Kriter > Dış Politika |

Amerikan Dış Politikası Nereye?


Amerikan dış politikasının kritik bir değişim döneminden geçtiği ve yeni bir kimlik savaşı verdiği aşikar ancak bu sürecin kapsamlı bir dış politika vizyonu üretebilmesinin garantisi yok. Mevcut çelişkiler ve istikametsizliğin kalıcı hale gelmesi sürpriz olmayacaktır.

Amerikan Dış Politikası Nereye
ABD Başkanı Donald Trump

Amerikan dış politikasının halihazırdaki gidişatının Soğuk Savaş sonrası yaşadığı kimlik kriziyle bunun ürettiği maliyetlerden kaçınma kaygılarının bir ürünü olduğunu söyleyebiliriz. Soğuk Savaş sonrasında tek süper güç olarak öne çıkan ancak dünyanın polisi olmakla liberal kapitalist sistemin zaferini ilan etmek arasında sıkışan bir Amerikan dış politikasına şahit olduk. Dünyanın farklı yerlerindeki krizlere müdahale ederek insani misyonunu yerine getirmesi beklenen bir süper gücün bu role soyunmakta utangaç davrandığını söylemek mümkün. Öte yandan liberal kapitalist sistemin zaferinin nasıl yönetileceği ve yeni “öteki”nin nasıl tanımlanacağı soruları da cevap bekliyordu. Yeni dönemde küresel misyonunu tanımlamakta güçlük çeken ABD 11 Eylül saldırılarıyla epeydir cevaplayamadığı bir sorunun cevabını bulmuştu. Yeni dış düşmanı “radikal İslamcı terör” olarak öne çıkarken ABD’nin yeni misyonu da liberal kapitalist sisteme tehdit teşkil eden teröre karşı topyekun bir savaş olarak belirlenmiş oldu.

11 Eylül’ü bir terör saldırısı olarak görmeyi reddeden Bush yönetimi ABD için ileride büyük sorunlar üretecek yeni bir küresel misyon tanımlamasında bulunmuş oluyordu. Bush dönemi dış politikasını belirleyen “terörle savaş” kavramsallaştırması Afganistan ve Irak işgallerinin meşrulaştırıcı temelini oluşturdu. Ancak Irak Savaşı’nda yapılan hayati hatalar ve işgale meşruiyet kazandıran toplu imha silahlarının bulunamaması Amerikan halkının dış müdahaleye karşı geleneksel şüpheci tavrının şiddetle geri gelmesini ve ulusal düzlemde iç siyasetin ana dinamiklerinden birini belirlemesini sağladı. Bush yönetiminin 11 Eylül’ün sebebinin Ortadoğu’daki demokrasi eksikliği olduğu tezi dış müdahaleyle demokrasi getirmeye çalışmanın ne gibi sonuçlar doğuracağını tecrübe eden Amerika halkında derin bir hayal kırıklığına yol açarak halk arasında sisteme güvensizliğin zirveye ulaşmasını sağladı. Bu hayal kırıklığı ve sisteme güvensizlik 2008 ekonomik kriziyle birleşince Amerikan siyaset kurumuna karşı güçlü bir tepkiye dönüştü. Amerikan halkı artık kurulu düzenin tamamen dışındaki başkan adaylarının Washington’ı değiştirebileceğine kanaat getirmişti. Hem Obama hem de Trump’ı başkan seçtiren en önemli dinamiğin halkın sisteme olan güvensizliği ve öfkesi olduğunu söyleyebiliriz. Başkan Obama’nın oldukça sınırlı kalan Libya müdahalesi dışında dış müdahaleden uzak duran (ve Suriye’nin de bu politikanın kurbanı olduğu) politikasının Başkan Trump tarafından da devam ettirildiğini görüyoruz.

 

Küresel Liderlikten Feragat

Trump göreve geldiği andan itibaren kendini adeta anti-Obama olarak tanımlayarak bütün politikaları tersine çevirmeyi görev bildi. “Önce Amerika” sloganıyla iktidara gelen Trump, Amerikan halkına verdiği “Dünyanın problemlerini çözmeye çalışmak bizim işimiz değil” mesajının gereklerini yerine getirmekte kararlıydı. NAFTA, BM ve NATO gibi çok uluslu anlaşma ve kurumların Amerikan ulusal egemenliğine halel getirdiğini savunan Trumpçı dış politika ABD’ye yeni bir küresel misyon yüklemeyi de reddediyordu. Ancak ABD’nin küresel gücünden feragat etmeyi de kendine yediremeyen Trump çok uluslu anlaşma ve kurumların ancak Amerikan çıkarlarına doğrudan hizmet ettikleri oranda anlamlı olduklarını savunuyordu.

Trump’ın NATO’ya bütçe katkısı konusunda Avrupalı müttefiklerine yaptığı baskı ve NAFTA’yı USMCA adı altında yeniden tanımlaması bu yaklaşımının örnekleri olarak gösterilebilir. Trump’ın Obama’dan en fazla farklılaştığı nokta çok uluslu kurum ve anlaşmalara şüpheci yaklaşımı ve Amerikan çıkarlarına daha iyi hizmet ettiğini ileri sürdüğü ikili anlaşmaları ve ilişkileri öncelemesi oldu. Örneğin Çin’e karşı Dünya Ticaret Örgütü’nü harekete geçirmeye çalışmaktansa Çin’in ihracatına uygulanan gümrük vergilerini tek taraflı olarak artırarak cezalandırma yoluna gitti. Kuzey Kore meselesinde Çin ve Rusya’yla koordinasyon politikasını bir tarafa bırakarak Kim Jongun’la doğrudan görüşmeyi tercih etti. Benzer şekilde İran’a karşı BM’yi harekete geçirmek ve geniş kapsamlı bir yaptırım koalisyonu oluşturmak yerine doğrudan Amerikan yaptırımlarını kullandı. Trumpçı dış politikanın tek taraflı politikaları tercih etmesi ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası kurumlarını kurduğu ve doğrudan finanse ettiği çok uluslu liberal küresel sistemin zaafa uğraması anlamına geliyor. Bu sistem yarım asırdan fazla bir süre Amerikan liderliğinde uluslararası ilişkilerin ana belirleyici unsuru olagelmişti. Trumpçı dış politika Trump’ın bir dönem daha seçilmesi durumunda uluslararası liberal sistem için en büyük tehdidi teşkil ediyor.

NATO Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi, Brüksel. 11.07.2018    

Ortadoğu Politikasının Maliyetleri

Trump’ın tek taraflı politikaları öncelemesinin devamı durumunda uluslararası sistemin bunun maliyetleriyle karşı karşıya geleceği aşikar. Bu tavrın Ortadoğu’daki tezahürlerinin de bölgeye ciddi maliyetler getirmesi kaçınılmaz. Bu maliyet ve riskler arasında yeni fırsat alanları doğması ihtimalini de göz ardı etmemek gerekiyor. Trump’ın Körfez ve İsrail ile tek taraflı iyi ilişkilerinin bölgeye maliyeti İran’la artan gerilim ve yeni bir çatışma alanı riski olarak önümüze çıkıyor. Ancak Trump’ın İran’la gerilimi Körfez’e silah satışı için kullanmasına bakılırsa aslında hiç savaşa niyetli olmadığı ancak iç politikada işine yarayacak şekilde bir güç gösterisi derdinde olduğu anlaşılıyor. Çatışma ihtimalini göz ardı etmemekle birlikte bu yeni Amerikan baskısının bölgede İran’ın alanını daraltmaya yaraması ve bunun Ankara’nın Tahran’la bölgedeki rekabetinde bir avantaj sağlaması mümkün. Ancak gerilim bu seviyede kalmayarak İran ile Suudi-ABD-İsrail sıcak çatışmasına dönüşürse bölgesel istikrarsızlığı derinleştirerek Türkiye’nin de daha fazla güvenlikçi politikalara yönelmesini gerektirecektir.

Yönetimin bölgede yeni bir çatışmaya girmek istememekle iç politikada ihtiyacı olduğunu düşündüğü bazı adımları atmaktan geri durmadığını da görüyoruz. İran’a karşı güç gösterisi yapma ihtiyacını bu bağlamda değerlendirmek mümkün. Dahası hem Evangelistlerin hem de İsrail lobisinin desteğini devam ettirmesini sağlayacağını düşündüğü İsrailci politikalarına da devam ediyor. İsrail-Filistin barışı konusunda geleneksel Amerikan pozisyonunu terk ederek Filistinlileri adeta yok sayan ve Netanyahu’nun isteklerini yerine getirmenin ötesine geçmeyen “asrın anlaşması” da daha çok iç siyasetle alakalı. Gerçek, kalıcı ve adil bir barışın sağlanmasıyla ilgilenmiyor Trump. Kongre üzerinde son derece etkili olmaya devam eden Evangelist-İsrail lobisi ittifakını arkasında tutması en önemli önceliği olarak öne çıkıyor. Bu yüzden de Kongreden Trump aleyhine Rusya soruşturmaları baş ağrıtsa da dış politikada güçlü bir muhalefet oluşması mümkün olmuyor. Kongrenin Kaşıkçı cinayeti dolayısıyla Suudiler aleyhine geçirdiği kısıtlayıcı yasalar da Trump’ın görmezden gelerek Suudilere silah satması karşısında adeta çaresiz kalıyor. Evangelist-İsrail lobisi birlikteliğinin bu konuda Trump lehine lobi yapması Kongrede iki parti üyelerini bir araya getiren güçlü bir muhalefetin oluşturulmasını imkansız kılıyor.

Trump dönemi dış politikası ABD’nin küresel rolünün yeniden şekillendiği bir dönemin çelişkilerini içinde barındırıyor. Bir yandan ABD’nin kendi kurduğu liberal kapitalist sisteme liderlik etmekten kaçındığını diğer yandan da iç politikanın gerekleri doğrultusunda birçok uluslararası meselede ana aktör olarak rol oynamaya devam ettiğini görüyoruz. NAFTA, NATO ve AB’nin Amerikan liderliğinden mahrum olduğu bir dönemde eş zamanlı olarak ABD’nin Kuzey Kore, İran ve İsrail-Filistin meselelerinde aktif olması bu dinamiğin önemli bir göstergesidir. Trumpçı dış politikanın ABD’nin küresel meşruiyetini geri dönülmez bir şekilde zayıflatacağı aşikar. Aynı zamanda iç politikanın gerektirdiği bazı konularda seçmece olarak aktif olması yönetimin özellikle Ortadoğu’da en önemli aktör olmaya devam etmesi sonucunu doğuruyor. Bu paradoks ABD’yi yeni bir küresel misyon tanımlamaktan alıkoyarken salt iç politika getirisine odaklanması dolayısıyla da müdahil olduğu meselelerde çözüm üretmekten ziyade sorunları derinleştiren bir etki oluşturuyor. Trump’ın dış politikasındaki bu ikircikli tavır bölgesel güçlerin pozisyon almasını ve daha da önemlisi kapsamlı çözümler üretmesini imkansız hale getiriyor.

 

Türk-Amerikan İlişkileri

Mevcut Amerikan dış politikasının Türkiye’yle ilişkilerde yaşadığı çelişkileri de bu bağlamda değerlendirmek mümkün. Bir yandan Batı ittifakının parçası olması hasebiyle Türkiye’nin Rusya’dan S-400 alımından vazgeçmesi beklenirken öte yandan Suriye’de YPG meselesinde Ankara’nın kaygılarının giderilmeye çalışıldığını görüyoruz. Trump’ın NATO’ya karşı şüpheci tavrı dolayısıyla S-400 meselesini kişisel olarak pek sorun etmediğini söylemek mümkün. Ancak Kongre savunma sanayii ve Pentagonun kaygılarından hareketle Türkiye’ye S-400’den vazgeçmesi şartını öne sürüyor. Öte yandan Suriye’de ve genel olarak bölgede İran’a karşı Türkiye’yle çalışmak isteyen Trump’ın Cumhurbaşkanı Erdoğan’la son derece iyi bir ilişki geliştirdiğini de gözlemliyoruz. Trump yönetiminin kapsamlı bir vizyon sunamaması derinlikli bir Türk-Amerikan ittifakı oluşturulmasını zorlaştırıyor. Ancak yönetimin Türkiye’nin önemini takdir ederek birlikte çalışmak istemesi de Kongrenin sesli ve Pentagonun ise görece sessiz muhalefetine karşı avantaj teşkil ediyor.

Önümüzdeki dönemde kesin olan bir şey varsa o da Amerikan dış politikasının çok başlılığı, öngörülemezliği ve gelgitlerinin devam edecek olmasıdır. Yukarıda bahsettiğimiz üzere çok uluslu sistem ve kurumları işletmekten feragat eden ancak bunları dar Amerikan çıkarlarına hizmet ettiği oranda gündeme getiren ve daha çok iç politikaya dönük bir dış politika izleyen Trump yönetimi hem bölgedeki sorunları derinleşmeye hem de çalışılması zor bir aktör olmaya devam edecek. Türkiye gibi bölgesel aktörlerin bu istikrarsızlık ve öngörülemezlik karşısında kendi ulusal çıkarlarını net bir biçimde tanımlayan ve bunlara göre politika geliştirerek pozisyon alan tavrı başarılı olacaktır. Amerikan dış politikasının kritik bir değişim döneminden geçtiği ve yeni bir kimlik savaşı verdiği aşikar ancak bu sürecin kapsamlı bir dış politika vizyonu üretebilmesinin garantisi yok. Mevcut çelişkiler ve istikametsizliğin kalıcı hale gelmesi sürpriz olmayacaktır. Bu bağlamda Türkiye’nin de dış politikasını bu istikrarsızlığın yerleşik hale gelmesi ihtimaline göre belirlemesi kaçınılmaz hale gelecektir.


Etiketler »  

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası