Dünya kamuoyu 11 Eylül terör saldırılarının 20. yıldönümüne yaklaşırken Afganistan’dan gelen tarihi görüntüleri anlamlandırmaya çalışıyor. İmparatorlukların ve büyük güçlerin hiçbir zaman hakim olamadığı ülkede bu anlamda tarih adeta tekerrür ederken, Amerikan dış politikasının yeni bir evreye geçtiğini söylemek mümkün. Amerikan tarihinin en uzun savaşı haline gelen Afganistan’ın ve Irak’ın işgallerini tetikleyen saldırıların son 20 yılda dünya siyasetini küresel terörle mücadele gündemine mahkum ettiği aşikar. Bu gündemin işgaller, hukuk dışılık, insani krizler, güvenlik ve özgürlük ikilemi, demokrasi promosyonu, popülizm gibi birçok meseleyi (dolaylı veya doğrudan) doğurmakla kalmayıp uluslararası sistemi de derinden sarsarak şekillendirdiğini söyleyebiliriz. Soğuk Savaş sonrası istikrara kavuşmakta zorlanan uluslararası sistemin 11 Eylül saldırıları sonrasında rotasını kaybederek savrulduğu bile söylenebilir. Amerika’nın uluslararası hukukun sınırlarını değiştiren ve kalıcı hale gelen adımlar atması hem devletler hem de devletlerle bireyler arasındaki ilişkilerin yeniden düzenlenmesini zorunlu kıldı. 11 Eylül’ün hemen ertesinde dünyanın artık aynı olmayacağını savunanlar haklı çıkmış oldu.
Terörle Mücadele ve Neoconların Demokrasi Vaadi
11 Eylül terör saldırılarının hem Amerikan siyasetini hem de küresel dengeleri geri dönülmeyecek şekilde biçimlendirmesi son 20 yılın belki de en önemli olgusu olarak karşımıza çıkıyor. Saldırıların oluşturduğu dehşet görüntüleri hafızalara kazınmakla kalmayıp ABD yönetimlerinin gerek iç siyasette gerekse dış politikada terörle mücadele gündemine odaklanmasına yol açtı. Artık hiçbir şeyin aynı ol(a)mayacağı yargısından hareket eden Bush yönetiminin küresel terör gibi bir kavramsallaştırmaya savaş açtığını ilan etmesinin ve “bundan sonra ya bizimlesiniz ya da bize karşısınız” gibi formülasyonla dünyayı ikiye ayırmasının sonuçlarını halen tecrübe etmekteyiz. Dünyanın iyiyle şeytani olan arasındaki tarihi bir mücadeleye şahit olduğuna inanan bu mesiyanik anlayışın, terörle mücadelede kullandığı çerçeve de aslında son derece basit olmuştu. Ülkelerin teröre karşı “ya bizimle ya da bize karşı” olduğu anlayışını benimseyen ve asıl sorunun demokrasi yokluğu olduğu teşhisini yapan Bush yönetimi, Afganistan ve Irak işgalleriyle bölgesel ve küresel dengeleri de yeniden şekillendirdi.
Dış politikasını büyük oranda babasının da birlikte çalıştığı Dick Cheney ve Donald Rumsfeld gibi Neocon isimlere teslim etmiş olan George W. Bush’un saldırılar gerçekleştiğinde yaptığı konuşmalardaki özgürlük ve demokrasi vurgusu ve küresel teröre karşı ilan ettiği savaş, Afganistan’ın işgalinin çerçevesini de belirlemişti. Bush, Amerikan özgürlüğünün ve demokratik hükümet sisteminin düşmanı olanların Amerika’nın özgürlüğünü ve demokrasisini hedef aldığı temasını sürekli işledi. Bu çerçevede sorunun temelinde teröre kaynaklık eden ve destek veren ülkelerdeki demokrasi eksikliğinin giderilmesi gerekmekteydi. Bush’un, saldırıların faillerini bir an önce yakalama vaadi artık terörle mücadele bağlamında çok daha geniş bir çerçeveye oturuyordu. El-Kaide liderlerini ülke dışına göndermeye razı olmayarak teröristlere yardım ve yataklık eden Taliban’ın hedef alınması, bu ülkede demokrasi tesis edilmesi misyonuna dönüşecekti. Neocon ideologların demokrasinin gerekirse işgalle ihraç edilmesini öngören stratejileri gerek Afganistan gerekse Irak işgallerinde kilit rol oynadı. Demokrasi tesisinin terörle mücadelede en kalıcı çözüm olduğunu savunan Neoconların Bush’u ikna etmeleri Afganistan ve Irak’ın kaderini de belirleyecekti.
Afganistan: İmparatorluklar Mezarlığı
Amerikan süper gücünün maruz kaldığı terör saldırılarının simgesel ve siyasi anlamlandırılmasında yaşanan zorluğa son derece basit bir ikilemle cevap veren Bush yönetimindeki Neoconların Afganistan ve Irak’ı işgal ederek demokrasi kurmaya çalışmaları Amerikan dış politikasının belki de en cüretkar ve hoyrat adımlarından biri olarak tarihe geçecek. 11 Eylül saldırıları sonrasında birçok ülkenin yanında yer almasını Afganistan’daki Taliban yönetimine ültimatom vererek ve istediğini alamayınca işgale yönelerek değerlendirmeye çalışan Bush yönetiminin Amerika’yı kazanamayacağı en uzun savaşına soktuğunu anlayanların sesi cılız kalmıştı. El-Kaide’nin Afganistan’da barınmasını engellemek gibi nispeten dar bir çerçeveden bu ülkede yeni bir demokratik ulus devlet kurmaya evirilen Amerikan stratejisi, aslında başarılması mümkün olmayan bir hedef koymuştu. Obama’nın adaylığı sırasında eleştirdiği bu strateji Amerika’nın dikkatini asıl hedef olan El-Kaide’den kaçırmasına sebep oldu. Obama kampanya döneminde verdiği bu hedefe tekrar odaklanma sözünü Usame bin Ladin operasyonuyla gerçekleştirmiş olsa da Afganistan’dan çıkma vaadini yerine getiremedi.
Bush yönetiminin çizdiği çerçevede El-Kaide’yi barındıran Taliban’ın düşman olarak tanımlanması, Amerika’nın Afganistan politikasını başkanlardan bağımsız halde şekillendirir hale geldi. Biden başkan yardımcılığı döneminde bu anlayışa karşı çıkarak ülkede Taliban’ın tekrar iktidar olmamasının Amerika’nın görevi olmadığını savunarak Obama’nın bu ülkeye daha fazla asker göndermesine karşı çıkmıştı. Başkan olduğunda da Afganistan’da artık kalmalarının anlamsız olduğunu savunarak ülkeden çekilince, bugünlerde ekranlarda sık sık görülen görüntüler ortaya çıkarak Amerika’nın prestijinin derin bir yara almasına neden oldu. Biden açısından ABD’nin kendi ülkesi için savaşmak istemeyenleri iktidarda tutmaya çalışmanın anlamı olmadığı gibi Amerikan halkının bitmeyen savaşların bitmesi talebinin de karşılanması gerekiyordu. Amerika’nın yeni İndo-Pasifik siyaseti çerçevesinde Çin’e karşı koymaya odaklanması gerektiğini ve Afganistan’da lüzumsuz enerji harcadığını düşünen Biden, kendi içinde tutarlı olsa da ABD’nin bundan sonra müttefiklerine ve “sahadaki partnerlerine” ne kadar sahip çıkacağı hep bir soru işareti olacak görünüyor.
Irak: Kitle İmha Silahlarından Ulus Devlet İnşasına
Bush yönetiminin küresel terörle mücadele stratejisinin ekseninin ne kadar kaydığının en önemli kanıtı Irak’ın işgali olmuştu. Neoconların Saddam Hüseyin’e karşı husumetlerinin, toplu imha silahları olduğu iddiasıyla meşrulaştırılan işgalin ana nedeni olduğunu söylemek mümkün. Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını ve ABD’nin gücünü dünyaya demokrasi getirmek için kullanması gerektiğini savunan Neoconların Irak işgaliyle Amerikan gücünü ispata odaklandıkları görülmekteydi. 11 Eylül’ün doğurduğu hava ve Taliban’ın El-Kaide’yi koruması sebebiyle Afganistan işgaline nispeten ses çıkarmayan uluslararası kamuoyunun, Irak işgaline tepki göstermesi aslında Amerikan politikasının yanlışlığını o günlerde gösteriyordu. Türkiye’nin işgale kuzey cephesi açılmasına destek olmayışı da Bush yönetiminin Irak’ın toplu imha silahlara sahip olduğu bahanesiyle demokrasi götürmek için yeni bir işgal yoluna gitmesine karşı bir tepkiydi aslında. Neoconlar işgal sonrasında bulunamayan toplu imha silahları iddiasına gelen eleştiriler karşısında Irak’ın Saddam’sız her halükarda daha iyi olacağını savundular. Bu da küresel teröre karşı başlatılan savaşın Amerika’nın istediği ülkeyi ve iktidarı terbiye etmeye kalkabileceği bir noktaya geldiğini gösteriyordu.
Irak tecrübesi terörle mücadeleyle başlayan, demokrasi ihracını şiar edinen, ulus devlet inşasına kadar genişleyen ve beğenmediği liderleri alaşağı eden Amerikan politikasının iflasının en önemli örneği oldu. Saddam’ın iktidarını kaybetmesi sonrasında Neoconların mevcut devlet yapısını dağıtarak eski rejimle irtibatlı hiç kimsenin yeni yapıda yer alamayacağı yönündeki ısrarı, ABD’nin Irak’taki en kritik hatası oldu. Devletin Baas rejiminden arındırılmasını hedefleyen bu karar ülkede bugün de devam eden bir güvenlik krizi ortaya çıkarmasının yanı sıra Sünni grupların siyasal sistemin dışına itilmesini de beraberinde getirdi. Ülkenin fiili olarak birkaç parçaya bölünmekle kalmayıp DEAŞ gibi bölgede terör saçan ve istikrarsızlık oluşturan bir örgütü doğurması da bu yanlış politikaların önemli sonuçlarından biri oldu. Irak’taki ulus devlet projesinin başarılı olamayacağı aslında Amerika’nın kurmaya çalıştığı etnik ve mezhepsel temelli siyasi yapıdan belliydi. Bu bağlamda Amerikan dış politika elitlerinin Irak’tan çıkardığı en önemli ders de demokrasi ihracının ve ulus devlet inşasının imkansızlığı oldu.
Afganistan’dan farklı olarak birçok Amerikan müttefikinin güvenliğini doğrudan ilgilendirmesi ve İran’la güç mücadelesinde de önemli rol oynaması itibariyle ABD için Irak’taki askeri varlığının farklı bir önemi bulunuyor. Resmen Irak’tan çekildikten sonra Bağdat hükümetiyle anlaşmalı olarak DEAŞ'la mücadele kapsamında bu ülkede var olan Amerikan askerlerinin geri çekilmesi şu an için gündemde olmasa da Amerikan kamuoyunun askeri angajmanlara son derece şüpheci yaklaştığı unutulmamalı. Bitmeyen savaşları bitirmeyi ve Asya-Pasifik’e odaklanmayı hedefleyen Biden yönetimi için Irak’tan çekilmek Afganistan’daki savaşı bitirmekle aynı bağlamda tartışılmıyor. Ancak Afganistan’dan çekilme sonrasında başlayan ABD’nin müttefiklerine ne kadar sahip çıkacağı Irak’ta da tartışılacaktır. Özellikle Demokrat Parti’nin genç ve aktivist kesimlerinde savunma bütçesine karşı oluşan sert muhalefetin önümüzdeki dönemde ABD’nin Irak’taki gibi uluslararası askeri angajmanlarını sorgulamaya devam edeceği açık. 11 Eylül’e orantısız tepkinin ve Neocon kibrinin en önemli örneği olarak hafızalara kazınan Irak işgalinin hayaletinin Amerikan dış politikasının hala peşinde olduğunu söylemek mümkün.
Amerikan Dış Politikasında Kibirden Tevazua
Sonrasında hiçbir şeyin aynı kalmadığı 11 Eylül terör saldırılarının adeta peşinden sürüklediği Amerikan dış politikasının epey zamandır yeni bir doktrine ihtiyacı var. Ancak son 20 yılda yaşananlar Amerikan siyasi liderlerine küresel bir vizyon ortaya koyma konusunda ciddi bir handikap teşkil ediyor. Bitmeyen savaşlardan ve ulaşılamayan hedeflerden yorulan Amerikan kamuoyunun artık içinde Amerikan üstünlüğüne ilişkin kibirli bir inanışı da barındıran dünyaya liderlik etme önerisine hiç de sıcak bakmadığı biliniyor. Biden’ın dünyaya liderlik yapma konusundaki ısrarının da diplomatik angajman seviyesinde sürdüğünü, küresel ısınma ve Çin’le mücadele gibi alanlarla sınırlı kaldığını görüyoruz.
Belli bir ideolojiye dayanan kuşatıcı bir vizyondan yoksun olan mevcut Amerikan dış politikasının Afganistan ve Irak işgallerinden aldığı derslerin daha “alçak gönüllü” bir siyasete yönelmede etkili olduğunu söyleyebiliriz. Kendi gücünden eskisi gibi emin olmayan, gücünün istediği etkiyi oluşturmada yetersiz kalacağının farkında olan ve diğer milletlerin kendi kavgalarını kendilerinin vermesi gerektiğini savunan bir Amerikan dış politikası var artık karşımızda. Bu bağlamda 11 Eylül’ün en önemli mirasının Amerikan özgüveninde açtığı yara ve Amerikan gücünün sınırlarına ilişkin şüphe olduğunu söylemek mümkün. Çin’le mücadeleden küresel ısınmaya, Avrupa’nın toparlanmasından Rusya’yla mücadeleye kadar birçok konuda çok da alışık olmadığımız Amerikan tevazuuna tanık olacağız.