Bir siyasi varlığın/entitenin devlet olması için gereken şartlar mevcut uluslararası hukukça belirlenmiştir. Bugün devlet olmaya ilişkin genel kabul gören kıstaslar, Amerika kıtası devletlerince 1933’te imzalanan (1934’te yürürlüğe giren) Devletlerin Hak ve Yükümlülüklerine İlişkin Sözleşme (daha yaygın ismiyle, “Montevideo Sözleşmesi”), içinde yer almıştır. Bu sözleşme zaman içinde diğer devletlerce de benimsenerek genel kabul görmüş ve böylece bir müddet sonra yapılageliş (teamül hukuku) kuralı haline gelmiştir. Bu sözleşmenin 1. maddesine göre, devlet olmanın şartları şunlardır: Sürekli bir nüfusun olması; sınırları belirlenmiş bir ülkenin (toprak parçası) olması; bir hükümetin (etkin otorite) varlığı; başka devletlerle uluslararası ilişkilere girme kapasitesinin olması.
Bu yazıda, Filistin bağlamında, yukarıda sözü edilen kıstasların mevcut olup olmadığı hususu incelenecektir. Ne var ki, konunun ve bağlamın daha iyi anlaşılması açısından Filistin topraklarındaki egemenlik iddialarının tarihi bağlam içinde ve uluslararası hukuk temelinde ortaya konması, konumuza ilişkin birçok meseleyi vuzuha kavuşturacaktır. Sömürgeci bir güç olan İngiltere’nin (Britanya İmparatorluğu) merkezinde Kudüs’ün bulunduğu coğrafyayı ele geçirmesi (1917), ardından bölgeyi “Filistin” olarak tanımlaması ve 1922’de burada bir Filistin mandası kurduğu süreç, “Filistin sorunu”nun başlangıç noktasıdır. Siyonist İsrail, bugün bütün bu Filistin topraklarını işgal altında tutmaktadır. İsrail’in tarihi (manda dönemi) Filistin toprakları üzerindeki varlığının, uluslararası hukuka göre bütünüyle yasa dışı olduğunu bu noktada belirtmek gerekiyor. Bunun en azından üç nedeni vardır:
Birincisi, 1919’da imzalanıp 1920’de yürürlüğe giren Milletler Cemiyeti Sözleşmesi’nin 22. maddesine göre, Osmanlı güçlerinin Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru bu topraklardan çekilmesi sonrasında Ortadoğu’daki Arap topraklarını kendi aralarında paylaşan İngiltere ve Fransa’nın buralarda oluşturduğu manda rejimlerinin geçici bir durum olduğu ve bir müddet sonra bu topraklarda yaşayan halkların kendi bağımsız devletlerini kurabilecekleri ifade edilmiştir. Bu sözleşmenin yapıldığı dönemde Filistin topraklarında yaşayan halkın yüzde 90’ı Filistinli Araplardan oluştuğu için bu bağımsız devletin Filistin’de yaşayan Araplar eliyle kurulacağı açıktı. Nitekim Birinci Dünya Savaşı sonrasında hem siyasi hem de hukuki olarak uluslararası toplumun gündemine giren self-determinasyon hakkı (ya da ilkesi), belli bir ülke üzerinde kendi geleceğini özgürce belirleme hakkına sahip olan insan topluluğu adına o topraklarda yaşayan çoğunluğun iradesinin belirleyici olacağını öngörmüştür. Nitekim Irak, Suriye ve Ürdün gibi Filistin’le aynı dönemde manda yönetimi altına konan ülkelerin bağımsızlık sürecinde, self-determinasyon hakkı hayata geçirilirken, Arap çoğunluğun iradesi esas alınmıştır.
Sorunun Kaynağı İngiltere
İkincisi, Filistin topraklarında kurulan İngiliz manda yönetimi döneminde (1922-1948) mandater İngiltere’nin gözetimi ve desteği altında, Arap halkın şiddetle karşı çıkmasına rağmen, dünyanın her yanından Yahudilerin Filistin’e getirilmesi ve bunlara geniş imtiyazlar verilmesi, yukarıda sözü edilen self-determinasyon ilkesinin açık bir ihlali olmuştur. İlk defa 1917’deki Balfour Bildirisi’nde sözü edilen Yahudiler için Filistin’de bir “ulusal yurt” kurulacağına ilişkin vaadin, İngiltere’nin Filistin’de kurduğu manda rejimini resmileştiren 1922 tarihli sözleşmede yer alması, hem bu topraklarda yaşayan ve Yahudi göçüne şiddetle karşı çıkan Arapların iradesini yok saydığından hem de self-determinasyon hakkının zuhur ettiği ve sömürgeciliğin tel’in edilmeye başlandığı bir dönemde, kirli sömürgecilik çağına geri dönüş anlamına gelmektedir ki, bunun uluslararası hukukla bağdaşmadığı açıktır.
Üçüncüsü, Filistin topraklarını Yahudiler ve Araplar arasında taksim eden 181 sayılı Birleşmiş Milletler Genel Kurul kararı pek çok nedenle yasa dışıdır (ve tabii, gayrı meşrudur): birincisi, 29 Kasım 1947’de Genel Kurul’da yapılan oylama öncesinde Amerikan yönetimi ve onunla irtibat halindeki dünyanın her yanındaki Siyonist lobiler birçok devlet üzerinde baskı uygulamış ve hatta müspet oy vermeleri için bazılarını tehdit etmişlerdir. Bu ise, Birleşmiş Milletler (BM) Kurucu Antlaşması’nın, devletlerin uluslararası ilişkilerinde askeri güce ya da güç tehdidine başvurmasını yasaklayan 2/4. maddesinin açık bir ihlalidir. İkincisi, BM Genel Kurulu’nun devlet kurma yetkisi yoktur. BM Kurucu Antlaşması’nda böyle bir şeyi ihsas edecek hiçbir hüküm yoktur. Üçüncüsü, Genel Kurul’un kararları bağlayıcı değildir. Son olarak, 1947’de Filistin topraklarında yaşayan halkın üçte ikisi Araplardan müteşekkil olduğu halde, bu mahut taksim planı, Filistin topraklarının yüzde 56,5’ini Yahudilere bırakırken, sadece yüzde 43’ünü Araplara tahsis etmiştir. Dahası İsrail, 1948-1949 Arap-İsrail Savaşı sonucunda tarihi Filistin topraklarının yüzde 78’ini ele geçirmiştir. Hem uluslararası ilişkilerde askeri güç kullanımının yasaklandığı, hem de “a fortiori” askeri güç kullanımı sonucu ülke kazanımının yasaklandığı bu BM devrinde, bu yeni toprak kazanımlarının yasa dışı olduğu da açıktır. İşgalci ve saldırgan İsrail, 1967’de bu kez tüm Filistin topraklarını (yani kalan yüzde 22’yi de) ele geçirmiştir.
İsrail’in Varlığının Hukuki Dayanağı Yok
Bu üç “yasa dışılık” nedeniyle, İsrail’in Filistin toprakları üzerindeki varlığının hiçbir hukuki dayanağı yoktur. O nedenle, sömürgeci ve/veya emperyalist güçlerin dayatmaları sonucu şekillenen reelpolitik “gerçeklik”ten bağımsız olarak uluslararası hukukun kendi normatif çerçevesi içinde konuya bakıldığında, manda dönemi Filistin topraklarının (yani bugün İsrail’in elinde tuttuğu tüm toprakların) bütünüyle Filistinli Araplara ait olması gerektiği açıktır.
Oysa ne acıdır ki, Müslüman çoğunluklu devletlerin kahir ekseriyetinin dahi kerhen ya da isteyerek rıza gösterdiği reelpolitik “gerçekliği” esas alan ve Siyonist devletin işgal ettiği Filistin topraklarının büyük bölümü üzerindeki egemenlik iddiasını genellikle zımnen ya da açıkça kabul eden statükocu tahlil çerçevesi, bazı istisnalar bir yana, hem devletlerin hem BM gibi uluslararası örgütlerin hem de akademyanın benimsediği bir tutum olmuştur. Bu tutum, ne self-determinasyon eksenli uluslararası hukuk, ne askeri güç kullanımına ve toprak kazanımına ilişkin uluslararası kurallaşma ve ne de uluslararası adalet ile bağdaşır niteliktedir. Ne var ki Filistin’e ilişkin tartışmalar bu haksız ve hukuksuz zemin üzerinde seyrettiğinden, biz yazının bundan sonraki bölümünde bu teslimiyetçi ön kabul çerçevesinde Filistin’in devlet olma meselesini irdeleyeceğiz.
Bilindiği üzere, Siyonist devlet, elinde tuttuğu toprakları üç katından fazla arttıran 1967’deki Altı Gün Savaşı sonucunda tarihi Filistin topraklarının tümünü işgal etmiştir. Bu işgalin hemen öncesinde Batı Şeria ve Doğu Kudüs Ürdün’ün, Gazze ise Mısır’ın denetimi altında idi. 1967 savaşı sonrasında Filistin’deki durumun vahameti iyice ayyuka çıkınca BM, Filistin sorununu salt bir “mülteci” sorunu olarak görmekten vazgeçmiş ve Filistin halkının siyasi varlığını ve devlet kurma hakkını tedricen kabul etmek durumunda kalmıştır. Bu süreçteki en önemli dönemeç noktalarından birisi, Güvenlik Konseyi’nce, Altı Gün Savaşı’ndan yaklaşık altı ay kadar sonra 22 Kasım 1967’de kabul edilen 242 sayılı karardır. Siyonist rejimin hamisi olan ABD’nin de desteklediği bu kararda Konsey, İsrail’in “son çatışma sırasında işgal ettiği topraklardan çekilmesini” istemiştir. Bu son savaşta ele geçirilen Arap toprakları içinde Batı Şeria, Doğu Kudüs ve Gazze de vardır. Genel Kurul ise 1960’ların sonlarından itibaren almış olduğu kararlarda, Filistin halkının self-determinasyon hakkına sahip olduğunu ileri sürmüş, zaman içinde bu hakkın Batı Şeria, Doğu Kudüs (aslında Batı Şeria’nın parçası) ve Gazze’de bir Filistin devletinin kurulmasının zaruret arz ettiğini birçok kararında ifade etmiştir. Bunun yanı sıra, BM kararlarında zaman zaman (11 Aralık 1948’de Genel Kurulca kabul edilen 194 sayılı kararda ilk ifadesini bulan) Filistinli mültecilerin kendi topraklarına (Filistin’e) dönüş hakkına sahip oldukları belirtilmiştir.
Mısır, İsrail’le 1978-1979 Camp David Anlaşmaları çerçevesinde Gazze’deki egemenlik iddialarından Filistinlilerin lehine vazgeçmiştir. Benzer şekilde, Ürdün, Batı Şeria ve Doğu Kudüs üzerindeki tüm egemenlik iddialarından 31 Temmuz 1988’de Filistin halkı adına vazgeçmiştir. Bu tarihten kısa bir süre sonra, Filistin Ulusal Konseyi’nce alınan bir karar çerçevesinde, Filistin Kurtuluş Örgütü lideri Yasir Arafat, 15 Kasım 1988’de bağımsız Filistin devletinin kuruluşunu tüm dünyaya ilan etmiştir. BM Genel Kurulu ise bir ay sonra almış olduğu bir kararda (43/177 sayılı karar), bu bağımsızlık ilanından duyduğu memnuniyeti ifade etmiş ve Filistin halkının 1967’de işgal edilen Filistin toprakları üzerinde hükümran haklara sahip olduğunu ifade etmiştir. Bu karara sadece ABD ve İsrail karşı çıkarken, 36 devlet çekimser oy vermiş, 104 devlet ise desteklemiştir. Nitekim uluslararası toplumun büyük çoğunluğu Filistin’i “devlet” olarak tanımıştır. Bugün Filistin, 139 devletçe, “devlet” olarak tanınmaktadır. Filistin, 2011’de BM üyeliği için başvuruda bulunmuştur. Ne var ki, Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerinden ABD (beklenebileceği gibi) bu başvuruyu veto edeceğini bildirmiştir. Bunun üzerine, konu doğrudan Genel Kurul’a getirilmiş ve büyük bir oy çokluğuyla Filistin BM’ye “gözlemci devlet” statüsünde girmiştir. 29 Kasım 2012’de kabul edilen 67/19 sayılı bu kararı 138 devlet desteklerken, 9 devlet menfi, 41 devlet ise çekimser oy kullanmıştır. Burada dikkat çekilmesi gereken nokta, BM Genel Kurulu’nun “gözlemci” statüsünde de olsa, neticede Filistin’in devletliğini teyit etmiş olmasıdır.
Yedi Milyonu Mülteci 13,5 Milyon Filistinli Var
Bütün bu tarihi ve hukuki hakikatler Filistin’in bugün bir devlet olduğunu ortaya koymaktadır. Başlangıçta, devlet olmak için gerekli olduğu belirtilen kıstasların Filistin için hangi ölçüde mevcut olduğunun ortaya konması bu noktada uygun olacaktır. Hiç kuşku yok ki, Filistinli bir “sürekli nüfus” mevcuttur. Bugün dünyada kendisini “Filistinli” olarak tavsif eden, Filistin’le gönül bağı olan ve 7 milyon kadarı mülteci durumunda olan yaklaşık 13,5 milyonluk bir Filistinli nüfus vardır. Dahası, BM’nin bugüne dek almış olduğu kararlarda, küresel tahakküm düzeninin dayattığı ve onun karşısında acziyet sergileyen İslam dünyasının (bazı istisnalar ile) kabule zorlandığı hukuksal formül çerçevesinde, tarihi Filistin topraklarının (yalnızca) yüzde 22’sini oluşturan Batı Şeria, Doğu Kudüs ve Gazze’de bir Filistin devletinin kurulması öngörülmektedir. Dördüncü kıstas olan uluslararası ilişkilere girme kapasitesine sahip olma hususunda da, Filistin’in gerekli şartları yerine getirdiği açıktır. Nitekim Filistin, hem BM tarafından hem de uluslararası toplumun büyük çoğunluğunca “devlet” olarak tanınmaktadır. Dahası Filistin, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne ve başka birçok uluslararası anlaşmaya ve örgüte taraf olmuş, ayrıca Mahmud Abbas çeşitli uluslararası platformlarda Filistin’in devlet başkanı olarak kabul görmüş ve görmektedir. Filistin’in devlet gibi davranmasını fiilen imkansız hale getiren araz ise, belli bir coğrafya üzerinde “etkin yönetim kurma” koşulunun İsrail tarafından işlemez hale getirilmesidir. Başka bir deyişle, tüm Filistin bugün İsrail’in işgali altında bulunduğundan, Filistin her hususta devlet olmanın imkanlarından yararlanamamaktadır. Bu durum ise Filistin’in devlet olmadığını değil ve fakat topraklarının işgal altında olduğunu göstermektedir.
Filistin’in Silahlanma ve Silahlandırılma Hakkı
Filistin, işgal altında olan bir devlet olması itibariyle, öncelikle meşru müdafaa hakkına sahiptir. Bu bir silahlı saldırı karşısında, hem münferiden hem de müştereken kullanılabilecek bir haktır. (BM Kurucu Andlaşması, 51. madde) Bu devletin işgalci güçlere karşı kendini savunabilmesi için her devlet gibi silahlanma hakkına sahip olduğu da açıktır. Bunun için de Filistin’e kapsamlı iktisadi, ticari ve mali desteğin verilmesi büyük önem taşımaktadır. Ayrıca Filistin’in “dostu” olan devletlerin, Batı Şeria, Doğu Kudüs ve Gazze’de askeri üs kurmaları, Filistin’e uçak, helikopter, füze ve tank gibi askeri araçlar yollamaları, Filistinli silahlı grupları eğitmeleri ve onlara istihbari destek vermeleri, uluslararası hukuka uygundur. Aslında, normal işleyen bir uluslararası hukuk düzeni içinde, BM Güvenlik Konseyi’nin işgalci İsrail’e karşı kapsamlı yaptırım/ambargo kararı alması ve bunun yanı sıra, askeri zorlama tedbiri çerçevesinde (BM Kurucu Andlaşması, 42. madde) Siyonist güçleri işgal ettikleri topraklardan çıkarmak amacıyla çeşitli devletlere ait birleşik bir ordunun teşkil edilmesi için karar çıkarması, makul bir seçenek olacaktır. Nitekim Kuveyt, Ağustos 1990’da Irak ordusunca işgal edildiğinde, Güvenlik Konseyi hemencecik devreye girmiş, önce Irak’a kapsamlı ambargolar uygulamış, ardından da ABD liderliğindeki uluslararası koalisyona Irak’ı Kuveyt’ten çıkarmak için savaş yetkisi vermiştir. Ne var ki, İsrail’in hamisi olan ABD’nin, Konsey bünyesinde Siyonist devleti hedef alan böyle bir kararlar zincirini veto edeceği açıktır. Bu durumda Konsey’e alternatif bir BM organı olarak Genel Kurul’a gidilmesi Filistin sorunu konusunda belli bir açılım sağlayabilir. İsrail’e karşı ambargo kararı veya askeri zorlama tedbiri alınması ya da en azından bölgeye uluslararası barış gücü askerlerinin gönderilmesi, 1950 tarihli Barış İçin Birleşme doktrini çerçevesinde BM Genel Kurulu’ndan üçte ikilik oy çokluğu ile bir “tavsiye kararı” olarak çıkarılabilir. Öte yandan, yukarıda sözü edilen müşterek meşru müdafaa hakkı çerçevesinde Filistin’le savunma iş birliği anlaşması imza edecek olan her devlet, bugünlerde dehşetle şahit olduğumuz üzere, İsrail’in Gazze’ye ya da Batı Şeria’ya silahlı saldırı düzenlediği durumlarda Filistinli silahlı güçlerle birlikte İsrail işgaline karşı savaşma hakkına sahip olacaktır. Dolayısıyla söz gelimi, Müslüman çoğunluklu ülkeler isterlerse, müşterek meşru müdafaa hakkı çerçevesinde olası bir İsrail işgaline karşı önceden Filistin’le savunma iş birliği anlaşmaları imzalama, saldırı durumunda ise Filistin’le beraber işgalci güçlere karşı savaşma hakkına sahiptirler.
Sonuç Olarak
Sürdürülebilir, kendi ayakları üzerinde durabilir ve coğrafi sürekliliği olan bir Filistin devletinin kurulması için, bu devletin üzerinde hükümran olacağı, manda dönemi Filistin topraklarının (yalnızca) yüzde 22’sini oluşturan Batı Şeria, Doğu Kudüs ve Gazze’yi bütünüyle içermesi gerekir. Bu demektir ki, Filistin toprakları üzerinde bulunan yasa dışı Yahudi yerleşimcilerin ve Siyonist devlete ait diğer tüm unsurların buraları bütünüyle terk etmesi gerekiyor. Şayet bu yapılmayıp, birbirinden kopuk adacıklardan oluşan bir Filistin devletinin (!) varlığına rıza gösterilirse bu durum hem ümmetin ortak utancı olacaktır hem de böyle bir devletin yaşaması mümkün olmayacaktır.