Kriter > Dış Politika |

Sykes-Picot’nun Kanlı Mirası: Ortadoğu’da Yeni Emperyal Senaryolar


Ortadoğu, üstesinden gelemeyeceği ağır bir mirasın altında şiddet sarmalı ile mücadele ederken yeni bölünmeler ve yeni dengelerin eşiğine girmiş görünüyor. Bu noktada, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “Coğrafyamızın yeni bir Sykes-Picot taksimiyle tekrar lime lime edilmesine göz yummayacağız” şeklindeki sözleri, Batı’nın Ortadoğu’da yazdığı kanlı tarihi hatırlatırken, yeni sömürgeci planlara karşı da bir uyarı vazifesi görüyor.

Sykes-Picot nun Kanlı Mirası Ortadoğu da Yeni Emperyal Senaryolar

Medeniyetin ve insanlığın en eski merkezlerinden Ortadoğu, onu çevreleyen diğer tarihi yerleşim yerlerine olan konumu ve doğal zenginlikleri nedeniyle her dönem stratejik önemini korumuştur. Aynı zamanda İstanbul-Çanakkale Boğazları, Süveyş Kanalı, Babu’l-Mendeb Boğazı, Hürmüz ve Basra Körfezi gibi dünyanın stratejik noktalarına sahip olan Ortadoğu coğrafyası, 20. yüzyılın başlarından itibaren önemli bir enerji kaynağı haline gelen petrolün bu topraklarda keşfiyle birlikte başta İngiltere olmak üzere sömürgeci güçlerin hedefi haline gelmiştir.

 

Siyah Kelebek Peşinde

O dönemde Ortadoğu’ya dikkatini yoğunlaştıran Britanya İmparatorluğu, genişlemeci Almanya karşısında donanmasında yerli kömürü mü yoksa İran'da çıkarılan petrolü mü kullanacağı konusunda stratejik bir kararın eşiğindeydi. Coğrafi olarak uzak ve kontrolü zor olan bu petrole bağımlı olmak da bir seçenekti; çünkü petrolden üretilen yakıtları kullanan savaş gemileri daha çabuk manevra ve daha yüksek sürat yapabiliyordu. Ayrıca yakıt kullanımı bakımından daha az personele ihtiyaç olduğundan silah kullanım kapasitesi de artabiliyordu. Kısacası petrol kömürden daha verimli bir yakıttı.

İran ve ardından Basra’da keşfedilen petrolden sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflamasıyla birlikte Ortadoğu, İngilizlerin iştahını oldukça kabartmıştır. İlginin bu coğrafyaya yönelmesiyle birlikte Britanyalı kaşifler, adeta hırsızın hırsızlık öncesi keşif turları gibi Ortadoğu’yu karış karış gezmeye başlamışlardır. Bu kaşiflerden biri olan Frank Holmes, önce Bahreyn’e gidip çöl ikliminde en önemli ihtiyacın su olduğunu gözlemleyerek, su kaynakları keşfetme bahanesiyle petrol aramak için ülke topraklarında kazı imtiyazları alır. Holmes daha sonra aynı bahaneyle Kuveyt’e ve müteakiben 1920’de Suudi Arabistan’a giderek orada Hasa ve Necd hakimi Abdülaziz bin Suud’la görüşür. Bin Suud’un misafirperverliğinden güç bulan Holmes “Hasa çölünde siyah bir kelebek var onu bulmak, ayrıca su aramak için sizden bu bölgede kazı yapmak istiyorum. Bunun için sizden kabilelerden korunma emri talep ediyorum’’ diyerek bin Suud’dan 3 yıl boyunca bu topraklarda dilediği gibi kazı yapma yetkisi ve koruma emri alır.

 

Büyük Arap İsyanı

İngilizler bir taraftan petrol odaklı faaliyetlerini yürütürken bir taraftan da bölgenin siyasi dengelerini dönüştürecek müdahalelerde bulunmaktaydı. Mekke Emiri Şerif Hüseyin bin Ali, İngiltere'nin desteğiyle 10 Haziran 1916’da Araplar arasında artan milliyetçilik ve bağımsız olma arzusunu kullanarak Osmanlı İmparatorluğu'na karşı silahlı bir isyan başlattı. 1914'te Osmanlı’nın Almanya ile birlikte Birinci Dünya Savaşı'na katılması ve ardından gelen zorlu ekonomik ve sosyal koşullar, Şerif Hüseyin’in ihtiyaç duyduğu toplumsal desteği bulmasını ve Osmanlı’ya karşı kullanmasını kolaylaştırmıştı. İngilizler ise Almanya ile birlikte savaşa dahil olan Osmanlı’nın kazanmasından endişelilerdi. Eğer Osmanlılar savaştan galip çıkarsa, bu galibiyetle Müslüman veya Arap Birliği kurulması ihtimali, İngilizlerin çıkarlarıyla uyuşmayacak ve böyle bir galibiyet, bölgedeki ve Asya'daki İngiliz varlığına karşı ciddi bir tehdit oluşturacaktı. Diğer taraftan Şerif Hüseyin, İslam Halifesi olma arzusundaydı. İngiliz hükümetinin, ona Osmanlıların yönetimi altındaki Arap bölgelerinin hükümdarı olma sözünü ve desteğini vermesi isyanın başlamasında etkili olmuştur. 1915'te Henry McMahon, Şerif Hüseyin bin Ali'ye "Büyük Britanya Kralı Majesteleri, Halifeliğin yabancılardan kurtarılıp o kutsanmış peygamber nesline, bir Arabın mübarek eline geçmesini memnuniyetle karşılamaktadır" mesajı içeren bir mektup iletir. Bu İngiliz blöfü, Müslümanların halifesi olmak isteyen Şerif Hüseyin bin Ali'de büyük bir heyecan ve umut meydana getirir. 1916'da Mekke'deki sarayının balkonundan Osmanlıya karşı Arap kayıtlarında "Büyük Arap Devrimi" olarak bilinen ayaklanmanın ilk kurşununu ateşler. McMahon’u oldukça umutlandıran bu olay, İngiliz Dışişleri Bakanlığı'na gönderdiği mektupta şöyle ifade edilmektedir: “Şerif aracılığıyla İslam toplumu ve İslami siyaset üzerinde önemli bir etki ve belki de onlar üzerinde bir tür kontrol sağlamak için bir daha gelmeyebilecek eşsiz bir fırsatımız var.”

İngiltere, ilk etapta Şerif Hüseyin bin Ali'yi silah ve parayla destekledi. Osmanlı birliklerine karşı yürütülen bu ayaklanma, 13 Haziran 1916'da Cidde'de başladı ve Osmanlılar orada mağlup edildi. Cidde şehrinin limanıyla birlikte ele geçirilmesi, Araplar için siyasi ve askeri önemi yüksek bir zaferdi. Böylece yiyecek ve askeri mühimmata erişim sağlayabildiler. Daha sonra 9 Temmuz 1916'da Mekke ele geçirilirken, Osmanlı ordusu Medine'de direnmeye devam etti. Meşhur kumandan Ömer Fahreddin Paşa'nın önderliğinde Osmanlı kuvvetleri, İngiliz destekli Arap isyancılara karşı güçlü bir şekilde direnerek Ocak 1919'a kadar teslim olmayı reddettiler.

Müttefik güçler tarafından desteklenen Arap kuvvetlerinin saldırıları 1918 yılı boyunca devam ederek Osmanlı mevzilerini etkisiz hale getirdi ve sonunda Osmanlı kuvvetlerinin geri çekilmelerine neden oldu. 30 Ekim 1918'de, Osmanlılar ile Şerif Hüseyin bin Ali'nin Arap orduları da dahil olmak üzere müttefik güçler arasındaki düşmanlıkları resmi olarak sona erdiren Mondros Ateşkes Anlaşması, Osmanlı İmparatorluğu ile İngiltere arasında imzalandı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Teknofest
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan "Coğrafyamızın yeni bir Sykes-Picot taksimiyle tekrar lime lime edilmesine göz yummayacağız". (Ömer Taha Çetin / AA, 4 Ekim 2024)

 

Sykes-Picot

Birinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinden önce İngiltere, Fransa ve Çarlık Rusyası arasında Osmanlı İmparatorluğu'nun mirasının bölüşüldüğü "Sykes-Picot Anlaşması" gizlice imzalanmıştı. Ancak Arap liderlerinin bu anlaşmadan savaşın sonuna kadar haberdar olmaması gerekiyordu. Bu planı bozan beklenmedik bir gelişme olarak Ekim 1917'de Rusya'da Bolşevik Devrimi patlak verdi ve Rusya'daki devrimciler "Sykes-Picot"un belgeleri de dahil olmak üzere buldukları gizli belgeleri yayınladılar. Şerif Hüseyin, İngilizlere anlaşmanın gerçekliğini ve içeriğini sorduğunda, Rus Bolşeviklerinin yayınladığı belgelerin resmi bir anlaşma olmayıp İngiltere, Fransa ve Rusya arasında geçici bir ön anlaşmadan ibaret eski görüşmelerin kayıtlarından ibaret olduğu cevabını aldı. Şerif Hüseyin, bu açıklamadan tatmin olmuş olacak ki Kudüs şehrini ele geçiren İngilizleri tebrik etti. Kudüs’ü kendisine vadedilen krallığın topraklarına dahil edileceğini sanan Şerif Hüseyin, Kudüs’ün ele geçirilmesiyle ilgili "Bu haber büyük bir zafer, büyük bir gururdur" dedi.

Osmanlı Devleti’nin o dönemdeki yöneticilerinden Cemal Paşa, 4 Aralık 1917’de Beyrut’ta Sykes-Picot anlaşmasının farkında olarak bir konuşma yaptı: “İngilizlerin gerçek amacı artık biliniyor. Şimdi Şerif Hüseyin, kendisinin neden olduğu bu aşağılamaya katlanıp, İslam’ın Halifesinin önerdiği onuru, İngilizlere köle bir devlete değiştirecek mi?”

Çok geçmeden İngilizlerin bu toprakları başka bir millete vadettiği ortaya çıktı. 2 Kasım 1917’de dönemin Birleşik Krallık Dışişleri Bakanı Lord Arthur Balfour, siyonist harekete Filistin topraklarında Yahudiler için bir yurt vadeden deklarasyonu imzaladı. Lord Balfour, Siyonist hareketin liderlerinden olan Lord Jacob Rothschild’e gönderdiği mektupta şu ifadeleri kullanıyordu: “Majestelerinin hükümeti, Filistin’de Yahudiler için bir milli yurt kurulmasını uygun karşılamaktadır ve bu hedefin gerçekleştirilmesini kolaylaştırmak için elinden geleni yapacaktır.”

Bu mektup, 1948’de İsrail devletinin kurulmasına giden süreçte en önemli kilometre taşı olarak görülüyor. Filistin halkının varlığını ve en temel haklarını hiçe sayan bu deklarasyonun ardından yapılan girişimlerle Filistin, Yahudilerin ana yurdu sayılıyordu. Bu deklorasyonla Yahudi göçmenlerin işgalci yerleşimine giden yolu resmen açılmış oldu. Yıllar içerisinde Filistin halkının artarak devam eden Yahudi göçünü müteakiben devam eden sistemli toprak işgalleri karşısında, ev sahibi zayıf halkın, sistemin dikte ettiği bu zulme karşı yapabileceği tek şey direnmek ve her fırsatta haklarını savunmak oldu. 1919’da Paris Barış Konferansına hitaben Filistin Nablus halkının gönderdiği mektupta şu ifadeler dikkat çekmektedir: “Şu anki zayıflığımız ve acizliğimizin karşısında bilgi ve zenginlik bakımından bizden daha güçlü olan, gelenekleri gereği bizlerle hiçbir şekilde bir araya gelmek istemeyecek olan bu milletin, topraklarımıza göç etmelerine izin vermek adalet ve insanlık adına kabul edilemez.”

Savaşın ardından imzalanan Mondros Ateşkes Anlaşmasıyla birlikte çok geçmeden İngiltere'nin Araplara karşı kurguladığı acı tablo ortaya çıktı ve Arap devletinin kralı olmak isteyen Şerif Hüseyin bin Ali'nin hayalleri suya düştü.

Fransa, 1918'de Şam'da bir Arap hükümetinin kurulduğunu duyurduktan sonra Suriye kralı olan Şerif Hüseyin bin Ali'nin oğlu Prens Faysal'ın Suriye’sini Sykes-Picot Anlaşması gereği işgal etti. İngiltere, daha önce İngiliz Dışişleri Bakanı Arthur Balfour tarafından Siyonist Lionel de Rothschild'e sunulan Balfour Deklarasyonu'nu dayanak göstererek, Filistin'e dünyanın farklı yerlerinden Yahudileri toplamaya ve onları bu Filistin topraklarına yerleştirmeye başladı.

Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşüyle beraber Filistin ve Irak topraklarını işgal ettikten sonra İngiltere, Osmanlı mülkünü Sykes-Picot planına göre bölme fikrinden vazgeçti ve yerine 26 Nisan 1920'de Fransa ile düzenlenen "San Remo" konferansı tarafından onaylanan manda sistemini kurdu. Arap Levant’ını işgal eden devletler, San Remo ile coğrafyanın kaderini belirlemiştir. Ortadoğu haritasına kalem ve cetvelle sınırlar çizerek yapay devletler ve uluslar oluşturarak bu yeni devletleri derin stratejik hesaplarla pay etti.

 

Böl-Parçala-Yönet

Yapılan anlaşmayla Fransa, Bilad-ı Şamın çoğuna, güney Anadolu'nun büyük bir kısmına ve Irak'taki Musul bölgesine sahip olurken, İngiltere ise Bilad-ı Şamın güneyi, Bağdat, Basra ve Arap Körfezini kapsayacak şekilde hakimiyet kurduğu yerleri genişletti. Filistin’in ise İngiltere ve Fransa arasında istişareyle kararlaştırılacak olan bir uluslararası yönetim altına alınmasına karar verildi. Hemen ardından Balfour deklarasyonu uyarınca, Filistin topraklarının büyük kısmı daha sonra İsrail devletini kurmak için siyonist hareketlere teslim edildi. Anlaşmaya göre Fransa'nın da kullanma hakkına sahip olması koşuluyla Hayfa Limanı İngiltere'nin, İskenderun Limanı ise İngiltere’nin kullanma hakkına sahip olması karşılığında Fransa’nın kontrolüne bırakıldı. Birinci Dünya Savaşı'nın sona ermesiyle birlikte, Sykes-Picot Anlaşması'ndan Lübnan, Irak, Ürdün ve Filistin sınırları dışında neredeyse hiçbir şey kalmadı.

Fransız-İngiliz sömürgeciliği, Yemen, Suudi Arabistan ve Ürdün'deki istisnalar dışında, 1922'de Londra Konferansı'nda Milletler Cemiyeti tarafından verilen yetki ile İkinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesine kadar devam etti. Mısır ve Irak’taki iki monarşi ise 1952 ve 1958'de devrilene kadar bağımsızlıklarını fiilen sınırlayan anlaşmalarla İngiltere’nin egemenliğinde kaldı.

Fransa ve İngiltere’nin etkileri, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliğinin küresel güç sahnesine çıkmalarıyla birlikte azalmaya başladı. İngiltere, 1960 ve 1970'lerde Arap Yarımadası'ndaki varlığını çekmeye başladı; 1965'te Kuveyt'ten ve 1967'de Aden himayesinden çekildi.

Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarıyla birlikte değişen dünya haritası ve bu küresel çatışmanın kalıntıları, Ortadoğu bölgesine gölge düşürmeye devam ediyor. Batı, Ortadoğu’ya yapay sınırlar çekerek aslında bir kabileyi ikiye ve hatta üçe bölerken kadim şehirlerin tarihsel olarak gelişen tüm ticari tedarik yollarını kesti. Hülasa, coğrafyanın ekonomik, sosyal, etnik bağlarını kopardı.

Bu sınırlarla beraber dönemin milliyetçilik akımlarının etkisiyle, kendi ulus devletlerini kurmanın çabası içine girişen yapay devletler, toplum içerisindeki muhalif ses ve oluşumlarla baş etmek için dikta rejimlerine başvurdu. Bölünmüş aşiretler, etnik gruplar ve farklı mezhepler, diktatör yönetimlerin gölgesinde yok olmadı ancak o güçle baş edemediği için sessiz kaldı. Zamanla ve dünyanın değişen dinamikleri ile beraber zayıflayan bu dikta rejimleri, tarihsel bölünmüşlüğün ve baskının ürettiği kızgın muhalif seslerin tepkileri ile karşılaştı. Etnisite, mezhep ve ideoloji temsiliyetleri üzerinden seslerini çıkarmaya başlayan bu kitlelerin özgürlük ve demokrasi talepleri, Arap Baharı’nın başlamasına yol açtı.

Elbette böyle bir ayaklanma, eski sömürgecilerin ve yeni güç aktörlerinin Ortadoğu’daki planlarına uygun değildi, bu yüzden şiddet bu coğrafyada gündemden düşmedi. Ortadoğu, üstesinden gelemeyeceği ağır bir mirasın altında şiddet sarmalı ile mücadele ederken yeni bölünmeler ve yeni dengelerin eşiğine girmiş görünüyor. Bu noktada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “Coğrafyamızın yeni bir Sykes-Picot taksimiyle tekrar lime lime edilmesine göz yummayacağız” şeklindeki sözleri, Batı’nın Ortadoğu’da yazdığı kanlı tarihi hatırlatırken, yeni sömürgeci planlara karşı da bir uyarı vazifesi görüyor. Osmanlı’nın 20. yüzyılın başındaki güçsüz durumundan faydalanan sömürgecilere karşı bugün, tarihin tekerrür etmesine izin verilmeyeceğini ilan ediyor.

 


Etiketler »  

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası