejik plan ABD’nin son kozu olan “ekonomik operasyonu” da boşa çıkaracaktır. Yeter ki, uyanık olalım, bir ve beraber olalım.
Türkiye’nin “Meydan Okuma” Becerisi
ABD’nin, bu süreçte hesabının şaştığı ve bir türlü anlamamakta ısrar ettiği konu, Türkiye’nin “küresel meydan okuma” becerisiydi. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e birçok badireyi “Zümrüdüanka kuşu” gibi küllerinden yeniden doğarak atlatmış olan Türkiye, 1071’den beri “sömürgecilik nedir” bilmez. Tersine 2. Dünya Savaşı sonrası oluşan yeni dünya düzeninin tüm kurumsal altyapısında “kurucu ülke” pozisyonundadır. Bu nedenle, Atlantik İttifakı’nın en önemli müttefiki ve bir parçası olmayı her zaman bilmiştir. ABD’nin stratejik hatası, tarihi boyunca hep “dik durmuş”, küresel diplomaside her zaman ağırlığını hissettirmiş olan Türkiye’yi “tehdit” veya “şantaj”la sıkıştıracağını zannetmesidir.
Aksine son on altı yılda üç kat milli gelirle, 860 milyar dolarlık bir katma değerin yüzde 20’sini ihraç eden, tek başına 32 milyar dolar “insani yardım” yürüten, sert gücü Türk Silahlı Kuvvetleriyle, yumuşak gücü TİKA, AFAD, Kızılay, Yunus Emre Enstitüsü ve Maarif Vakfı’yla destan yazan bir Türkiye’den söz ediyoruz. Küresel sistemdeki tüm mazlumlara ilham, cesaret ve enerji veren bir Türkiye var. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın liderliğiyle perçinlenen küresel meydan okuma becerisini, bu becerinin Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemiyle ulaşacağı düzeyi, Sayın Başkanımızın ifadesiyle, Türkiye’nin küresel ölçekte yükselen güç merkezleriyle derinleştirdiği ilişkilerine duyulan kıskançlık ve öfkenin kodlarını iyi okuyalım.