24 Haziran egemenliğin artık tam anlamıyla millete geçtiği bir devrim niteliğindeydi. Bu devrim sessiz bir devrim olarak addedilebilir. Bu devrimi sessiz kılan unsur ise uzunca bir zaman dilimine yayılması ve sandık yoluyla gerçekleşmesidir. Milletin iktidara yürüyüşü belli evrelerden geçerek günümüzde bulunduğu noktaya ulaşmıştır.
Millet iradesinin egemen olmasının ilk kırılma noktası iktidar konumunun içeriğinin boşaltılmasıydı. Bu köklü adım siyasetin sultanın tekelinden kurtarılması ve iktidarın sultan ile özdeşleştirilmesine son verilmesiyle atıldı. 1876 ve 1908’deki anayasal monarşi tecrübeleri siyaseti sultanın kontrolünden çıkararak özgürleştirdi. Ancak bu dönemde açıkça gözlemlendiği gibi iktidar sultandan alınırken başka bir iktidar odağının kontrolü altına giriyordu. 1908-1913 ve 1920-1923 gibi kısa dönemler göz ardı edildiğinde iktidar büyük oranda bürokrasiyle, özellikle de orduyla özdeşleştiriliyordu. Bu durum siyasetin tekrardan iktidar tarafından soğurulması ve milletin egemen güç olmasının önünün tıkanması demekti.
Bürokratik Oligarşi
1922’de saltanatın kaldırılması bu durumu daha da radikalleştirdi. Bürokrasi ve eşraftan oluşan iktidar bloğu yalnız başına kaldı ve böylece iktidarın devlet tarafından tekelleştirilmesi daha ileri bir boyuta taşındı. İnşa edilen bu bürokratik oligarşik yapıya bu dönemde yapılan devrimler de eklenince durum millet açısından çok daha vahim bir hal aldı. Monarşik yapıda millet iktidarda olmasa ya da iktidardan pay alamasa bile düşünceleri büyük oranda iktidardaydı. Radikal Batılılaşma hamleleri iktidar ile milletin arasının daha da açılması ve devlet-millet yabancılaşmasının hat safhaya ulaşmasıyla neticelendi.
Tek parti iktidarı dönemini kapsayan 1923-1950 arasında ülkeye egemenlik açısından üç aşağı beş yukarı böylesi bir düzen hakim oldu. 1950 yılı siyasetin iktidarın kontrolünden çıkarılması anlamında ikinci bir kırılmayı teşkil etti. Çok partili hayat ve parlamenter sistem iktidarda siyasete yani millet iradesine yer açıyordu. Elbette bu kırılma hiçbir zaman iktidar konumunun içeriğinin tamamen boşaltılması, yani siyasetin tamamıyla özgür bırakılması noktasına evrilmedi. Bürokratik oligarşi siyasete kısmi bir özgürlük sunuyordu, millet iradesi bürokratik iradeye oranla çok daha zayıf konumda kalıyordu.
1950-2002 arası dönemde Adnan Menderes’in Demokrat Partisi, Necmettin Erbakan’ın Milli Görüş Hareketi ve bu hareket zemininde kurulan siyasi partiler ve Turgut Özal’ın Anavatan Partisi millet iradesini bürokratik iradenin önüne koyma mücadelesi verdiler. Ancak siyasete çok daha fazla alan açma çabaları bürokratik vesayetin kurumlarınca ya da doğrudan askeri ve sivil darbelerle engellendi. Böylece iktidar mücadelelerinin zemini konumundaki kurumsal yapıda bir dönüşüm gerçekleşmedi. Millet iradesine yaslanan bu siyasi hareket ve partiler sürekli duvara tosladı ve zamanla enerjilerini kaybederek siyaset sahnesinden çekilmek zorunda kaldılar.
Millet İktidarına Doğru
2002’yle başlayan 16 yıllık AK Parti iktidarı ise egemenlik ilişkileri açısından üçüncü kırılmayı teşkil etmektedir. Bu dönemde 1950’de iktidarda açılan yarık ve o yarıktan sızan siyasetin alanı genişledi. Ve en sonunda iktidar bürokratik oligarşiden temizlenerek tamamıyla millet iradesine dayanan bir kurumsallaşmaya gidildi. Bu durum siyasetin tamamıyla özgürleşmesi ve demokratik siyasetin temel ilkelerinin kökleşmesi demekti.
Bu noktaya gelinmesinde birkaç adımdan bahsetmek gerekir. Bunlardan ilki Ekim 2007’deki cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilmesini öngören Anayasa değişikliğidir.
Eski düzende cumhurbaşkanı bürokratik oligarşinin parlamento aracılığıyla kendi içerisinden atadığı bir figürdü. Cumhurbaşkanı yürütme ve yasama organlarından oluşan siyaset kurumu içerisinde en yetkili siyasi aktördü. 1982 Anayasası’na göre yürütme organı içerisinde yer almaktaydı ve geniş yetkilere sahipti. Cumhurbaşkanının halkın tercihine bırakılması bürokrasi için büyük bir darbe niteliğindeydi. Cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilmesinin kabulü millet iradesine yaslanan bir kurumsallaşmaya geçişin ilk adımı oldu.
Vesayetçi parlamentarizmden demokratik bir Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçiş süreci Eylül 2010’daki bir başka Anayasa değişikliğiyle daha da ileri bir boyuta taşındı. Askeri yargıya dair düzenlemelerle darbe ve muhtıralarla anılan ordunun, parti kapatma davalarıyla meşhur Anayasa Mahkemesi’nin ve HSYK’nın yapısına ilişkin değişikliklerle ise yargı bürokrasisinin etki alanı daraltıldı.
Ağustos 2014’te ilk defa cumhurbaşkanının doğrudan seçilmesi demokratik kurumsallaşma açısından ikinci adımı teşkil etti. Artık yürütmenin ve de siyaset kurumunun en önemli ve geniş yetkilere sahip siyasi aktörünün Meclisin içinden değil de doğrudan halk tarafından belirlenmesi sistemi fiilen değiştirmiş oldu. Bildiğimiz haliyle parlamenter sistem bu noktadan sonra tarihe karıştı. Elbette bu seçimlerde cumhurbaşkanı seçilen Recep Tayyip Erdoğan’ın sistemi dönüştürmeye yönelik gösterdiği iradenin altını özellikle çizmek gerekir. Bu dönüştürücü irade olmaksızın ülkede demokratik bir kurumsallaşmanın gerçekleşmesi bu kadar kısa bir süre içerisinde mümkün hale gelmezdi.
Bunu üçüncü adım olan 16 Nisan 2017’deki Anayasa değişikliği izledi. Bu değişiklikle fiilen yürürlükte olan Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi hukuken de kabul edilmiş oldu. Böylece milletin aracısız olarak belirlediği temsilcisinin iktidar konumunu doldurur hale gelmesi sağlandı. Bu durum siyasetin tamamen özgürleşmesi ve millet iradesinin iktidarda en üst irade haline gelmesi demekti.
24 Haziran ve Ötesi
24 Haziran seçimleri demokratik siyasetin kurumsallaşmasında dördüncü kırılmayı teşkil etti. 16 Nisan’da onaylanan yeni düzenin ilk seçimi yapıldı ve bu seçim bu düzeni hayata geçiren ve daha ileriye taşımak isteyen AK Parti-MHP ittifakının zaferiyle sonuçlandı. Bundan sonraki süreç devletin Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi merkezinde yeniden dizayn edilmesi ve köklü bir kurumsallaşma hamlesinin gerçekleştirilmesidir. Önümüzdeki süreçte kısa vadede Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından seçimlerden önce açıklanan yeni devlet yapısı yürürlüğe konulacaktır.
Millet iradesinin merkezde olması, demokratik siyasetin özgürleşmesi ve yerli-milli siyasetin ülkenin başat siyasi çizgisi haline gelmesi yüzyılı aşkın bir zamanı kapsayan iktidar mücadelesinde siyasetin yeni içeriğini oluşturmaktadır. 24 Haziran seçimleriyle tam anlamıyla yürürlüğe giren Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi ise siyasetin yeni formunu ve kurumsal yapısını oluşturmaktadır. Bundan sonraki süreç muhtemelen bu yeni içerik ve kurumsal yapının ülke siyasetine damga vurmasına ve tüm siyasi aktörler tarafından kabullenilmesine şahitlik edecektir. Beş yıl sonra yapılacak seçimlerin bu değişime ayak direyenler ile bu sistemi hayata geçirmek isteyenler arasında değil bu sistemi kabul eden ve bu zeminde kapışan siyasi aktörler arasında olacağını beklemek gerekir. Bu, ülkenin demokratikleşmesinin ve millet egemenliğinin tesis edilmesinin nihai noktası olacaktır.