Bir asır öncesine kadar Batı dünyasının sorun olarak tanımladığı ve kurtulmak için çaba gösterdiği Yahudiler meselesi, Siyonizm–Evanjelizm ittifakıyla pimi çekilmiş bir bomba olarak İslam dünyasının içine atıldı. Birinci Dünya Savaşı’nın İslam dünyasında sebep olduğu kaos, Osmanlı Devleti’nin Arap dünyasından çekilmek zorunda kalmasının ardından ortaya çıkan istikrarsızlık gibi sebeplerle Batı tarafından zorla göçe teşvik edilen Yahudi işgalciler, Filistin topraklarına Britanya himayesiyle yerleşmeye başladılar. Kudüs’ün coğrafyası olan Filistin toprakları, Yahudi terör örgütleri tarafından köy ve kasabalara yapılan baskınlar sonucu zamanla işgal edildi ve bu fiili durum 1948’de “İsrail” olarak tescillendi.
Batı dünyasının “Yahudiler” sorunu, artık İslam dünyasının İsrail sorunu olarak yoluna devam ederken, Filistin de topyekun bir davaya dönüştü. 75. yılını geride bırakırken hâlâ bir örgüt refleksiyle hareket eden, bölgeyi istikrarsızlaştırıp sebep olduğu şiddet ve kaostan beslenmeye çalışan bu işgalci güç, son katliamlarıyla insanlığın ortak vicdanında mahkum edilip yalnızlaştı. Buna karşın Filistinliler ise bu yüzyıllık işgal, talan ve gasp siyasetine karşı direniş bayrağını kuşaktan kuşağa devrederek, davalarını tüm insanlığın ortak davası haline getirmeyi başardılar. Filistinliler, 7 Ekim 2023’te Gazze’nin yanı başındaki işgal karakoluna yapılan baskından sonra uğradıkları orantısız saldırı ve katliamlar karşısında, özgürlük mücadelelerini küresel bir boyuta taşıdılar. Aksa Tufanı eylemleri, Gazze’nin son yirmi yıldır sessiz bir ölüme terkedilmesine bir tepki olarak başladıysa da sonuçları itibariyle bölgesel bir hareketliliğe ve değişime de sebep olmuştur. Topraklarından sürülme tehdidiyle karşı karşıya olan Filistinliler, yapılan bombardıman karşısında yurtlarını terk etmeyerek onlarca yıldır işgalci çevrelerde konuşulan “Filistin’i Filistinsizleştirme” projesini de deşifre ettiler. Aslında bu plan, 1948’den beri uygulanan, toprağı işgal edip toprağın sahibini sürgün etme politikasının bir devamıdır. Bugünkü Gazze nüfusunun yüzde 80 kadarı, 75 yıldır topraklarından sürülen Filistinlilerden yani kendi yurdunda göçmen konumuna itilmiş insanlardan oluşmaktadır. İsrail’in kendi bekası ve çoğunluğu Yahudilerden oluşan toprak bütünlüğünü elde etmek için uyguladığı etnik temizlik saldırılarına maruz kalan Gazze halkı, bu defa ölümü pahasına göçmen olduğu toprakları terk etmedi.
İbrahim Anlaşması (Safkatu’l-Karn/Milenyum Barışı)
2011’de Tunus’ta başlayıp kısa süre içerisinde Mısır, Libya, Suriye ve Yemen başta olmak üzere tüm Arap dünyasında yayılan Arap devrimleriyle birlikte Filistin meselesi geri planda kaldı. Özgürlük, adalet ve onur talepleriyle başlayan barışçıl sokak gösterileri, zamanla bazı ülkelerde iç savaşa dönüştü ve yüzyıl boyunca Filistin topraklarında katledilen insan sayısının on katına yakını hayatlarını kaybetti. Kısaca Bağdat, Şam, Halep ve Yemen içine düştüğü insani felaketler bakımından herhangi bir Filistin şehrini aratmadı. Arap devrimleriyle birlikte ortaya çıkan iki eksenden biri, eski statükonun olduğu gibi devam etmesinden yanaydı ve İsrail bu eksenle iş birliği yaparak Filistin üzerindeki baskısını arttırdı. Ancak bölgede başlayan kitlesel değişim ve dönüşüm taleplerini, uzun vadede bir tehdit olarak algıladığı için de bölgedeki Arap rejimleriyle hızlı bir normalleşme politikası sürdürdü. Arap devrimleriyle birlikte ortaya çıkan talepleri tehdit olarak algılayan bazı Körfez monarşileri, İsrail ile aynı eksende yer alarak normalleşme politikalarına hız verdiler. Suudi Arabistan, BAE, Bahreyn, Ürdün ve Mısır’ın da içinde bulunduğu geniş katılımlı bir törenle, dönemin ABD başkanı Trump tarafından duyurulan İbrahim Anlaşması, yüzyılın barışı olarak ilan edildi.
Aslında bu anlaşma, İsrail’in bölgesel huzursuzluğun kaynağı olduğu ve bölgedeki barışı ihlal ettiğinin de bir kabulüydü. Filistinli aktörlerin içinde yer almadığı bu girişimlerle bölgeye ekonomik destek yağması, Ürdün, Lübnan ve Mısır hükümetlerinin desteklenmesi, Sina’da Gazzelilerin gidip çalışacağı yatırım bölgeleri kurulması, Gazze ile Batı Şeria arasında hızlı demiryolu inşa edilmesi gibi birçok ekonomik, siyasi ve kültürel faaliyet öngörülüyordu. Bu kültürel faaliyetler kapsamında, Yahudi bir grup, bazı Körfez ülkeleriyle ortak etkinlikler düzenliyor, üç semavi dinin evrensel barış mesajları dile getiriliyordu. Medineli bir çiftçi, bir İngiliz Yahudi ailesini, Medine'deki hurma bahçesine davet edip sembolik bir hurma fidanı dikiyordu ve bu, “bin 400 yıldır ilk kez bir Yahudi Medine'de” şeklinde, haberlere yansıyordu. Bu anlaşmanın asıl amacı, İsrail’in işgal politikalarını onaylamak ve bölge ülkeleriyle ilişkilerini normalleştirmek olmasına rağmen, mevzunun asıl mağduru olan Filistinliler yok sayılıyordu. Filistin'in kaderini Filistinlileri devre dışı bırakarak belirlemeye çalışan bu girişimler, Aksa Tufanı hareketiyle birlikte akamete uğramış görünüyor ve sonrasında başlayan katliamlar da bu girişimin içinde olan Arap ülkelerini tedirgin etmiş durumda.
Yahudilerin “İsrail Sorunu”
İsrail, kurulduğu günden beri kurucu felsefesi olan Siyonist ideoloji gereği tüm dünya Yahudilerinin devleti olduğunu ileri sürerek onların maddi destekleriyle ayakta durmaya çalışıyor. İsrail, dünyadaki Yahudileri, sistematik bir şekilde işgale tabi tuttuğu Filistin topraklarında kurduğu “Yahudi gettolarına” yerleştirirken, onlara sorunsuz, güvenlikli bir yaşam vadediyordu. Aksa Tufanı hareketiyle birlikte, İsrail’in kurduğu bu güvenlik duvarı yıkılmış ve tüm Yahudiler, çatışmalardan etkilenerek kendi devletlerinin üretmiş olduğu şiddet atmosferinin kurbanı olmuştur. 1973 yenilgisinden sonraki en büyük travmayı yaşayan İsrail’deki Yahudi vatandaşlar için, en emin oldukları güvenlik konusu, artık tartışmalı hale gelmiş ve Filistinlilerin 75 yıldır yaşadığı korku ve endişeyi onlar da hissetmeye başlamıştır. Radikal Siyonizm ve Hristiyan Evanjelizmin bir ürünü olan İsrail’in bu saldırgan politikalarının sorgulanması hızlanarak devam etmekte ve İsrail dışındaki Yahudiler bu gelişmelerden tedirginlik duymaktadır. Ayrıca Gazze katliamlarının başlamasından itibaren Hristiyan veya Evanjelik kimlikleriyle bilinen Batı liderlerinin Tel Aviv’e giderek savaş suçlularına destek vermesi, küresel çapta tüm insanların tepkisini çekmiştir.
İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarında orantısız bir güç kullanarak hastanelere, eğitim kurumlarına ve mabetlere bomba yağdırması, çoğunluğu çocuk ve kadınlardan oluşan masum sivilleri katletmesi, dünyanın insanlık vicdanını da yaralamıştır. Avrupa, Amerika ve diğer ülkelerde başlayan İsrail’i protesto eylemleri, dalga dalga büyüyerek Siyonizm karşıtlığına dönüşmüştür. Özellikle sıradan bir İsrail ve Siyonizm eleştirisinin antisemitizm zırhı gölgesinde değerlendirildiği Avrupa ülkelerindeki gösteriler, İsrail politikalarına karşı olmanın antisemitizm olmadığını ortaya koymuştur. Çünkü son Gazze katliamlarıyla birlikte İsrail devleti, kuruluşunun yetmiş beşinci yılında hâlâ bir devlet olma olgunluğuna erişemediğini göstererek, devlet olma sorumluluğu ve onuru altında ezilmiştir.
Filistin İnsanlığın Onur ve Özgürlük Davası
Arap devrimlerinin gölgesinde kalıp unutulmaya yüz tutmuş Filistin ve Kudüs meselesi, son Gazze katliamlarıyla birlikte, yeniden kendini hatırlatmış, dava küresel bir boyuta taşınmıştır. Her dinden, milletten ve ideolojiden insanlar, sokaklara dökülerek kendi rejimlerinden bağımsız bir şekilde Filistin’i insanlığın onur ve özgürlük davası olarak benimsediklerini göstermişlerdir. Gençlerin yeni bağımsızlık ve özgürlük mottosu artık Filistin davası olmuş ve bu mesele Arapları ve Müslümanları aşıp tüm insanlığın ortak vicdanı olarak yeniden gündeme gelmiştir. Avrupa ve Amerika şehirlerinde engellemelere rağmen sokaklara dökülerek İsrail'in katliamlarını kınayan halklar, aynı zamanda kendi yönetimlerinin İsrail yanlısı politikalarını eleştirmektedir.
ABD yönetimi uzun süredir iki devletli çözüm için çaba sarf etmemiş, aksine İsrail’in işgalci tezlerinin savunucusu olarak Filistin'in Batı Şeria bölgesinin her geçen gün erimesine yönelik politikalara destek vermiştir. Amerika’daki Yahudi hayır kurumları aracılığıyla bugün Batı Şeria topraklarının yarısından fazlası İsrail tarafından kontrol edilmektedir. Batı dünyasındaki iktidarlar, İsrail’in katliamlarına açıkça destek vererek, kendi halklarının tepkilerini çekmişlerdir. Ayrıca Batı dünyasındaki ana akım medya, İsrail yanlısı yayınlarıyla bu tepkileri büyütmüştür. Tüm bu kısıtlara rağmen, özellikle Batı dünyasının meydanlarında insanların dile getirdiği bu ortak vicdan çığlığı, İsrail yönetimini tedirgin etmektedir. Filistin'in küresel bir boyut kazanan onur ve özgürlük davasının kalıcı çözümlerle taçlanması, Filistin içindeki siyasi aktörlerin kendi davalarını ortaklaştırmalarıyla mümkündür.
75 yıllık sistematik bir işgal ile toprakları kevgire dönen Filistin liderleri de son Gazze katliamlarından sonra artık yeni bir yol ayrımına gelmişlerdir. Oslo sürecinden sonra kökleşen siyasi ayrılıklar, zamanla Filistin yönetimini fiili olarak iki farklı eksene doğru itmiştir. Batı Şeria’da Mahmud Abbas yönetimindeki Fetih hareketi bulunurken, Gazze şeridi de HAMAS’ın kontrolü altındadır. Fetih ve HAMAS yönetimlerinin, kendi aralarındaki sorunları bir tarafa bırakarak kendilerini de var eden ana sorun olan işgalci İsrail’e karşı ortak hareket etmedikleri sürece mevcut sorunların çözülmesi mümkün değildir. Filistin siyasi aktörlerinin ortak çatı kuruluşu FKÖ’nün yapısal sorunları çözülmeden de bu birleşme mümkün görünmemektedir. Nitekim Gazze’deki katliamları kınamak ve bir yol haritası belirlemek üzere bir araya gelen İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Birliği Olağanüstü Ortak Zirvesinde bu misyonun altı çizilmiştir: “Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Filistin halkının tek meşru temsilcisi olduğuna vurgu yaparak, tüm Filistinli grup ve güçlere FKÖ çatısı altında toplanma ve FKÖ’nün liderliğindeki ulusal ortaklık çerçevesindeki sorumluluklarını yerine getirme çağrısı yapar.”
FKÖ, 1964’te Kahire’de toplanan Arap Birliği zirvesinde alınan karar sonucu, sahadaki Filistinli grupları, başını Cemal Abdunnasır’ın çektiği Arap liderlerin iradesi doğrultusunda güdümlü bir çatı altında toplama amacıyla kurulmuştur. FKÖ, kurulduğu dönemin konjonktürü gereği nasyonal sosyalist ve seküler bir karaktere sahip olmuştur. Fetih hareketinin lideri Yaser Arafat’ın liderliğinde zamanla diğer Filistinli grupların adil temsiliyetleri azaltılmıştır. Bugün itibarıyla FKÖ, tamamen Fetih hareketiyle özdeşleşmiş ve sahadaki etkin diğer gruplar dışlanmıştır. Filistin genelindeki halk desteği en az Fetih kadar olan HAMAS ise bu çatı altında temsil edilmemektedir.