Orta gelir tuzağı, yüksek gelirliler ligine çıkmak isteyen ülkelerin çoğunun uzun süre takılı kaldığı sinir bozucu bir engel. Dünya Bankası’nın, ülkeleri gelir gruplarına göre sınıflandırdığı güncel eşiklerine göre, kişi başına düşen gayrisafi milli geliri 12 bin 535 dolardan fazla olan ülkeler yüksek gelirliler liginde yer alıyor. 4 bin 46-12 bin 535 dolar aralığında olanlar ise üst-orta gelirli ülkeler olarak adlandırılıyor. Kişi başı milli geliri 4 bin dolar seviyesinden alıp 10 bin dolarlara çıkarmak belli bir efor istiyor. Ancak bu gelişimi sağladıktan sonra vitesi bir kademe daha arttırıp 15-20 bin dolara doğru yükseltmek ise çok daha fazlasını ortaya koymayı gerektiriyor. Üst-orta gelir grubunda basamakları çıkmak için para ve maliye politikaları, sanayi, eğitim, teknoloji ve finans gibi alanlarda yapılması gereken reformlar görece daha kolay. Yüksek gelirliler ligi için ise biraz daha kapsamlı, uzun vadeli ve tez işi reformlara ihtiyaç duyuluyor. O yüzden de 1960’lardan bu yana orta gelir grubundan çıkıp da yüksek geliri yakalayabilen ülkelerin sayısı çok az. 101 orta gelirli ülkeden sadece 13’ü bunu başarabilmiş.
Türkiye de maalesef orta gelir tuzağına takılı kalan ülkelerden biri. Türkiye ekonomisi, AK Parti hükümetleriyle birlikte 2002-2013 arasında önemli bir ivme yakalamıştı. Bir taraftan enflasyon ve bütçe açığı gibi kronik problemleri çözme noktasında ciddi bir başarı sağlanırken, bir taraftan da yatırımlar, ihracat ve üretkenlik artışı eşliğinde güçlü bir büyüme performansı ortaya konmuştu. Hatta Türkiye, tüm dünyayı sarsan 2008’deki küresel finans krizinin olumsuz etkilerini üzerinden en erken atan ülkelerden biri olmuştu. Bu dönemde yakalanan ekonomik başarıda siyasi istikrar ve yapısal reformların rolü büyüktü. 2000’lerin başından 2008’e kadar küresel ekonominin istikrar noktasında çok özel bir dönem yaşadığını da unutmamamız gerekiyor.
Kalkınma Merdivenini Tırmanmak
Türkiye ekonomisini belli bir noktaya taşıyan stratejilerin ve politikaların 2010’larda yenilenmesine ihtiyaç vardı. Sonuçta ekonomi serpildikçe eski stratejiler ve politikalar dar gelmeye başlar. Yeni reformlarla ekonominin yeni ihtiyaçlarına karşılık vererek kalkınma merdiveninin üst basamaklarına çıkmayı hedeflemeniz gerekir.
Türkiye tam da bir üst lige yükselmenin eşiğindeyken yaşanan iç ve dış şoklar, reform sürecinin planlanan hızda ve kapsamda gerçekleşmesini engelledi. Gezi Parkı Şiddet Olayları, 17-25 Aralık Operasyonu ve 15 Temmuz Darbe Girişimi gibi beklenmedik iç gelişmeler, bir taraftan siyasetin gündemini kısır meselelerle meşgul ederken diğer yandan siyaseti giderek kutuplaştırdı. Son yıllardaki yoğun seçim trafiği de uzun vadeli politikalara odaklanmak yerine siyasetin önceliğinin kısa vadeli meselelere kaymasını beraberinde getirdi.
Ekonominin Jeopolitik Risklerle Mücadelesi
Küresel ekonomi ve siyasetin beslediği dış şokların da Türkiye ekonomisi üzerinde oluşturduğu baskıyı göz ardı etmemek lazım. ABD Merkez Bankası FED’in 2013 sonrasında gerçekleştirdiği ani politika manevraları, ticaret savaşları ve koronavirüs salgını gibi şoklar, uluslararası yatırımcıların bizim gibi gelişen piyasalara yönelik yatırım iştahını düşürdü. 10 yıldır sınırımızda devam eden Suriye iç savaşının Türkiye ekonomisi üzerinde olumsuz yansımaları oldu. Türkiye ile ABD’nin Ortadoğu’daki jeopolitik meselelere bakışında yaşanan ayrışma, iki NATO üyesi arasındaki ilişkiyi ciddi ölçüde sınadı. Avrupa’da popülist sağ siyasetin yükselişe geçmesi sonrasında Almanya, Fransa, Hollanda ve Avusturya gibi ülkelerin Türkiye’ye yaklaşımlarının değişmesi, AB’ye üyelik sürecini tıkadı. Doğu Akdeniz’deki enerji denklemine yönelik çetin ve çok taraflı mücadele de Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin zaman zaman gerilmesine neden oldu. Küresel ekonominin ağırlık merkezinin Asya’ya kaydığı ve Rusya’nın bölgesel meselelerdeki etkinliğinin arttığı bir dönemde Türkiye’nin rasyonel ve pragmatik biçimde Doğu ile ilişkilerini güçlendirme isteği, bazı Batılı ülkeleri rahatsız etti. Batılı ülkeler, Türkiye’nin dış politikada attığı adımlardan duydukları rahatsızlığı ekonomik meselelere yansıtmaktan geri durmadılar. Turizm, dış ticaret ve uluslararası yatırımlar üzerinden Türkiye ekonomisini sıkıştırmaya çalıştılar. ABD’nin yaptırım silahını devreye soktuğu bile oldu.
Son sekiz yıldır Türkiye ekonomisinin dışında cereyan eden bu iç ve dış şoklar ekonominin üzerine ciddi bir maliyet yükledi. Bu baş döndürücü ve enerji emici gündemden dolayı politika yapıcılar, içeride çözüm bekleyen ekonomik sorunlara ve değişime ihtiyaç duyulan alanlara yeteri kadar odaklanamadı. Ekonomik aktivitenin bu şoklardan mümkün olduğunca az etkilenmesi için büyüme öncelikli bir politika anlayışı takip edildi. Bu sayede ekonomik büyüme rakamları ortalamada yüksek seyretse de büyümenin kalitesi anlamında istenen performans gösterilemedi. Büyümenin yıllar içerisinde oynaklığı arttı. Üretkenlik artışına dayalı bir büyümenin de uzağında kaldık. Büyüme yanlısı ekonomi politikalarının enflasyon gibi bazı yan etkileri oldu. Enflasyon uzun bir aranın ardından yeniden çift haneli rakamlara geri döndü. Yabancı sermaye çıkışları ve artan dolarizasyonla birlikte TL ciddi bir değer kaybı yaşadı. Birkaç yıl içerisinde şoklar üst üste binince geçici olacağı düşünülen ekonomik problemler kalıcı hale geldi. Ekonomi dışından gelen şoklar başka faktörlerle etkileşerek ve evrim geçirerek içsel problemlere dönüştü.
Tüm bu gelişmeler, Türkiye’yi orta gelir tuzağına doğru itse de Türkiye hala yüksek gelirliler ligine yükselme potansiyeli taşıyan nadir ülkelerden bir tanesi. Son yıllarda yaşanan deneyimler, ekonomik kalkınma yolunda Türkiye’nin bazı hususlara daha fazla dikkat etmesi gerektiğini gösterdi. Coğrafi konumundan dolayı Türkiye’nin jeopolitik risklerden kendini tamamen arındırması mümkün değil. İran, Irak, Suriye, Körfez ve Doğu Akdeniz’de bir süre daha jeopolitik havanın sıcak seyretmesi kuvvetle muhtemel. Biden yönetimiyle birlikte Türkiye-ABD ilişkilerinin bir anda iyileşmesini veya kötüleşmesini beklememek lazım. Biden yönetiminin Trump’ın mirasını alıp dış politikayı yeniden şekillendirmesi zaman alacaktır. Çok fazla konu başlığı var ve bu süre zarfında bütün bunlar bir anda netlik kazanamaz. AB, Türkiye ile ilişkilerde takındığı olumsuz tutumu, son birkaç aydır biraz daha yumuşatmaya çalışsa da bir anda gündemin tamamen pozitife dönmesini beklememek lazım. Gümrük Birliği’nin güncellenmesi gibi “soft” konular üzerinden ilişkileri onarmaya çalışmak daha kolay olabilir. Jeopolitiğe ve dış politikaya dair bütün bu gerçekler, makul diplomatik adımlarla süreçleri yöneterek belirsizlikleri mümkün olan en düşük seviyelere çekmeyi hedeflememiz gerektiğini söylüyor. Belirsizlikleri tamamen ortadan kaldırmak ise mümkün değil.
Gerçekçi Bir Yaklaşımla Atılması Gereken Adımlar
2023 seçimleri yaklaşırken iç siyasette ortalığın sütliman olmasını beklemek gerçekçi bir yaklaşım olmaz. Siyasetin doğasına aykırı bir durum. Ancak bu, ekonomiyi zorlayan siyasi belirsizliklerin yerinden kımıldatılamayacak kadar ağır olduğu anlamına gelmiyor. Hukuk ve insan hakları reformlarını bir an önce hayata geçirerek yerli ve yabancı yatırımcıların algısını olumluya çevirebiliriz. Böylesi bir olumlu havanın oluşması uzun vadeli yatırımlar için ateşleyici güç olur.
İşin dış politika ve iç siyaset bacağı böyle. Ekonomi cephesinde ise öncelikle enflasyonu ve kurdaki oynaklığı kalıcı biçimde düşürmeliyiz. Para ve maliye politikalarının öngörülebilirliği bu noktada çok büyük önem arz ediyor. Öte yandan eğitim, sanayi, tarım ve teknoloji gibi ekonomik kalkınmayı doğrudan ve dolaylı olarak ilgilendiren alanlara yönelik reform maddelerini, belirlenen takvime uygun biçimde kararlılıkla hayata geçirmeliyiz.
Üretim zincirlerindeki değişimler, akıllı otomasyon teknolojileri, yeşil mutabakat ve yeni ticaret anlaşmaları yoluyla küresel ekonomi dönüşüyor. Böylesi dönemler bizim gibi gelişen ekonomiler için çeşitli riskler barındırmakla birlikte yeni fırsatlara da gebedir. Doğru politika adımlarını attığımız ve sabır gösterdiğimiz takdirde Türkiye’nin bu fırsat penceresini değerlendirerek orta gelir tuzağından kurtulması sürpriz olmaz.