Afrika Birliği, siyahi halkların kölelikten ve sömürgelikten kurtuluş mücadelesini karakterize eden bir bütünleşme idealidir. Afrika bütünleşmesine dair tartışmaların başlangıcı, 19. yüzyıl sonlarına kadar uzanır. Bu konuya eğilen entelektüellerin ilk hedef kitlesi, köle ticareti ile vatanlarından koparılan Afrikalılardı. Mesela Jamaika doğumlu Pan-Afrikanist Marcus Mosiah Garvey (1887-1940), diasporadaki siyahilerin gerçek anlamda özgür olabilmek için Afrika’ya dönüp kıtasal düzeyde teşkilatlanmaları gerektiğini savunuyordu. Amerika Birleşik Devletleri’ne (ABD) benzer bir Pan-Afrika teşkilatlanması hayal eden Garvey, bir şiirinde “Afrika Birleşik Devletleri” ifadesini kullanır. Bu ifade ilerleyen yıllarda Gana lideri Kwame Nkrumah ve Libya lideri Muammer Kaddafi tarafından güçlü biçimde savunulacaktır. Nkrumah’ın bu uğurdaki girişimleri Afrika Birliği Örgütü’nün (AfBÖ) kuruluş sürecini hızlandırırken, Kaddafi’nin çabaları da örgütün Afrika Birliği’ne (AfB) dönüşüm sürecini etkiledi.
1950’lerin ikinci yarısından itibaren bağımsızlıklarını kazanmaya başlayan Afrika devletleri, vakit kaybetmeden kıtasal bir örgüt çatısı altında bütünleşmeyi düşündüler. Fakat sömürgeciliğin mirası olan Anglofon, Arabofon, Frankofon, Luzofon ayrışmalarına Soğuk Savaş döneminin ideolojik kutuplaşmaları da eklenince, kıtanın bütünleşmesi kolay olmadı. Bağımsız Afrika devletleri, dönemin kutuplaşmaları doğrultusunda Kazablanka ve Monrovia olarak iki kampa bölündü. Gana, Gine ve Mali tarafından temelleri atılan sosyalist eğilimli Kazablanka Grubu, sömürgecilerin çizdiği sınırların ötesine geçilmesi gerektiğini savunuyor ve Afrika’nın gerçek kurtuluşunun devrimci bir ulus-üstü politik bütünleşme ile sağlanabileceğini söylüyordu. Kazablanka Grubu’na tepki olarak kurulan Batı Bloku’na yakın Monrovia Grubu üyeleri ise kıtadaki mevcut sınırlara riayet edilmesi gerektiğini ve kıta devletlerinin öncelikle ekonomik iş birliği üzerinden kademeli bir bütünleşme sürecine angaje olmalarını savunuyordu. Köklü bir devlet geleneğini temsil eden ve bu anlamda ideal bir arabulucu olarak değerlendirilen Etiyopya, iki grubun uzlaşmasını sağladı. Addis Ababa’da 22 Mayıs 1963’te başlayan konferans, devam eden kutuplaşmaya ve eksik katılıma (Fas, Güney Afrika ve Togo katılmadı) rağmen beklenmedik şekilde hızlı ilerledi. Konferansta hazır bulunan 32 Afrika devleti, kısa sürede mutabakata vararak 25 Mayıs 1963’te AfBÖ’nün kuruluşunu ilan etti.
Kutuplaşma da Var, Irkçılara Karşı Ortak Hareket de…
1963’ten sonra bağımsız olan Afrika devletleri doğrudan örgüte üye olarak kabul edildiler. Bununla birlikte Güney Afrika, apartheid sonrası dönemde AfBÖ’ye dahil olabildi. Üye sayısı en son Güney Sudan’ın katılımıyla 55’e yükseldi. İhtilaflı Batı Sahra bölgesinde egemenlik iddia eden Sahra Arap Demokratik Cumhuriyeti’nin de Cezayir’in desteğiyle üye devletler arasında yer alması, Fas’ın tepki olarak 1984’ten 2017’ye kadar AfBÖ’den çekilmesine neden oldu. Bu tür bölgesel rekabetler, doğal olarak örgütün etkisini azalttı.
AfBÖ üyeleri her ne kadar Batı Sahra gibi meselelerde kutuplaşmayı sürdürseler de ırkçı rejimlere karşı ortak hareket edebildiler. 1973’te alınan AfBÖ kararı doğrultusunda Afrika devletlerinin neredeyse tamamı İsrail ile ilişkilerini keserek Siyonist rejimin diplomatik ve ekonomik izolasyonuna katkı sağladılar. Rodezya’nın Zimbabve’ye dönüşümünde ve Güney Afrika’daki apartheid rejiminin yıkılmasında hakeza AfBÖ’nün çabaları etkili oldu.
AfBÖ’nün en başarısız olduğu alan ise çatışma çözümü oldu. AfBÖ Şartı’nda üye devletler, “egemenliklerini, toprak bütünlüklerini ve bağımsızlıklarını savunmak” üzere bu örgütü kurduklarını vurgulamışlardı. Bu vurgu, iç işlerine karışmama normunu beraberinde getirdi. Üye devletlerden birinin sınırları dahilinde yaşanan çatışmalar, o devletin “iç işleri” kapsamında yorumlandı. Bu da Afrika genelinde şiddete “kayıtsız kalma” eğiliminin yerleşmesine yol açtı. Ne var ki 1990’larda Somali, Liberya ve Sierra Leone’de pervasızca işlenen savaş suçları ve özellikle Ruanda’da önlenemeyen soykırımın ardından AfBÖ, ulusal egemenliğin “dokunulmazlığa” dönüşmemesi adına iç işlerine karışmama ilkesini yeniden yorumlayarak, bu doğrultuda yapısal reform arayışına girdi.
Kaddafi’nin Hayata Geçiremediği İdeal: Afrika Birleşik Devletleri
AfBÖ’nün yapısal dönüşüm sürecindeki başat aktörlerin başında Libya geliyor. Libya lideri Muammer Kaddafi, bir an evvel örgütü “daha etkili kılacak yol ve araçların tartışılması” gerektiğini düşünüyordu. ABD gibi bir birlik hükümeti kurulmasını savunan Kaddafi, 1999’da Libya’nın Sirte şehrinde toplanan olağanüstü zirvede güçlü bir siyasi liderlik altında, kendine ait para birimi ve ordusu olan bir Afrika Birleşik Devletleri’nin kurulmasını teklif etti. Afrika devletleri Kaddafi’nin teklifini ilk etapta bütünüyle reddetmeyip AfBÖ’nün yeni bir Kurucu Yasa ile Afrika Birliği’ne dönüşmesi konusunda anlaştılar. Hatta yeni örgütün 2001’de yine Libya’da toplanacak bir olağanüstü zirvede ilan edilmesi planlandı.
1994’te AfBÖ’ye kabul edilen Güney Afrika, Libya’nın başat rolünü dengeleyen bir aktör olarak öne çıktı. Öyle ki bir takım lobi çalışmalarının ardından, yeni örgütün Libya yerine Güney Afrika’nın Durban kentindeki zirvede ilan edilmesi kararlaştırıldı. Güney Afrika Cumhurbaşkanı Thabo Mbeki, plan değişikliği sonrasında uzlaşma sağlamak üzere Libya’yı ziyaret ederek Kaddafi ile görüştü. Zirvenin Durban’da toplanmasını kabul eden Kaddafi, buna mukabil AfB Kurucu Yasası’nda değişiklik önerdi. Afrika Birleşik Devletleri fikrini savunmaya devam eden Kaddafi, güçlü bir Afrika ordusu, devlet başkanı statüsünde bir AfB başkanlığı ve daha fazla müdahale yetkisini içeren değişiklikler öneriyordu.
Kaddafi’ye göre, örgütün en üst organı olan Devlet ve Hükümet Başkanları Asamblesi (DHBA) bu değişiklikleri hemen kabul edip onay için üye devletlerin parlamentolarına sevk edebilirdi. Örgütün Dönem Başkanı Mbeki, prosedürel gerekçeler öne sürerek Libya’nın değişiklik önerisini DHBA’ya sunmadı. Böylece tıpkı Nkrumah gibi Kaddafi de Afrika Birleşik Devletleri fikrini hayata geçirmeyi başaramadı. Zira AfBÖ üyeleri, örgütte yapısal reform fikrine sıcak baksalar da egemenliklerinden taviz verme konusunda tereddütlü davrandılar ve artan Libya etkisinden rahatsızlık duydular.
Kıtasal birlik vizyonundan vazgeçmeyen ve AfB’yi etki altına alma çabasını sürdüren Libya, bu maksatla örgütün mali yükünü üstlendi. Kaddafi’nin devrildiği 2011’e kadar AfB bütçesinin yüzde 15’ini tek başına Libya karşıladı. Yoksul Afrika ülkelerinin üyelik aidatlarını da yine Libya’nın ödediği hesaba katılırsa 2002-2011 döneminde AfB’nin yıllık bütçesinin yaklaşık dörtte birini Kaddafi hükümeti karşılamıştır. Kaddafi’nin ölümünden sonra Kuzey Afrika bölgesinde kıtasal bütünleşmeye bu denli önem veren devlet kalmadı. Nitekim Kaddafi sonrası dönemde AfB’nin lağvedilip sadece Sahraaltı Afrika devletlerinin katılacağı yeni bir örgütün kurulması gerektiğini savunan görüşler dahi dile getirildi.
Afrika Birliği’nin Başarı(sızlık)ları
2002’de resmen AfBÖ’nün yerini alan AfB, önemli değişiklikleri beraberinde getirdi. Öncelikle AfB Kurucu Yasası, insani müdahale hakkına atıfta bulunan ilk uluslararası belgedir. “Soykırım, savaş suçları ve insanlığa karşı suçları içeren ağır durumlarda Birliğin üye devlete müdahale etme hakkı” vardır. Bütün üye devletlerin demokratik ilkelere, hukukun üstünlüğüne, insan haklarına ve insan hayatının kutsallığına itibar etmesi istenmektedir. Siyasi suikastlar, terör eylemleri ve yıkıcı faaliyetlerin reddedilip kınanması, bu hususlarda “dokunulmazlığın” kabul edilmemesi esastır. “Anayasaya aykırı yollarla iktidara gelen hükümetler Birliğin faaliyetlerine katılamaz” denilerek bilhassa askeri darbelerin engellenmesi hedeflenmektedir. Tabii, bu hedefe ne ölçüde ulaşılabildiği tartışmalıdır, çünkü Mısır ve Moritanya örneklerinde görüldüğü üzere darbe ile iktidarı ele geçiren askerler, bilahare cumhurbaşkanı adayı olup seçimlerden bir şekilde galip ayrıldıkları takdirde AfB nezdinde rejimlerini meşrulaştırabilmektedirler. Dahası, örgütün yaklaşımında tam bir tutarlılık söz konusu değildir. Örneğin, 2005’te Togo’daki gayrinizami iktidar devri herhangi bir müdahale ile karşılaşmazken, 2007’de Komorlar’da illegal olarak nitelenen seçimler AfB’nin bu ülkeye müdahale etmesine neden oldu.
2020’ye kadar kıtada silahları susturmayı hedefleyen AfB, şimdiye kadar dört ülkede (Burundi, Sudan, Komorlar, Somali) barış koruma misyonu icra etti. Etiyopya, Nijerya ve Güney Afrika gibi bölgesel güçlerin farklı stratejik mülahazalarla hareket etmeleri nedeniyle söz konusu misyonlarda kısmi başarı sağlandı. Örneğin, Burundi’de bir taraftan Güney Afrika öncülüğünde bir barış koruma misyonu (AMIB) icra edilirken, diğer taraftan Tanzanya ve Uganda’nın çatışan taraflara silah temin ettiği öne sürülmekteydi. Somali’de devam eden AfB misyonu (AMISOM) ise Somali’nin güvenliğinden ziyade Etiyopya’nın güvenliğini dikkate alan bir yaklaşımla dizayn edilmişti. Başka bir ifadeyle, AfB misyonlarının bazıları “barış koruma” operasyonundan ziyade “çıkar koruma” operasyonu olarak işlev gördü.
Bütün olumsuzluklara rağmen AfB’nin sürekli olarak kendisini yenileyen dinamik bir örgüt olduğunu vurgulamak gerekir. “Afrika’nın sorunlarına Afrikalı çözümler” gibi son derece değerli bir motto ve Gündem 2063 (Agenda 2063) gibi stratejik bir gelecek vizyonu vardır. 2005’te varılan Ezulwini Mutabakatı doğrultusunda AfB, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Afrika’dan iki daimi temsilciyi içerecek şekilde yeniden yapılandırılması için mücadele etmektedir. Ayrıca Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu’nun telkinlerinden bağımsız bir şekilde kıtayı ekonomik olarak bütünleştirme yönünde ciddi adımlar atılmaktadır. Bilindiği üzere, kolonyal dönemde Afrika’nın ekonomik altyapısı kıta dışına hammadde sevkini kolaylaştıracak şekilde tasarlanmış; bu yüzden kıta içi ticaret ağı zayıf kalmıştır. AfB’nin girişimleriyle 2019’da yürürlüğe giren Afrika Kıtasal Serbest Ticaret Bölgesi, işlevsel hale geldiği takdirde Afrika içi ticaret kayda değer düzeyde canlandıracaktır. Kıtasal ekonomik bütünleşme yönündeki adımların Avrupa Birliği örneğindeki gibi başarıyla uygulanması, Afrika devletlerinin uluslararası siyasette ve ekonomide çok daha bağımsız ve güçlü biçimde var olabilmelerine imkan verecektir.